Devrimci değerlere, geleneklere, şehitlere saldırı yeni değildir. 12 Mart ve 12 Eylül gibi dönemlerin ardından daha yoğun bir şekilde görülmüştür. Fakat bunlar, bugüne dek daha çok, devrimci-demokrat görünen burjuva aydınlar tarafından yapılmıştı. Son yıllarda ise, geçmişte veya halen komünist ve devrimci örgütlerin içinde yeralan, hatta yönetici kademelerde bulunmuş kişiler, bu role soyunmuş durumdalar. Hem de çok daha pervasızca…
Buna eklenen son halka, geçmişte ihtilalci komünist örgütün içinde yeralmış, merkezi düzeyde sorumluluk üstlenmiş kişiler oldu. Arka arkaya çıkan kitaplar ve internet yazıları, sadece bu geleneğin devamcıları olan bizleri değil, bu harekete her zaman ayrı bir değer biçmiş ve gönülden desteklemiş tüm devrimcileri rahatsız etti, tepki topladı. “Bütün renkler hızla kirleniyordu / birinciliği beyaza verdiler” dizelerinde olduğu gibi, bunlar da “eylül edebiyatı”nda “birinciliği” hak ettiler. Çünkü 12 Eylül döneminde devrimin yüz akı olan ihtilalci komünistlere yönelik saldırıydı sözkonusu olan. Biz bunları, “Eylül edebiyatı”nın yeni ve daha tehlikeli bir versiyonu olarak nitelendirdik ve bu “kusmuk edebiyatı”na karşı net bir tutum ortaya koyduk.
Devrimci örgütlerin içinde şu ya da bu kesitte yer almış birçok kişi, o dönemleri roman, şiir, öykü vb. şekillerde ele alabiliyor. Hatta herhangi bir örgütün içinde yer almadığı halde, o döneme tanıklık eden veya dinleyen bazı kişiler de, bunları sanatın değişik biçimleriyle ifade edebiliyorlar. Aralarında sınırlı da olsa gerçeklere bağlı, olumlu örnekler de çıkıyor. Fakat baskın olan, burjuva ideolojik saldırıların etkisi altında, hatalı ve yanlış tutumları meşrulaştıran, devrimci kararları -hatta bir bütün olarak örgütlü devrimciliği- sorgulayan, kişisel olarak da kendilerini aklamaya dönük eserlerdir. Kuşkusuz bunun yenilgi dönemiyle doğrudan ilgisi vardır. Böyle dönemlerde, hem burjuva ideolojisi, tüm toplumun üzerinde daha hakim bir hal alır, hem de bu ideolojik bombardımana kendilerini kaptıranlar, devrimci hareketin dönemsel güçsüzlüğünden de yararlanarak, daha rahat saldırıya geçme cesaretini kendilerinde bulurlar. Bu sadece bizde değil, tüm dünyada böyle olmuştur.
Son on yıl içinde Türkiye’de de böyle bir furyanın esmesinin nesnel zemini budur. Fakat bu nesnelliği bilmek, onu meşrulaştırmayı, boyun eğmeyi getirmez; aksine ona karşı mücadeleyi gerektirir. Devrimci olan ve devrimci kalan herkes, devrime ve genel olarak devrimci örgütlere, örgütlü mücadeleye saldıran bu tür yayınlara karşı, net ve kararlı bir tutum almak zorundadır. Aksi halde ne bu sıfatı taşıyabilirler, ne de bu davayı sürdürebilirler.
Oysa yaşanan; mücadeleden elini-eteğini çekmiş kişilerin yazılı-sözlü saldırıları karşısında, kimi zaman açıktan, kimi zaman sessiz kalarak onaylama; ya da en ilerisi savunma pozisyonudur. Devrimciler artık bu haleti ruhiyeden sıyrılmalı, bu kişileri konuşamaz hale getirmeli, teşhir ve tecrit etmelidir. Şu ya da bu kesit içinde devrimci örgütlerin içinde yer alıp da şimdi dışına düşmüş veya hala içinde görünüp de gerçekte kafaca iddiasını yitirmiş kişilerden olsun, devrimci hareketin dışından olsun, her kim, şehitlere, yaratılan değerlere saldırıyorsa, karşısında bir bütün olarak devrim cephesini bulmalıdır. Bu konuda da birleşik ve güçlü bir tavır geliştirilmelidir.
Biz yasakçı değiliz! Devrimin yarattığı tüm gelişmelerin olumlu ve olumsuz yönleriyle işlenmesinden, bunların sanatsal biçimlerle ifade edilmesinden hiçbir rahatsızlık duymayız. Mesele, bütün bunların hangi amaçlarla yapıldığıdır. Devrimi ve devrimci hareketi geliştirmek mi, yoksa burjuva cephanelikten alınan silahlarla saldırıya geçmek, daha ölümcül yaralar açmak mı? Son dönemde ağırlıklı olarak yapılan, ikincisidir ve buna karşı durmak, kendine devrimciyim diyen herkesin görevidir.
Son yılların bir modası da, “çiçek-böcek edebiyatı” olarak da adlandırılan, suya sabuna dokunmayan, sözde insani duyguları öne çıkartan edebiyat türüdür ki, bu, devrimci saflarda hızla yer bulmuştur. “Devrimciler asık suratlı değildir”i gösterme adına, değerlerle dalga geçen, her şeyi sulandıran bir tarz tutturulmuştur. “Devrimcilerin asık suratlı olduğu” savı, burjuva ideologlara aittir. Bunun aksini kanıtlamak için de böyle yanlış çabalara girmenin gereği yoktur. Bizim mizah anlayışımız da, insani duygularımız da, her zaman sahte burjuva humanizminin ve cıvık mizah anlayışının üzerinde olmuştur. Kendimizi bu yönlerden kanıtlamak gibi bir sorunumuz yoktur, olmamalıdır. Devrimci yönü güçlü sanat eserleri, insani duygular yönüyle de en zengin eserlerdir ve bunlar, aradan onlarca yıl geçmesine rağmen, halen değerinden bir şey kaybetmiş değildir.
Komünistler, devrimciler, devrimci-demokrat aydınlar, devrim şehitlerini, mücadelenin yarattığı değerleri, kahramanlıkları, daha fazla yazmalıdır. Devrimci sanatı daha etkin kullanmalıdır. Buradaki temel kıstasımız; mücadelenin, dönemin ihtiyaçlarıdır. Sanat olsun diye, ya da “anı” yazmak için, yazılmaz. Hangi dönemde, neyi-niçin yaptığımızın bilinciyle hareket edilmeli ve mesajlarımız çok net olmalıdır. Tıpkı 19 Aralık hücre saldırısının gündemde olduğu bir dönemde “Hücreler” kitabının çıkması gibi. Ya da şehitlerimize saldırıların olduğu ve onların unutturulmaya çalışıldığı bir dönemde “Şehitler Albümü”nün hazırlanması, şehit yoldaşların yaşamlarını anlatan kitapların çıkartılması gibi…
Devrimci bir yayın politikası, dönemin ihtiyaçlarını göz önüne alan, sınıf mücadelesini, devrim ve sosyalizm davasını geliştiren bir yayın politikasıdır. Bunun dışında salt “hoşluk olsun” diye veya içimizden biri kaleme aldığı için, o yazılar yayınlanmaz, yayınlanmamalıdır.