Son yıllarda “travma” ve “rehabilitasyon” kelimeleri oldukça yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. İlk olarak ’99 depreminin ardından gündemimize girmişti; arkasından, 19 Aralık katliamını yaşamış tutsaklardan, en sevdiği oyuncağı kırılan çocuklara, Dersim katliamında sağ kalanlardan, üniversite sınavını kazanamayan gençlere, şiddet gören kadınlardan, polis saldırısına uğrayan memurlara, işkence gören-uzun süre hapis yatan devrimcilerden, sevgilisi tarafından terkedilen ergenlere kadar çok geniş bir yelpazedeki toplumsal grupların ve kişilerin yaşadıkları acılar, “travma” kavramıyla etiketlenip “rehabilitasyon zorunluluğu” dayatıldı.
Şu ya da bu düzeyde acı veren her tür olay “travma” olarak tanımlandı, yaşayan bütün kesimlerin ise “rehabilitasyon”dan geçmesi, en hafifinden “psikolojik destek” alması ve mutlaka tüm yaşadıklarını ayrıntılarıyla anlatması gerektiği iddia edildi. Televizyondaki “kadın programları”na katılarak bağırıp çağıran, yolda tesadüfen tanıştığı kişilere tüm dertlerini boşaltan, ayda bir kere psikoloğa gitmeyi “modernite” olarak gören yığınlar, bu süreçte yaşantımıza girdi.
Adeta tüm toplum, “ruhsal bozulma yaşayan” ve “bakıma-tedaviye muhtaç” bireylerden oluşuyormuş/ oluşmalıymış gibi bir ortam yaratıldı. Öyle ki, şu ya da bu nedenle başına gelen acı olaylardan dolayı “travma” yaşamayan kişilerin, tersten bir ruhsal bunalım içinde oldukları; “travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) bastırma-kaçınma” olarak adlandırılan bir tepki geliştirdikleri bile iddia edilir oldu.
Ve bütün bunlar, son derece bilinçli, sistemli bir burjuva ideolojik bombardımanın parçası olarak sürdürülürken; kendisine demokrat-aydın hatta “devrimci” diyen birçok kesim, burjuva ideolojik cephanelikten alınma bu kavramları çekinmeden kullanmaya, bu burjuva demagojisinin tuzağına düşmeye başladılar. Yoğun bombadıman, onların da sadece jargonunu değil, genel olarak toplumsal sorunlara-acılara bakışını değiştirdi.
Her acı, “travma” değildir
Eşyayı adıyla çağırmak gerekir. Bu nedenle “travma”nın tanımıyla başlayalım. Dünya Sağlık Örgütü’nün kayıtlarına göre; “kişinin gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma, kendisinin ya da başkasının fizik bütünlüğüne karşı bir tehdit olayını yaşamış, böyle bir olaya tanık olmuş ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelmiş olması”, “travmatik olay” olarak tanımlanıyor.
Ancak bu tanımın arkasından hemen “her yaşanılan sıkıntı verici olayın ‘ruhsal travma’ olarak adlandırılamayacağı”nın altı çiziliyor. Ve burada devreye en önemli unsur giriyor: Olayın niteliği ne olursa olsun, kişinin verdiği tepki, onu “travma” kategorisine sokuyor, ya da sokmuyor. “Olay karşısında aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme tepkileri” sözkonusu olduğunda, “travmatik olay” bir “travma”ya dönüşüyor. Kimileri ise, olay ne kadar korkunç olursa olsun, son derece güçlü bir biçimde karşılıyor ve “aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme” tepkileri vermiyor, bu duyguları yaşamıyor. Bu insanlar, yaşanan olayı bir biçimde geriye atarak ya da yaşanan soruna karşı mücadele ederek, olay sırasında kendisiyle-kendi acılarıyla değil, çevresindekilerin acı ve ihtiyaçlarıyla ilgilenerek vb. sorunun üzerine çıkmayı başarıyor; bu nedenle hiçbir “travma” yaşamadan, hayatını sürdürebiliyor.
Yaşanan olay-felaket aynı olmasına rağmen, verilen “tepki”leri belirleyen şey ise, “kişinin aile öyküsü, toplumun travma ve sonrası olaylara karşı bakış açısı ve beklentileri” gibi unsurların yanısıra, “kişinin ruhsal olgunluğu ve stresle başa çıkma kapasitesi” oluyor. Bu nedenle, gerçek bilim insanları, “olay”ın “travmatik” olup olmadığından çok, kişilerde “travma” yaratıp yaratmadığıyla ilgileniyorlar.
Kendi dilimizle ifade edecek olursak, yaşanan acılar karşısındaki mücadele gücü, ayakta kalmanın tek yolu olarak ortaya çıkıyor. “Mücadele gücü”, ister kişisel, isterse toplumsal olarak olsun, felaketlerin yıkımınla sonuçlanmasını durduran en önemli unsur oluyor. Zayıf kişilikli, tutunacak dalı olmayan kişiler, mücadele gücünü kaybetmiş toplumlar, acılar karşısında yerle bir olurken; sağlam karakterli, kendi ayakları üzerinde durabilen kişiler ve dayanışma-mücadele geleneği güçlü toplumlar, bu acılardan/felaketlerden güçlenerek çıkıyorlar.
Yani her felaket, kişisel ya da toplumsal bir “travma”ya dönüşmüyor, “yıkmayan fırtına güçlendiriyor.”
Mesela 19 Aralık katliamı, kimi zayıf devrimci unsurlarda bir yıkıma yol açmış olabilir; ancak bu katliam sırasında, kurşun yağmurları altında halay çekenler de vardır, son ana kadar sloganlarıyla direnişi sürdürenler de. Ve birinciler yaşadıkları “ruhsal travma”nın etkisiyle hastalıklı tiplere dönüşürken, ikincilerin mücadele azmi, sınıf kini bilenmiştir.
Mesela, Dersim katliamı sırasında devletle işbirliği yapan aşiretler de olmuştur, dağlarda saklanarak yıllarca çatışmaları sürdürenler de. Köyü basılan köylülerin, asker çekildikten sonra ölülerini gömmek üzere köye geri dönmesi; “ölüm yürüyüşü” sırasında gruptan bir kadını almak isteyen askerlere karşı ölümüne direnilmesi; en büyük vahşeti yaşayan çocuklarda “korku” kavramının silikleşmesi; ciddi bir açlık yaşamalarına rağmen birbirlerini gözetmeye devam etmeleri, son derece önemli direniş noktalarıdır. (Dergimizin eski sayılarında, Dersim katliamını anlatan yazılarda bu tür örnekler vardır.) Ki, bu davranışları yaşayan ve görenlerin “travma” ile yıkımı değil, “felaketler karşısında olgunlaşması” sözkonusu olabilir ancak.
Mesela 12 Eylül’e karşı hemen mücadeleyi terkeden, kaçan-göçen ya da teslim olanlar, ruhsal olarak yerle bir olurken, direniş odakları oluşturan devrimciler, inancını, umudunu, kendine güvenini ve sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmeye devam etmişlerdir.
’99 Marmara ve 2011 Van depremlerinde yıkım olan bölgelerde, depremin hemen arkasından kurtarma çalışmalarına katılanların, hatta çevresindekileri de bu çalışmalara katmayı başaranların, “deprem travması” yaşamadıkları, bilimsel olarak da tesbit edilmiştir. Diğer taraftan, salt kaybettiklerinin acısına odaklananların ya da hemen deprem bölgesinden kaçanların, sonrasında ciddi psikolojik sorunlar yaşadıkları, deprem korkusunu üzerinden atamadıkları da bilinmektedir.
İşkence ve uzun cezaevi yılları en “travmatik” olaylar arasında sayılmaktadır. Açıkçası, işkencehanelerde yaşadıkları “aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme” nedeniyle aklını yitirenler de olmuştur. Keza, mücadeleden tümden kopmak, itirafçılaşmak gibi durumlar da yine bu duyguların sonucunda yaşanmıştır. Ancak direnen bütün insanların, işkencenin ağırlığı ve yoğunluğu ne olursa olsun, hücrelerde neşelerini kaybetmedikleri, sanki vücutları paramparça olan kendileri değilmiş gibi davrandıkları bir gerçektir. Çözülenler içinden bile, devrime inançlarını kaybetmedikleri sürece, “aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme” duygusuna (ve bunun doğal sonucu olarak gösterilen “travma”ya) kapılmayan ve sonrasında kendilerini toplayarak mücadeleye devam edenler çıkmıştır. Aradaki fark, işkence karşısındaki sınıf bilincinde ve mücadele gücünde yatmaktadır.
“Rehabilitasyon”, düzene uyumlu hale getirmektir
Rehabilitasyon kelimesinin tanımıyla devam edelim. Kelimenin sözlük anlamı, “bir kimsenin iş yapmaya engel olan sakatlığını gidermek amacıyla uygulanan tedavi”dir. Latince “habil” kelimesinden türetilmiştir ve “yeniden mümkün kılmak” olarak çevrilmektedir. “Yeni alışkanlıkların kazandırılması ve yeni bir duruma adaptasyon sağlanması” olarak da kullanılmaktadır.
Bu kelime, ilk olarak feodal dönemde, kilise tarafından, “şeytana uyanların tekrar iyi bir insan olmaları yönündeki çabaların adı” olarak Avrupa’da kullanılmıştır. 1920 yılında ABD Kongresi’nde çıkartılan bir yasa ile, “sakat bir insanın öğretilecek bir meslekle hayatını kazanabilecek duruma getirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır. I. ve II. Emperyalist savaş sonrasında, savaşta ruhsal ve fiziksel durumu bozulan askerlerin tedavisi ihtiyacı, bu alana daha fazla yönelinmesine, rehabilitasyon merkezlerinin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Başlangıçta sadece fiziksel sakatlıklarla ilgilenme sözkonusuyken, zaman içinde, engelliler, ruh sağlığı bozulmuş olanlar, suçlular, sokak çocukları, korunmaya muhtaç kişiler, göçmenler vb. olarak çoğalmıştır.
Günümüzde ise, asıl olarak engelli çocuklar için devletten (ve Avrupa’dan) aldıkları paralarla faaliyet yürüten “özel eğitim merkezleri”nde grupsal; sevgisiz-değersiz-bencil yetişmiş burjuva çocukları için verilen bireysel “rehabilitasyon” tedavileri sözkonusudur. Her ikisinde de temel amaç kardır. Çünkü “rehabilitasyon” son derece pahalı bir alandır. Toplumun, gerçekten korunmaya muhtaç, ama bir gelir kazandırmayan kesimleri ise, sokaklarda ya da ailelerinin çaresizliğinde yaşamaya mahkumdur.
Bir de özellikle Vietnam-Irak gibi savaşlardan dönenlerin toplumsal bir soruna dönüşmesi üzerine, askerler de belli düzeylerde “rehabilitasyon”a alınmışlardır. Ancak tıpkı kar getirmeyen diğer psikolojik ve fiziksel engelliler gibi, savaş sendromu yaşayan askerlere dönük rehabilitasyon çalışmaları da, karlı bir alan olmadığı için, son derece sınırlıdır.
Son on yılda, “devrimciler” ve aydınlar arasında bu kavramı kullananlar çığ gibi büyümüştür. En yoğun kullanım, 2000’de başlayan ÖO (Ölüm Orucu) eylemi sonrasına denk düşmektedir. Eylem bittikten sonra mücadeleye dönen ve güçleri oranında bir işin ucundan tutan ÖO gazileri, somut biçimde iyileşirken; mücadeleyi bırakan ÖO gazileri, yaşamdan kopuk bir biçimde özel oluşturulmuş evlerde toplanmış, burada resim yapmak, şarkı söylemek, müzelere-pikniklere gitmek gibi “faaliyetler”le iyice uyuşturulmuştur. Tabi bu arada, “Avrupa’dan gelen fonlarla ÖO gazileri için rehabilitasyon merkezi kurma heveslileri”nde de patlama yaşanmıştır.
Bugün “Dersim mağdurları”nı “rehabilite etme” heveslileri de aynı biçimde hızla artmaktadır. Hele ki, bazılarının çalışmalarının odağında “devletten tazminat alınması” gibi somut maddi bir beklenti olması, gerçek niyetleri çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
Devlet için tehdit olmadan…
Yukarıdaki kısa tarihçe, bize “rehabilitasyon” kavramının özünü veriyor: Toplum tarafından bir nedenle dışlanan kişilerin, toplumla uyumlu (daha doğru bir ifadeyle “sistemle uyumlu”) hale getirilmesi!
Dünya Sağlık Örgütü, bunu daha somut bir çerçeveye sığdırmaktadır. DSÖ’nün belirlediği ilkelere göre “rehabilitasyon”, öncelikle “sakat ve engellilerin çevreye uyumsuzluğunu azaltmayı amaçlar”, ikincisi “entegrasyonun başarıya ulaşması için çevrede ve toplumda da düzeltmeler yapar.”
Burjuvazinin genel olarak “sakatlıklar” karşısındaki tutumu bilinmektedir. Nazilerin “ari ırk” oluşturma çabası, sadece faşizme özgü bir olgu değildir; sınıflı toplumların başlangıcından bugüne, ezen sınıfın rutin davranış biçimidir. Ve ezen “üstün” kesimler, kendilerinden aşağıda gördükleri halkları, sömüremedikleri koşulda, yoketmekten kaçınmamışlardır.
Sakatlar, çocuklar, yaşlılar, sadece Nazilerin toplama kamplarında değil, sömürücü egemenlerin bütün saldırılarında, her zaman ilk hedeftir. “Demokrasinin beşiği” İsveç’de akıl hastalarının kısırlaştırılması, ABD’de, çalışamayacak kadar yaşlı yoksulların, sağlık sistemi tarafından ölüme terkedilmesi bildik örneklerdir. Göçmenler ya gemilerle denize gömülmekte, ya da sığınma kamplarında-evlerinde açlıkla “terbiye edilmekte”dir. Keza günümüzün en önemli sağlık sorunlarından biri haline gelen alzeihmer hastalığının nedenleri ve tedavisi konusundaki çalışmaların, maliyeti yüksek olduğu için durdurulması da, yine “toplum dışına düşmüş” insanların, burjuvazi için önemli olmadığının bir başka göstergesidir.
Çünkü burjuvazi, özel bir ideolojik çıkarı ya da somut maddi bir karı olmadığı sürece “sakatlar, düşkünler, toplumdışı unsurlar, muhtaçlar”, vb ile ilgilenmez. Hele ki “çevrede ve toplumda düzeltmeler” yapmak, engelli asansörlerini kurmayı bile “maliyetli” bulan, engelliler için sokakları yaşanmaz hale getiren burjuvazinin, demagojik bir söylemi olmanın ötesine geçmez.
İşte burada “rehabilitasyon” çalışmalarının gerçek amacı kendine ele vermektedir. Elbette ki öncelikli hedef kardır. Bir taraftan, “rehabilitasyon” aşamalarının her biri son derece pahalı süreçlerdir ve bu para hastanın kendisinden tahsil edilmektedir. Mesela deprem sonrasında, milyonlarca insan, burjuvazinin yönlendirmesi sonucunda psikologlara, psikiatristlere, “rehabilitasyon merkezleri”ne koşmuş ve böylece müthiş bir rant alanı ortaya çıkmıştır. Parasız tedavi veren “rehabilitasyon merkezleri” ise, emperyalist kurumlardan fonlanmaktadır ve orada da farklı türden bir rant alanı oluşmaktadır.
İkinci ve asıl hedef ise, burjuvazinin ideolojik hegemonyasının sorunsuz sürdürülmesi, muhalif ya da “toplumsal sorun oluşturabilecek” tüm kesimlerin “zararsızlaştırılması”dır. Kavramın ilk ortaya çıkışının “şeytana tapanların tedavisi” üzerinden olması, çarpıcıdır. Bugün ise, rehabilitasyon kavramının en çok kullanıldığı alan, F tipi hapishaneler ve devrimci tutsaklardır. İlk olarak ‘şeytana tapanları” kilise için zararsız hale getirmeyi hedefleyen “rehabilitasyon” faaliyeti, günümüzde devrimcileri, sistem için zararsız hale getirmeyi hedeflemektedir.
Aslında sadece devlet için somut bir tehdit oluşturan devrimciler için değil, toplumsal bir tepkiyi oluşturabilecek her tür durumda, devlet ciddi ve sistemli bir “rehabilitasyon” çalışması yürütmektedir. Mesela deprem sonrası “travma”sına ilişkin yürütülen “rehabilitasyon” faaliyetinin asıl amacı, devletin depreme karşı sorumsuz-ilgisiz tutumuna karşı tepkinin uyuşturulmasıdır. Depremler sonrasında devletin barınma-beslenme ihtiyaçları başta olmak üzere, deprem bölgelerinin sorunları ile ilgilenmemesi, depremzedelerde büyük bir tepki oluşturmaktadır. Ve tam da bu aşamada burjuva ideologlar, piyasaya “deprem travması”nı sürmekte, tüm depremzedeler “rehabilitasyona” teşvik edilmektedir. Böylece “toplumsal sorun oluşturabilecek”, yani devlete karşı öfkesini eyleme dökebilecek olan depremzedeler, “rehabilitasyonla zararsızlaştırılmaktadır”.
Benzer durum kriz nedeniyle de oldukça çarpıcı biçimde kendini göstermişti. Krizde işten atılanlar, haklarını kazanmak için eyleme geçtiklerinde, yine burjuva ideologlar, “TSSB yaşamamaları” için onları “psikolojik destek almaya”, böylece “krizin etkileriyle başedebilecek hale gelmeye” teşvik etmişti.
Örnekler sayısız… “12 Eylül mağdurları”ndan, “Dersim mağdurları”na kadar, devlet için potansiyel risk oluşturabilecek tüm kesimler için, “yaşadıkları travma”ya karşı “rehabilitasyon”a ihtiyaçları oldukları yönünde müthiş bir bombardıman yürütülüyor. “12 Eylül’e karşı mücade etmek”, “Dersim katliamının hesabını sormak” gibi kavramlar ise, bilinçli bir biçimde gözlerden uzak tutuluyor. Bu çalışmalar, devleti rahatsız etmeyen bir “mızmız muhalefet”in bile gerisine düşüyor; doğrudan devletin ideolojik argümanları doğrultusunda kitleler uyuşturulması çabasından öteye geçmiyor.
“Rehabilitasyon” burjuvaziyi,
mücadele devrimi güçlendirir
Burjuva ideologlar her acı olayı, her felaketi “travma” olarak nitelendirip, toplumu “ruhsal olarak hastalıklı” ve “tıbbi desteğe-bakıma muhtaç” bir kategoriye sokmaya çalışıyorlar. Bir “mağdur edebiyatı”dır gidiyor. Kişiler ve toplumlar, başarılarının, zaferlerinin değil, “mağduriyetleri”nin üzerinden tanımlanmaya zorlanıyor. Başkaldırının yerine, acındırma konuyor.
Devlet, Hatay’daki Suriyeli militanlara birkaç hafta içinde son derece donanımlı kamplar kurarken, Van depremzedelerinin çadır bile bulamaması “deprem rehabilitasyonu” yaygarası arkasında gizleniyor. Keza Dersim’de direnenleri unutturmanın en etkili yolu olarak, “Dersim mağdurları” anlatılıyor bol gözyaşları içinde. 12 Eylül’ün direnenleri, “mahkeme”-“tazminat” çığırtkanlığı içinde unutturuluyor.
Evlerdeki günlük sıradan sorunlar bile, “aman travma yaşamasın” diyerek çocuktan gizlenmeye çalışılıyor; sanki o sorun, o çocuğun bütün hayatını karartacak bir unsurmuş gibi davranılıyor. Çocuğa gerçeklere dayanmayan, onun hayaline uygun, hep “eğlence”ye dayalı bir dünya yaratılmaya çalışılıyor. Ve acılarla karşılaşmadığı için, o acıların üstesinden gelmesini öğrenemeyen bir kuşak yetişiyor. “Travma yaşamasın” diye hep korunan çocuklar, son derece dayanıksız, kırılgan, sorunlarla başetmesini bilmediği için, her tür sorundan kaçan, sorunlar yokmuş gibi davranan tuhaf gençlere dönüşüyor. Ezberci eğitim sistemi nedeniyle düşünmesini-sorgulamasını bilmeyen çocuklar, daha da kötüsü, hep kendileri için oluşturulan korunaklı fanuslarda yaşatılmaya çalışılıyor; gerçek dünyanın gerçek sorunlarıyla karşı karşıya kaldıklarında ise, savunmasız olduklarından hızla yerle bir oluyorlar.
Ve sadece çocuklara değil, topluma bu dayatılıyor. Kitlelerin sorunları çözme gücünden ve toplumsal mücadele desteğinden yoksun kalması isteniyor. Sanal bir dünyada “acıların çocuğu” olarak kendi haline “ağlaması”, kendi sorunları altında ezilmesi, sürekli kendine acıması ve herkese anlatarak acındırması, en doğru yol olarak sunuluyor. Yaşanan acılar karşısında dayanıksız, kırılgan, hakkını aramasını-hesap sormasını bilmeyen yığınlar yaratılmak isteniyor. Her kesim, bir sorunla bağlantı içinde, “hastalıklı”, “mağdur”, “yardıma muhtaç” bireyler ve gruplar olarak tanımlanıyor.
Sorunları çözmek için mücadele etmek değil, sorunlar altında ezilmek… Devletten hesap sormak değil, yardım dilenmek… Sorunları çözmek için örgütlenmek, kolektif bir güç oluşturmak değil, bir “rehabilitasyon uzmanı” beklemek… Felaketler karşısında hakkını aramak değil, “travma” edebiyatıyla köşesine çekilmek… Direngen savaşçılar değil, ağlak-uyuşuk yığınlar yaratmak…
Burjuvazinin bugün kitlelere dayattığı şey budur. Kendisine devrimci-demokrat diyen pekçok kesim ise, farkında olarak ya da olmayarak, bu ideolojik bombardımanın bir parçası olmakta, kitlelere “travmalar” anlatıp, “rehabilitasyon” gerektiğini vaazetmektedirler.
Oysa yapılması gereken, toplumsal acıları ve felaketleri, direnişin kaldıracına dönüştürmektir. “Deprem travması”nın tek “tedavisi”, enkaz kurtarma çalışmalarına katılmak ve zordaki insanlara yardım etmektir. “Dersim travması”nın tek çözümü, Dersim’deki direniş geleneğini gelecek kuşaklara aktarmaktır. “19 Aralık travması”nın tek “rehabilitasyonu”, kurşunlar üzerine sloganlarla yürüme direngenliğini yaygınlaştırmaktır. “İşkence travması”nın tek önlemi, işkencede direnmektir. Krizde işten atılanın “travma” yaşamamasının tek yolu, krize karşı mücadele etmektir. Ölüm Orucu’nda sakat kalanların düzelmesinin tek yolu, örgütlü mücadeleye devam etmektir (TİHV raporlarında bile, sadece ÖO sonrasında mücadeleye devam edenlerin iyileştiği; örgütten koparak salt “rehabilitasyon” tedavisi alanların sakatlıklarında somut bir iyileşme gerçekleşmediği tespit edilmiştir).
“Direnmek”, sadece devrimcilere özgü bir durum değildir. Birçok insan, en büyük felaketlerden bile, son derece sağlam çıkmayı başarabilmiştir. Hayatı boyunca tek bir “travma” yaşamamış, tek bir “kırılma” oluşmamış, tek bir defa “depresyon”a girmemiş insanlar, sanıldığından daha çoktur. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımlamasıyla “kişinin ruhsal olgunluğu ve stresle başa çıkma kapasitesi yüksek olan”; bizim dilimizde, sağlam karakterli, kendi ayakları üzerinde durmayı başaran insanlar, “travmalar”dan, “kırılmalar”dan, “depresyonlar”dan, “rehabilitasyonlar”dan son derece uzak bir biçimde kendi yaşam mücadelelerini vermektedirler. Bu insanlar, acılar ve felaketler karşısında, yaşam mücadelesi içinde kendi bireysel acılarını unutmakta, çevrelerindeki insanların sorumluluğunu üstlenmekte; başkalarına yardım ederken kendi bilinçlerini, kişiliklerini sağlamlaştırmakta; başkalarında “kırılma”ya ya da “travma”ya dönüşen olayları, kendi kişisel gelişimlerinin “sıçrama”sına çevirmektedirler.
Devrimcilerin yapması gereken ise, bireysel felaketlerin bile toplumsal mücadele içinde çözümlenebileceğini, toplumsal mücadelede elde edilen kazanımlarda sorunların giderilebileceğini göstermektir.
Her türden kişisel ya da toplumsal “travma”nın sebebi, burjuvazinin sömürücü sistemidir; bu nedenle en doğru “rehabilitasyon”, burjuvazinin sömürücü sistemine karşı mücadeleyi yükseltmektir.