PKK’li tutsakların 12 Eylül’de başlattıkları süresiz açlık grevi, yeniden açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını gündemin en önemli maddesi haline getirdi. Açlık grevlerinin tarihi, ölüm orucu ile farkı, süresi, talepleri vb. çeşitli yönleriyle konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Burjuva medyada, açlık grevleri üzerine haberler ve yorumlar arttı.
Fakat bunların büyük çoğunluğu, çarpık, eksik ve yanlıştır. Özellikle açlık grevlerinin tarihi ile ilgili, Gandi’den IRA’ya, hatta Filistinli tutsaklara kadar birçok örnek verilirken, ülkemizdeki süresiz açlık grevleri (SAG) ve ölüm oruçları (ÖO) hakkında tek bir kelime edilmemesi dikkat çekicidir. Sanırsınız ki, bu topraklarda bugüne dek hiç SAG ve ÖO yaşanmamıştır. Bu bilinçli bir karartma, belleklerden silme çabasıdır.
Ama nafile! Çünkü ülkemiz SAG ve ÖO eylemleri yönüyle, dünyada eşine az rastlanır bir zenginliğe sahiptir. Öncesi bir yana, 12 Eylül sonrasında onlarca kez SAG, birçok kez de ÖO yaşandı. En sonu 2000 yılında devrimci tutsakların ülke çapında gerçekleştirdikleri ölüm orucu eylemi vardır ki, devletin “hayata dönüş” adını verdiği tüm cezaevlerine aynı andaki saldırısıyla, toplam 122 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Gerek yankıları ve sonuçları bakımından, gerekse de 10 yıl kadar önce yaşanmış olması yönüyle, hiç de unutulacak, üstünden atlanıp geçilecek, bir eylem değildir. Fakat tıpkı 12 Eylül yıllarında olduğu gibi, burjuva kalemşorlar bugün de, yurtdışında yapılanları bir bir sıralarken, ülke içinde yapılanlara kör, sağır ve dilsizdirler.
SAG ve ÖO tarihi konusunda çok bariz bir şekilde sırıtan bu yaklaşım, SAG ile ÖO arasındaki farktan, bugüne dek yaşanan SAG ve ÖO’lardaki taleplerin çarpıtılmasına kadar uzanıyor. Bunda Kürt hareketinin yaklaşımının da rolü olduğunu belirtmek zorundayız.
Bütün bunlar, SAG-ÖO tarihi, ele alınış tarzı, talepleri ile ilgili doğru bilgilenmeyi ve tarihsel gerçekleri hatırlatmayı gerekli kılıyor.
Tarihteki önemli açlık grevleri
Medyada son günlerde en fazla yazılıp-konuşulan konulardan biri, açlık grevlerinin tarihidir. Bu konuda iddialar muhtelif. Kimileri peygamberler dönemine kadar dayandırıyor. Zülküf Peygamber ve ona inanan birkaç kişinin, ilk açlık grevi eylemini başlatanlar olduğu söyleniyor mesela. Tiranların yalan ve zulmüyle halkın bozulduğu ve Zülküf Peygamber’i dinlemez hale geldikleri, bunun üzerine peygamberin yanına birkaç arkadaşını alarak bir mağaraya çekildiği, halka da “sizler tövbe edinceye, doğruya, iyiye, güzele inanıncaya kadar kendimizi aç tutacağız” dediği rivayet olunur. Halk önce buna inanmaz, fakat aradan günler geçtikçe telaşlanmaya başlar. Bu kez egemenlerin üzerine yürürler, onların saraylarını taşlarlar. Kırkıncı günde ise, mağaranın önüne gelip, tövbe ettiklerini duyururlar. Zülküf Peygamber ile arkadaşları, o zaman mağaradan çıkarak eylemlerini sona erdirir.
Tarihteki ilk açlık grevi, gerçekten de Zülküf Peygamber’in eylemi midir bilinmez, ancak açlık grevinin, egemenlere karşı bir savunma biçimi olarak geliştiği ve insanın insan tarafından sömürüsünün başladığı yerde ortaya çıktığı kesindir. Baskı ve zorbalık altında olanların, kendilerini ifade etme, duyurma biçimidir açlık grevleri. Daha çok da başka bir çarenin kalmadığı koşullarda, bedenlerin bir silaha dönüşmesi, bir yaptırım aracı haline getirilmesidir. En çok zindanlarda gündeme gelmesi de bu yüzdendir. Kendini savunacak hiçbir silaha sahip olmayan tutsaklar, açlık grevine başvurmak zorunda kalmışlardır. Çünkü seslerini ancak bu şekilde duyurabilmişlerdir.
Zaten tarihte “siyasi hak arama mücadelesi” olarak ilk kez, Çarlık Rusya’sında Sibirya’ya sürgüne gönderilen mahkumlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Dünya çapında duyulması ve giderek birçok ülkeye yayılması ise, 1909 yılında İngiltere’de oy kullanma hakkı için, kadınların başlattıkları açlık grevi ile olmuştur. Bununla birlikte açlık grevi denilince ilk akla gelen isimlerin başında, Gandi vardır. Hindistan’da İngiliz sömürgesine karşı direnişin sembolü olan Gandi, birçok kez açlık grevi yapmış ve bu eylemler Hindistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden kurtulmasında önemli bir rol oynamıştır.
Açlık grevlerinin ölüm orucu halini alarak tüm dünyayı sarstığı eylemlerin başında ise, IRA militanlarının 1981 yılında gerçekleştirdikleri eylem gelir. O dönem milletvekili seçilen Baby Sans ve yoldaşları, İngiltere’nin İrlanda üzerindeki sömürü ve zulmüne, cezaevlerinde artan baskısına, tek tip elbise dayatmasına karşı ölüm orucuna başlarlar ve yaklaşık iki ay boyunca tüm dikkatleri üzerlerine çekerler. Dönemin İngiltere Başbakanı Theatcher’ın uzlaşmaz tutumu -ki o yüzden “demir lady” lakabını alacaktır- Baby Sans’ın da aralarında bulunduğu 10 IRA militanının ölümüne neden olur. Fakat Gandi’de “pasif eylem biçimi” olan açlık grevi, IRA militanlarının dışarıda silahlı ve kitlesel eylemleriyle birleşerek, son derece etkili bir eylem biçimine dönüşür.
Ülkemizde açlık grevleri, ölüm oruçları
Ülkemizde de açlık grevleri, asıl olarak cezaevleriyle özdeşleşmiştir. Nazım Hikmet’ten Deniz Gezmiş’lere kadar, birçok devrimci tutsak, zindanlarda açlık grevi yaparak taleplerini duyurmuşlardır. Ancak 12 Eylül’e kadar, bu grevler kısa sürelidir. Çoğu kez bir durumu protesto için yapılmış, ya da taleplerin kabulüyle veya elde edilemeyeceğine ikna edilerek bitirilmiştir.
12 Eylül’ün ilk aylarında da birçok cezaevinde açlık grevleri başlar, ama hepsi bir ayı bile bulmadan bir şekilde sonlanır. Tutsaklar da idare de açlık grevleri konusunda tecrübesizdirler. Başlangıçta 15 gün içinde ölüneceği düşünülmektedir. Daha sonra bu süre, bir aya çıkar. Doktorlar, tıbben bir kişinin sadece su içerek yaşam süresinin 15-20 gün olacağını söylemektedir. Bu yönde yapılan “bilimsel araştırmalar” bunu vermiştir. Fakat bu, “inanç faktörü” dışında tutularak yapılan bir deneysel sonuçtur.
IRA militanlarının ’81 yılında cezaevlerinde başlattıkları direniş, ülkemizdeki tutsaklar tarafından da ilgiyle takip edilir. O zamana kadar, en fazla bir aylık SAG’lar yapılmışken, IRA militanlarının direnişi, ölüm orucunu tutsakların gündemine sokacak ve kafalardaki sınırları parçalayacaktır. Çünkü IRA militanları 60’lı günlerde ölmüşlerdir.
İlk olarak Diyarbakır zindanında PKK’li tutsaklar ölüm orucuna başlarlar. Asıl talepleri işkencenin bitmesidir. İdarenin, bu konuda söz vermesiyle eylemi bitirirler. Fakat çok kısa bir süre sonra işkenceler eskisinden daha azgın biçimde yeniden başlar. Bunun üzerine bir kez daha ölüm orucuna gidilir. Ve ’82 Temmuz’unda başlayan eylemde, Kemal Pir, Hayri Durmuş, Ali Çiçek, Akif Yılmaz şehit düşer. Diyarbakır zindanında daha sonraki yıllarda da açlık grevleri, ölüm oruçları olacak ve birçok tutsak şehit düşecektir.
İstanbul cezaevlerinde ise, ’84 Nisanı’nda TİKB ve DS’li tutsaklar, kitlesel olarak başlattıkları açlık grevlerini, 45. günde ölüm orucuna çevirirler. Bu eylemde öne çıkan talep, idarenin “tek tip elbise” (TTE) dayatmasıdır. Tutsaklar, TTE dayatmasının ardından diğer faşist yaptırımların sökün edeceğini bildikleri için (diğer cezaevlerinde öyle olmuştur) barikatı TTE’de kurup, saldırıyı bu noktadan püskürtmek isterler. TİKB MK üyesi Mehmet Fatih Öktülmüş, DS militanları Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Hasan Telci şehit düşerler. TİKB’li tutsakların ilk ÖO ekibinde yer alan Aysel Zehir, bilinç yitimine uğrar ve bir daha eski haline dönemez. Fakat idare, onlara TTE giydirmeyi başaramaz, faşist yaptırımları uygulayamaz. Daha sonra başta İstanbul olmak üzere diğer cezaevlerinde de TTE uygulaması kalkacaktır.
Diyarbakır ve İstanbul cezaevlerindeki ölüm orucu eylemleri, faşizme boyun eğmektense ölümü yeğlemenin, en zor şartlar altında bile, bedenini bir silaha çevirip adım adım eriyerek, ölme pahasına direnişin onurlu yolunu açmıştır. Hatta PKK’nin ’84 yılında silahlı mücadeleyi başlatmasında, zindan direnişinin çok büyük bir rolü olduğu bilinir. Türkiye devrimci hareketi açısından da ’84 ÖO eylemi, içerde-dışarıda faşist cuntaya karşı en etkili eylem biçimi olmuş, tutsak yakınlarının örgütlenmesinin ilk nüvesi burada atılmıştır. Bu eylemlerden sonra cezaevlerinde faşist yaptırımlara karşı direnişler yaygınlaşmış ve sonunda kazanan tutsaklar olmuştur.
Fakat devletin cezaevlerine dönük saldırıları hiç bitmez. Yapılan eylemlerin sonucu olarak belli hakların elde edildiği ve görece daha rahat ortamların sağlandığı yıllar olmuştur, ama sınıf mücadelesi en sert biçimleriyle cezaevlerinde her zaman sürer. Çünkü orada işçi ve emekçilerin, ezilen halkların “öncü”leri vardır. Devlet, o “öncü”leri diz çöktürmek için olanca gücüyle yüklenir. Hem fiziki, hem psikolojik tüm yöntemleri devreye sokar. Tutsakların inançlarını yok etmek, davasına, halkına ve kendine güvenini bitirmek için her yolu dener.
‘90’lı yılların ortasından itibaren bu yolun en önemli aracı, “F Tipi Cezaevleri”dir. Bunlar, tek ve üç kişilik hücreler halinde, tam bir izolasyon altında, tutsakların kolektif hareketini önlemek, yalnızlaştırıp yok etmek için hazırlanan cezaevleridir. Tutsakların “tabutluk” adını verdiği bu cezaevlerine karşı ilk büyük eylem, ’96 yılında başlar. Yeni tutuklananların Eskişehir’de kurulan bu tabutluklara atılması üzerine, tüm cezaevlerinde devrimci tutsaklar ölüm orucuna başlarlar. Bir dönem Mehmet Ağar’ın, sonrasında Şevket Kazan’ın Adalet Bakanı olduğu bir sırada meydana gelen bu eylem, Eskişehir’deki tabutluğun kapatılmasıyla 69. gün sona erer. Fakat bu süre içinde 12 devrimci yaşamını yitirir, onlarcası sakat kalır.
Hücrelere karşı tutsakların ilk eylemi başarıyla sonuçlanmıştır, ama devlet bu cezaevlerini açmaktan vazgeçmemiştir. Bu kez burjuva medya aracılığıyla kara propagandayı son derece etkin biçimde devreye sokar. Bir yanda “otel gibi” diyerek hücrelerin reklamı yapılır, diğer yanda koğuş sisteminin zararları, “koğuş ağalığı”ndan, “uyuşturucu”ya kadar, kendilerinin müsebbibi oldukları sorunlar işlenerek ortaya dökülür. Bunların siyasi tutuklularla hiç ilgisi yoktur; ama hücreler asıl olarak siyasiler için hazırlanmıştır. Onlar hakkında demagoji ise hazırdır: “Cezaevleri terörist yetiştirme kampı oldu”, “sempatizan girip terörist çıkıyorlar” vb…
Burjuva medyada bu manşetleri atıp, F Tipi Cezaevlerine methiyeler düzenlerin bir kısmı, Ergenekon davasından tutuklanıp oralara atılınca, hücrelerin ne kadar insanlık dışı olduğuna dair kitaplar yazdılar. “Etme bulma dünyası” sözünü bir kez daha kanıtlarcasına…
2000 yılında tüm cezaevlerinde başlayan ölüm orucunda, devletin cezaevlerine saldırısıyla büyük bir katliam yaşandı. Katliam sırasında 28 kişi yaşamını yitirdi. F Tiplerine götürülen tutsaklar orada çok daha kitlesel bir şekilde ÖO’yu sürdürdüler. Arka arkaya ölümlerin başlamasıyla birlikte, devlet ölüm sınırına gelen tutsakları tahliye etmek zorunda kaldı. Bunların bir kısmı dışarıda da eyleme devam ettiler. Ve toplamda 122 kişi yaşamını yitirdi, birçoğu da geri dönülmez hastalıklara yakalandı.
Bütün bu belli başlı ölüm orucu eylemlerinin dışında defalarca uzun süreli açlık grevleri de yapılmıştır. Sonuç olarak dünyada belki de en fazla açlık grevi ve ölüm orucu yaşanan bir ülkedir Türkiye.
Sadece cezaevlerinde değil, dışarıda da bu eylem biçimi uygulandı, uygulanıyor. Bazı işçi eylemlerinde de gündeme geldi. İki yıl önceki Tekel direnişi hatırlardadır. Keza tek kişilik direnişlerde de açlık grevleri yapıldı. En son Cansel Malatyalı işine geri dönmek için açlık grevi yaptı. Elbette dışarıda çok daha farklı direniş yolları olduğu için, fazla tercih edilmemesi gereken bir eylem biçimidir. Ama komünistler, hiçbir direniş biçimini reddetmezler. İçinde bulunan koşullar, hangi biçimi gerektiriyorsa, onu devreye sokarlar. Buna rağmen SAG ve ÖO asıl olarak tutsakların eylemidir. Çünkü onların direniş biçimleri sınırlıdır ve seslerini en güçlü ve en uzun süreli, böyle duyurabilmektedirler.
SAG ve ÖO Talepleri
PKK’li tutsakların açlık grevi, “talepler” tartışmasını da beraberinde getirdi. Bir yandan Kürt basını “ilk kez siyasi talepli açlık grevi” diyerek, öncekilerin bu yönlü talepleri görmezden geldi; diğer yandan egemen sınıf sözcüleri ve burjuva liberaller tarafından “açlık grevlerinde siyasi talep olmamalı” söylemleri arttı.
Açık ki, her iki yaklaşım da doğru değildir. Birincisi, gerek ’84 yılında, gerekse ’96 ve 2000 yıllarındaki ÖO eylemlerinde “siyasi talepler” ileri sürülmüştür. ’84 yılında TİKB’li tutsaklar, cezaevine dönük taleplerin dışında, o yıllarda arka arkaya gerçekleşen idamlara karşı “idamlar kaldırılsın” talebini de dile getirdiler. ’96 ve 2000 yıllarında ise, işçi-emekçilerin çalışma koşullarından, anti-emperyalist taleplere kadar bir dizi talep sıralanmıştı. Hatta 2000 yılında siyasi taleplerin çokluğu sorun olmuş, bunlar direnişin ilerleyen günlerinde sınırlanmıştır.
Elbette asıl odaklanan nokta, ‘84’te TTE iken, ’96 ve 2000 yılında “hücre tipi cezaevleri”dir. Yani tutsaklar, doğrudan yüz yüze kaldıkları sorunları öne çıkarmışlardır. Fakat bu, diğer talepleri yok saymak anlamına gelmez. Somut, elde edilebilir taleplerin yanı sıra, propagandif amaçlı siyasi talepler de ileri sürül müştür. Birinci kısımda yer alanlar, SAG veya ÖO’nun bitirilmesi için yerine getirilmesi gereken zorunlu maddeler iken, ikinci kısımda yer alanlar, gündeme alınmasını, tartışılmasını sağlamak ve bu yönde bir kamuoyu oluşturmak için konulmuştur. Egemenler, bazen ikinci bölümdeki talepleri öne çıkararak “bunlar kabul edilemez maddeler” demagojisini yapmışlardır. Ancak tutsaklar, asıl somut talepler üzerinde yoğunlaşmış, diğerlerini de bu şekilde tartıştırmayı başarmıştır.
İşin diğer bir yanı, devletin genel bir uygulamasına karşı toplu bir direniş örgütleniyorsa, bunun doğrudan “siyasi” bir nitelik taşıyacağıdır. Marks’ın deyimiyle; 8 saatlik işgünü için bir fabrikadaki direniş, “ekonomik mücadele” kapsamında iken, tüm ülkedeki işçilerin 8 saatlik işgünü için direnişi, “siyasi” bir niteliğe sahiptir. Çünkü işçilere dönük bir yasanın, -bir fabrikada değil- tüm ülkede kaldırılması talep ediliyordur. Böylece karşısına tek tek patronları değil, doğrudan devleti alıyordur.
F Tipi Cezaevleri de, burjuvazinin tüm tutsaklara yönelmiş genel bir politikasıydı. Ve tutsaklar, toplu halde F Tipleri için direnişe geçtiklerinde, doğrudan siyasal mücadele veriyorlardı. Dolayısıyla ’96 ve 2000 yıllarındaki ÖO eylemleri, tamamen siyasi nitelikteydi. Zaten son derece şiddetli, kıran kırana bir çarpışma biçiminde geçmesinde, bunun önemli bir rolü vardır. Aynı durum Tekel işçilerinin 4-C yasasını kaldırmak için başlattıkları direniş için de geçerlidir.
Kısacası PKK’li tutsaklar, “ilk kez siyasi taleple açlık grevi” yapmıyorlar. Fakat bütün taleplerin Kürt sorunu ile sınırlı olması ve tutsakların yaşam koşullarıyla ilgili hiçbir talebin yer almaması yönüyle bir “ilk”i oluşturuyorlar. Ama bu durum, bugünkü açlık grevini eksik ve zayıf düşüren bir yöndür. Hem egemenlerin demagoji zeminini güçlendirmesi bakımından, hem de -ve daha önemli olarak- tüm tutsakları, Türkiye işçi ve emekçilerini kapsamaması bakımından böyledir.
Adalet Bakanı başta olmak üzere hükümet sözcüleri, ısrarla açlık grevinin talepleri arasında cezaevi koşullarıyla ilgili bir durum olmadığını belirtiyorlar. Cezaevi koşullarında bir sorun olmadığını, bununla ilgili bir talep olsa düzeltebileceklerini söyleyerek, varolan durumu meşrulaştırıyor, aklıyorlar. Oysa Türkiye’deki cezaevi koşulları, belki de en kötü dönemini yaşıyor. Kapasitesinin çok üzerindeki yığılma ile, tutsakların yatacak yer bulamadığı, o yüzden kavgaların, isyanların çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Soyarak aramanın dayatıldığı, disiplin cezalarının yağdığı, infazların yakıldığı, tutsaklar arasında “göz teması”nın dahi yasaklandığı, ailelere bile görüş yasağı verildiği bir dönemden… Böyle bir dönemde, tutsakların koşullarına dair tek bir talebi koymamak, en azından genel olarak “tecridin kaldırılması”nı istememek, doğru olmamıştır.
Elbette ki, Öcalan üzerindeki tecrit, özel olarak ağırlaştırılmış bir tecrittir ve onu en başa yazmak gerekir. Fakat bu, diğer tutsakların durumunu hafifsetmez, genel olarak tecride karşı mücadeleyi ortadan kaldırmaz. Diğer yandan Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesi, onun üzerindeki tecridin kaldırıldığı anlamına da gelmez. Öyle ki, başlangıçta “Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması” talebi, şimdi avukatlarının görüştürülmesi talebine kadar geri çekilmiş durumdadır. Zaten daha önce Öcalan avukatlarıyla görüştürülüyordu, ama yine ağır bir tecrit altındaydı. Doğru slogan “Öcalan’a özgürlük” olmalıdır. Somut talep ise “ev hapsi”dir, en gerisinden İmralı’nın kapatılıp oradaki tüm tutsakların herhangi bir cezaevine nakledilmesidir. Bu gerçekleşmediğinde, Öcalan üzerindeki (yanındaki tutsakların da), ağırlaştırılmış tecrit devam ediyor demektir.
“Anadilde savunma” konusunda AKP adım atmak zorunda kalmıştır. Kürt tutsakların mahkemeleri bundan dolayı, zaten tıkanmış durumdaydı. Son olarak açlık grevinde bu talebin ileri sürülmesi, süreci hızlandırdı ve AKP bu yönde bir tasarı hazırladı. “Anadilde eğitim” konusu ise, şimdilik “seçmeli ders” ile geçiştiriliyor ama bu noktada da açık kapı bırakılıyor. Hem okul boykotları, hem de açlık grevi, “anadilde eğitim” meselesini daha fazla konuşulur ve gerçekleşebilir kıldı.
Gerek öncekiler, gerekse PKK’li tutsakların son açlık grevi, bu tür eylemlerde “siyasi taleplerin olmaması” savını, pratik olarak da çürütüyor. SAG ve ÖO’da siyasi talepler tabi ki olmalıdır. Bunların bir kısmı karşılanır, bir kısmı ise kitlelerdeki bilinç dönüşümüne ve devletin zorlanmasına hizmet eder. Ki bugüne dek ileri sürülen “siyasi talepler”, bunu somut olarak da göstermiştir.
Açlık grevinde kafa karışıklığı
Açlık grevi konusundaki kafa karışıklığı ve çarpıtmalar, sadece tarihi ve talepleri ile sınırlı değil. Açlık grevinin süresi, “ölüm sınırı”, SAG ve ÖO ile arasındaki fark, vb. birçok konuda sürmektedir.
Genel olarak açlık grevi, hiçbir şey yemeden, sadece su, tuz ve şeker ile sürdürülen bir eylem biçimidir. Çay ve sigara içilmektedir. Ancak ilerleyen günlerde mide bunları da kabul etmez. Süresiz açlık grevi, ya da ölüm orucunun farkı, içilen-alınan şeylerde değil, eylemin içeriğindedir.
Açlık grevi, bir olayı, bir durumu protesto etmek için yapılıyorsa, önceden kaç gün yapılacağı bellidir. 3 günlük, bir haftalık protesto açlık grevleri çok yapılmıştır. Bu bazen açıkça deklare edilir, bazense sadece yapanlar tarafından bilinir. Ama sonuçta süresi bellidir. Süresiz açlık grevinde ise, çeşitli talepler sıralanmıştır ve onların karşılanması istenmektedir. Dolayısıyla süresi, karşı tarafın bu konuda atacağı adımlara göre belirlenecektir. Elbette onun da bir sınırı vardır ki, bu sınır artık “geri dönülemez nokta” denilen, bir zamanlar bir ay, sonrası deneyimler sonucu 60 güne çıkan süredir. SAG’a başlayanlar, kendi içinde o sınırı saptayıp, o güne dek devam ederler. Fakat ileri sürülen taleplerin ancak ölümlerle gerçekleşeceği düşünülüyorsa ve zaten ölümü göze alarak eyleme başlanmışsa, ya baştan ÖO’yu ilan ederler, ya da SAG’ın belli bir gününde eylemlerini ÖO’ya çevirdiklerini duyururlar.
PKK’li tutsaklar, eylemlerine “süresiz-dönüşümsüz açlık grevi” demişlerdir, ölüm orucu değil. Fakat bazı yerlerde “ölüm orucu” olarak da geçmektedir. Başbakan Erdoğan da “sadece bir kişi ölüm orucunda” diyerek, durumu ciddi olan sadece bir kişiymiş gibi yansıtmaktadır. Oysa SAG ya da ÖO; ilerleyen günlerde hepsi için ölüm riski bulunmaktadır. ÖO’da ölüm kararlılığı baştan ilan edilmiştir. SAG da, ise her an bitirme olasılığı açık bırakılmıştır. Fark budur, ama ölüm her iki biçimde de yaşanabilir. Direnişçilerin sağlık ve moral durumları, içinde bulunduğu koşullar, ölüm süresini belirlemektedir.
Sonuç olarak, AG, SAG, ÖO gibi birbirine yakın fakat farkları da olan bu eylem biçimlerini, yerli yerine kullanmak, sulandırmamak önemlidir. Bu, hem kitleye verilen mesajlar yönüyle, hem de devletin eylemin ciddiyetini ele almasını sağlamak yönüyle gereklidir. Tabi her şeyden önce eylemi yapanların kendilerine duydukları saygı bunu gerektirir.
Diğer bir nokta, “ölüm sınırı”yla ilgili yapılan farklı açıklamalardır. 30’lu günlerden itibaren hemen her gün için, “ölüm sınırı” denilmektedir. Kitleleri galeyana getirmek ya da devleti zorlamak amacıyla yapılan bu tür abartılı değerlendirmeler, inandırıcılığı kaybettirir. Oysa 12 Eylül yıllarında gerçekleşen ÖO eylemlerinde bu “sınır”ın 60’lı günler olduğu ortaya çıktı. Bunu devlet de çok iyi bilmektedir. (’84 yılında Metris ve Sağmalcılar’daki ölüm orucu sırasında, doktorlar “siz bilimi alt-üst ettiniz” demişlerdir. Çünkü direnişçiler, en ağır şartlar altında 70’li günlere kadar yaşamıştır.)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu “sınır” koşullara göre değişmiştir. ’96’da yaz aylarında, üstelik de aşırı sıcaklarda gerçekleştirilen ÖO eyleminde, vücudun terlemeyle de artan aşırı sıvı kaybı ölümleri hızlandırmıştır. 2000’li yıllarda ise, açlık grevinin yaz ayları yerine kışın başlaması, kendiliğinden olumlu bir etki yaratmış, vücudun su kaybını azaltmış, bu nedenle ölüm süresini uzatmıştır mesela. Keza daha önceki grevlerden tecrübe kazanan doktorlar ve tutsaklar, “doğru bildikleri yanlışları” düzelterek, daha uzun yaşamayı sağlamışlardır. Örneğin önceden açlık grevine giren kişinin hareketsiz kalması, fazla efor sarfetmemesi gerektiği doğru bilinir ve öyle davranılırken; sonradan, hareket halinde olmanın vücudu daha dinç tuttuğu görülmüş ve eylemciler güçleri yettiği oranda hareket etmişlerdir. En önemlisi de “su-tuz-şeker dengesi” denilen oranın tespit edilmesi ve her eylemciye bu oranda verilmesidir. Bitkisel çayların da içilmesiyle, bu süre 200’lü günlere kadar uzamıştır.
Asıl önemli olan ise B-1’in beyin hücreleri açısından yaşamsal öneminin keşfedilmesi ve B-1 alınmaya başlanmasıdır. Böylece daha önceki ÖO’larda 60’lı günlerden itibaren başlayan bilinç kaybı ve devletin böyle anlarda direnişçiye zorla serum vererek eylemi kırma çabasıyla ortaya çıkan sakatlıklar, olabildiğince aşağıya çekilmiştir. ÖO’nun başından itibaren B-1 alan direnişçiler, ölüm anına kadar bilinç yitimi yaşamamışlardır. Sanıldığının aksine B-1’in en önemli misyonu ölüm süresini uzatmak değil, Wernice-Korsakof (hafıza kaybı ve kasların kontrolünün kaybı) hastalığını önlemektir. Bu yanıyla da direnişçilerin sağlığı ve eylemin gidişatı bakımından son derece önemlidir.
Bugünkü açlık grevinde devletin B-1’i vermemesi, hatta ailelerinden gelen B-1’lere bile el koyması, başlı başına çok ciddi bir saldırıdır. Amaç, tutsakların bilincini kaybetmelerini sağlamak ve o anda müdahalede bulunmaktır ki, böyle bir durumda ölümden çok sakatlar çıkacaktır. Doktorların da bu duruma tepki vermeleri ve B-1’in tutsaklara verilmesini mutlaka sağlamaları gerekir.
Tutsaklar ve doktorlar, on yıllardır süren SAG ve ÖO eylemlerinin deneyimine sahiptirler. Neyin doğru olduğunu, neyin, ne kadar alınıp alınmaması gerektiğini en iyi onlar bilirler. Elbette devlet de bu konuda tecrübe edinmiştir. Onlar da eylemi bir şekilde kırmanın ve tutsakları sakat bırakmanın derdindedirler. Bu, eylem boyunca süren bir savaştır. Ve her aşaması büyük bir gerilim içinde kıran kırana süren bir savaş…
Egemenler, psikolojik savaştan fiili saldırılara kadar her yolu deneyerek eylemi bitirmeye çalışırlar. Bugün de yapmaya çalıştıkları budur. “Şov yapıyorlar”dan, idam tehdidine, B-1 verilmemesinden, müdahale hazırlığına kadar, bu çok açık biçimde görülmektedir. Tutsaklar ise talepleri kabul edene dek direnişlerini sürdürmeye ve zaferle taçlandırmaya kilitlenmişlerdir. Bazen “ölümün adı”dır zafer, bazen somut bir kazanımdır. Önemli olan, her aşamada kararlı olmak, düşmanın bile saygısını kazanmaktır. Bütün demagojileri tuzla-buz edecek olan tek şey, bu duruştur.
2000’deki ÖO’da yukarı sıraladığımız faktörlerin toplamı olarak yaşam süresi uzamış, devletin “yiyorlar” demagojisi de artmıştı. Ancak ölüm, 100’lü günlerden itibaren peş peşe geldi ve kitlesel bir hale dönüştü. Devlet, ölüm sınırındaki direnişçileri tahliye etmek zorunda kaldı. Bu onlar adına büyük bir geri adım, tutsaklar adına ise siyasi bir zaferdi.
Diğer yandan 2000’den itibaren “ölüm sınırı”nın günler üzerinden belirlenmesi durumu da değişti. Bilimsel olarak, direnişçilerin eyleme başlarkenki kilosunun yarısına kadar düştüğü noktanın “ölüm sınırı” olduğu belirlendi. Böylece şu ya da bu gün olmaktan çıktı, her direnişçinin kilosuna, bünyesine ve vücut direncine göre belirlenir oldu. Elbette direnişçilerin, başta mide rahatsızlıkları olmak üzere önceki hastalıklarının böyle zamanlarda tetiklenmesi, ya da çeşitli yanlış müdahaleler, bu süreyi kısaltabilir ve ölüm her an gelebilir. Ya da direnişçiler, devletin tutumuna göre, suyu bile keserek ölümü hızlandırabilirler. Bu, her eylemin kendine özgü koşulları içinde gündeme gelebilecek ve değerlendirilecek şeylerdir.
Sonuç olarak
PKK’li tutsakların üç talebi, (Öcalan’ın tecridine son verilmesi, anadilde savunma, anadilde eğitim) demokratik, aynı zamanda siyasi taleplerdir ve desteklenmelidir. Fakat tüm tutsakların koşullarına dönük bir talep ile Türkiye genelini kapsayan demokratik bir talebin olmaması yönüyle eksiktir. “Öcalan ve tüm tutsaklar üzerindeki tecride son”, “Zindanlar Yıkılsın, Tutsaklara Özgürlük” sloganlarıyla birlikte, bu eylemlere katılmalı, destek ve dayanışma yükseltilmelidir.
PKK’li tutsakların, ’96 ve 2000 yıllarındaki tüm cezaevlerini kapsayan ÖO eylemlerine katılmamaları, PKK’nin geçmiş çizgisini terk ederek, “siyasal çözüm” kulvarına girmesiyle bağlantılı gelişmiştir. O yıllardan bu yana cezaevlerinde de uzlaşmacı-teslimiyetçi bir çizgi izlemişler ve bu durum, genel olarak tutsakların mücadelesini zayıf düşürmüş, PKK’li tutsaklar ile devrimci tutsaklar arasında mesafenin açılmasına neden olmuştur.
Bugün ise PKK’li tutsaklar, sadece Kürt sorunuyla ilgili taleplerle açlık grevindedir. Diğer devrimci tutsaklar, siyasal görüşleri doğrultusunda, eyleme şu veya bu oranda destek vermektedirler. Ancak devletin açlık grevindeki tutsaklara saldırısı ya da şehitlerin gündeme gelmesi durumunda, hepsi buna karşı ortak bir duruş sergileyecektir. Komünist ve devrimciler, ulusal hareketin sınırlılığını ve zaaflarını bilerek, eleştirilerini-uyarılarını ortaya koyarak, desteğini sunar ve devletin saldırıları karşısında asla yalnız bırakmaz. Bugünkü açlık grevine de bu perspektifle yaklaşır.
Eylem 40’lı günlerden itibaren, diğer kesimlerin katılımıyla dışarıda güçlü bir sahiplenişe sahiptir. Hemen her gün, başta Kürt bölgeleri olmak üzere, birçok yerde kitle gösterileri olmakta, toplu açlık grevleriyle destekler artmaktadır. Aydın ve sanatçılardan, öğrenci ve akademisyenlere, sendikalardan kitle örgütlerine kadar yaygın bir direniş ağı örülmüştür. Yurt içinde olduğu kadar, yurtdışında da eylemler sürmekte, uluslararası dayanışma büyümektedir. Son olarak BDP’li milletvekillerinin de açlık grevine başlamaları, devlet üzerindeki baskıları yoğunlaştıracaktır.
Bütün bunlar eylemin güçlü yanlarını oluşturuyor. Onun dört duvar arasında kalmayıp sokağa çıktığını, kitlelere mal olduğunu gösteriyor. Her ne kadar talepler, Öcalan’ın avukatıyla görüştürülmesi noktasına çekilmişse de, anadilde savunmanın meclise getirilmesi ve anadilde eğitimin zeminin güçlenmesi yönüyle belli sonuçlar alındığını ortadadır. Buna karşın devlet, sınır-içi ve sınırötesi operasyonları arttırarak, attığı geri adımları kamufle etme çabası içindedir.
Gelinen noktada mesele, eylemin finalinin doğru zamanda ve doğru bir şekilde gerçekleşmesi, başta Kürt halkı olmak üzere tüm sömürülen, ezilen kesimlerde moral ve coşkuyu, kendine güveni arttıracak bir şekilde sonuçlanmasıdır.
Açlık grevleri üzerine
PKK’li tutsakların 12 Eylül’de başlattıkları süresiz açlık grevi, yeniden açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını gündemin en önemli maddesi haline getirdi. Açlık grevlerinin tarihi, ölüm orucu ile farkı, süresi, talepleri vb. çeşitli yönleriyle konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Burjuva medyada, açlık grevleri üzerine haberler ve yorumlar arttı.
Fakat bunların büyük çoğunluğu, çarpık, eksik ve yanlıştır. Özellikle açlık grevlerinin tarihi ile ilgili, Gandi’den IRA’ya, hatta Filistinli tutsaklara kadar birçok örnek verilirken, ülkemizdeki süresiz açlık grevleri (SAG) ve ölüm oruçları (ÖO) hakkında tek bir kelime edilmemesi dikkat çekicidir. Sanırsınız ki, bu topraklarda bugüne dek hiç SAG ve ÖO yaşanmamıştır. Bu bilinçli bir karartma, belleklerden silme çabasıdır.
Ama nafile! Çünkü ülkemiz SAG ve ÖO eylemleri yönüyle, dünyada eşine az rastlanır bir zenginliğe sahiptir. Öncesi bir yana, 12 Eylül sonrasında onlarca kez SAG, birçok kez de ÖO yaşandı. En sonu 2000 yılında devrimci tutsakların ülke çapında gerçekleştirdikleri ölüm orucu eylemi vardır ki, devletin “hayata dönüş” adını verdiği tüm cezaevlerine aynı andaki saldırısıyla, toplam 122 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Gerek yankıları ve sonuçları bakımından, gerekse de 10 yıl kadar önce yaşanmış olması yönüyle, hiç de unutulacak, üstünden atlanıp geçilecek, bir eylem değildir. Fakat tıpkı 12 Eylül yıllarında olduğu gibi, burjuva kalemşorlar bugün de, yurtdışında yapılanları bir bir sıralarken, ülke içinde yapılanlara kör, sağır ve dilsizdirler.
SAG ve ÖO tarihi konusunda çok bariz bir şekilde sırıtan bu yaklaşım, SAG ile ÖO arasındaki farktan, bugüne dek yaşanan SAG ve ÖO’lardaki taleplerin çarpıtılmasına kadar uzanıyor. Bunda Kürt hareketinin yaklaşımının da rolü olduğunu belirtmek zorundayız.
Bütün bunlar, SAG-ÖO tarihi, ele alınış tarzı, talepleri ile ilgili doğru bilgilenmeyi ve tarihsel gerçekleri hatırlatmayı gerekli kılıyor.
Tarihteki önemli açlık grevleri
Medyada son günlerde en fazla yazılıp-konuşulan konulardan biri, açlık grevlerinin tarihidir. Bu konuda iddialar muhtelif. Kimileri peygamberler dönemine kadar dayandırıyor. Zülküf Peygamber ve ona inanan birkaç kişinin, ilk açlık grevi eylemini başlatanlar olduğu söyleniyor mesela. Tiranların yalan ve zulmüyle halkın bozulduğu ve Zülküf Peygamber’i dinlemez hale geldikleri, bunun üzerine peygamberin yanına birkaç arkadaşını alarak bir mağaraya çekildiği, halka da “sizler tövbe edinceye, doğruya, iyiye, güzele inanıncaya kadar kendimizi aç tutacağız” dediği rivayet olunur. Halk önce buna inanmaz, fakat aradan günler geçtikçe telaşlanmaya başlar. Bu kez egemenlerin üzerine yürürler, onların saraylarını taşlarlar. Kırkıncı günde ise, mağaranın önüne gelip, tövbe ettiklerini duyururlar. Zülküf Peygamber ile arkadaşları, o zaman mağaradan çıkarak eylemlerini sona erdirir.
Tarihteki ilk açlık grevi, gerçekten de Zülküf Peygamber’in eylemi midir bilinmez, ancak açlık grevinin, egemenlere karşı bir savunma biçimi olarak geliştiği ve insanın insan tarafından sömürüsünün başladığı yerde ortaya çıktığı kesindir. Baskı ve zorbalık altında olanların, kendilerini ifade etme, duyurma biçimidir açlık grevleri. Daha çok da başka bir çarenin kalmadığı koşullarda, bedenlerin bir silaha dönüşmesi, bir yaptırım aracı haline getirilmesidir. En çok zindanlarda gündeme gelmesi de bu yüzdendir. Kendini savunacak hiçbir silaha sahip olmayan tutsaklar, açlık grevine başvurmak zorunda kalmışlardır. Çünkü seslerini ancak bu şekilde duyurabilmişlerdir.
Zaten tarihte “siyasi hak arama mücadelesi” olarak ilk kez, Çarlık Rusya’sında Sibirya’ya sürgüne gönderilen mahkumlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Dünya çapında duyulması ve giderek birçok ülkeye yayılması ise, 1909 yılında İngiltere’de oy kullanma hakkı için, kadınların başlattıkları açlık grevi ile olmuştur. Bununla birlikte açlık grevi denilince ilk akla gelen isimlerin başında, Gandi vardır. Hindistan’da İngiliz sömürgesine karşı direnişin sembolü olan Gandi, birçok kez açlık grevi yapmış ve bu eylemler Hindistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden kurtulmasında önemli bir rol oynamıştır.
Açlık grevlerinin ölüm orucu halini alarak tüm dünyayı sarstığı eylemlerin başında ise, IRA militanlarının 1981 yılında gerçekleştirdikleri eylem gelir. O dönem milletvekili seçilen Baby Sans ve yoldaşları, İngiltere’nin İrlanda üzerindeki sömürü ve zulmüne, cezaevlerinde artan baskısına, tek tip elbise dayatmasına karşı ölüm orucuna başlarlar ve yaklaşık iki ay boyunca tüm dikkatleri üzerlerine çekerler. Dönemin İngiltere Başbakanı Theatcher’ın uzlaşmaz tutumu -ki o yüzden “demir lady” lakabını alacaktır- Baby Sans’ın da aralarında bulunduğu 10 IRA militanının ölümüne neden olur. Fakat Gandi’de “pasif eylem biçimi” olan açlık grevi, IRA militanlarının dışarıda silahlı ve kitlesel eylemleriyle birleşerek, son derece etkili bir eylem biçimine dönüşür.
Ülkemizde açlık grevleri,
ölüm oruçları
Ülkemizde de açlık grevleri, asıl olarak cezaevleriyle özdeşleşmiştir. Nazım Hikmet’ten Deniz Gezmiş’lere kadar, birçok devrimci tutsak, zindanlarda açlık grevi yaparak taleplerini duyurmuşlardır. Ancak 12 Eylül’e kadar, bu grevler kısa sürelidir. Çoğu kez bir durumu protesto için yapılmış, ya da taleplerin kabulüyle veya elde edilemeyeceğine ikna edilerek bitirilmiştir.
12 Eylül’ün ilk aylarında da birçok cezaevinde açlık grevleri başlar, ama hepsi bir ayı bile bulmadan bir şekilde sonlanır. Tutsaklar da idare de açlık grevleri konusunda tecrübesizdirler. Başlangıçta 15 gün içinde ölüneceği düşünülmektedir. Daha sonra bu süre, bir aya çıkar. Doktorlar, tıbben bir kişinin sadece su içerek yaşam süresinin 15-20 gün olacağını söylemektedir. Bu yönde yapılan “bilimsel araştırmalar” bunu vermiştir. Fakat bu, “inanç faktörü” dışında tutularak yapılan bir deneysel sonuçtur.
IRA militanlarının ’81 yılında cezaevlerinde başlattıkları direniş, ülkemizdeki tutsaklar tarafından da ilgiyle takip edilir. O zamana kadar, en fazla bir aylık SAG’lar yapılmışken, IRA militanlarının direnişi, ölüm orucunu tutsakların gündemine sokacak ve kafalardaki sınırları parçalayacaktır. Çünkü IRA militanları 60’lı günlerde ölmüşlerdir.
İlk olarak Diyarbakır zindanında PKK’li tutsaklar ölüm orucuna başlarlar. Asıl talepleri işkencenin bitmesidir. İdarenin, bu konuda söz vermesiyle eylemi bitirirler. Fakat çok kısa bir süre sonra işkenceler eskisinden daha azgın biçimde yeniden başlar. Bunun üzerine bir kez daha ölüm orucuna gidilir. Ve ’82 Temmuz’unda başlayan eylemde, Kemal Pir, Hayri Durmuş, Ali Çiçek, Akif Yılmaz şehit düşer. Diyarbakır zindanında daha sonraki yıllarda da açlık grevleri, ölüm oruçları olacak ve birçok tutsak şehit düşecektir.
İstanbul cezaevlerinde ise, ’84 Nisanı’nda TİKB ve DS’li tutsaklar, kitlesel olarak başlattıkları açlık grevlerini, 45. günde ölüm orucuna çevirirler. Bu eylemde öne çıkan talep, idarenin “tek tip elbise” (TTE) dayatmasıdır. Tutsaklar, TTE dayatmasının ardından diğer faşist yaptırımların sökün edeceğini bildikleri için (diğer cezaevlerinde öyle olmuştur) barikatı TTE’de kurup, saldırıyı bu noktadan püskürtmek isterler. TİKB MK üyesi Mehmet Fatih Öktülmüş, DS militanları Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Hasan Telci şehit düşerler. TİKB’li tutsakların ilk ÖO ekibinde yer alan Aysel Zehir, bilinç yitimine uğrar ve bir daha eski haline dönemez. Fakat idare, onlara TTE giydirmeyi başaramaz, faşist yaptırımları uygulayamaz. Daha sonra başta İstanbul olmak üzere diğer cezaevlerinde de TTE uygulaması kalkacaktır.
Diyarbakır ve İstanbul cezaevlerindeki ölüm orucu eylemleri, faşizme boyun eğmektense ölümü yeğlemenin, en zor şartlar altında bile, bedenini bir silaha çevirip adım adım eriyerek, ölme pahasına direnişin onurlu yolunu açmıştır. Hatta PKK’nin ’84 yılında silahlı mücadeleyi başlatmasında, zindan direnişinin çok büyük bir rolü olduğu bilinir. Türkiye devrimci hareketi açısından da ’84 ÖO eylemi, içerde-dışarıda faşist cuntaya karşı en etkili eylem biçimi olmuş, tutsak yakınlarının örgütlenmesinin ilk nüvesi burada atılmıştır. Bu eylemlerden sonra cezaevlerinde faşist yaptırımlara karşı direnişler yaygınlaşmış ve sonunda kazanan tutsaklar olmuştur.
Fakat devletin cezaevlerine dönük saldırıları hiç bitmez. Yapılan eylemlerin sonucu olarak belli hakların elde edildiği ve görece daha rahat ortamların sağlandığı yıllar olmuştur, ama sınıf mücadelesi en sert biçimleriyle cezaevlerinde her zaman sürer. Çünkü orada işçi ve emekçilerin, ezilen halkların “öncü”leri vardır. Devlet, o “öncü”leri diz çöktürmek için olanca gücüyle yüklenir. Hem fiziki, hem psikolojik tüm yöntemleri devreye sokar. Tutsakların inançlarını yok etmek, davasına, halkına ve kendine güvenini bitirmek için her yolu dener.
‘90’lı yılların ortasından itibaren bu yolun en önemli aracı, “F Tipi Cezaevleri”dir. Bunlar, tek ve üç kişilik hücreler halinde, tam bir izolasyon altında, tutsakların kolektif hareketini önlemek, yalnızlaştırıp yok etmek için hazırlanan cezaevleridir. Tutsakların “tabutluk” adını verdiği bu cezaevlerine karşı ilk büyük eylem, ’96 yılında başlar. Yeni tutuklananların Eskişehir’de kurulan bu tabutluklara atılması üzerine, tüm cezaevlerinde devrimci tutsaklar ölüm orucuna başlarlar. Bir dönem Mehmet Ağar’ın, sonrasında Şevket Kazan’ın Adalet Bakanı olduğu bir sırada meydana gelen bu eylem, Eskişehir’deki tabutluğun kapatılmasıyla 69. gün sona erer. Fakat bu süre içinde 12 devrimci yaşamını yitirir, onlarcası sakat kalır.
Hücrelere karşı tutsakların ilk eylemi başarıyla sonuçlanmıştır, ama devlet bu cezaevlerini açmaktan vazgeçmemiştir. Bu kez burjuva medya aracılığıyla kara propagandayı son derece etkin biçimde devreye sokar. Bir yanda “otel gibi” diyerek hücrelerin reklamı yapılır, diğer yanda koğuş sisteminin zararları, “koğuş ağalığı”ndan, “uyuşturucu”ya kadar, kendilerinin müsebbibi oldukları sorunlar işlenerek ortaya dökülür. Bunların siyasi tutuklularla hiç ilgisi yoktur; ama hücreler asıl olarak siyasiler için hazırlanmıştır. Onlar hakkında demagoji ise hazırdır: “Cezaevleri terörist yetiştirme kampı oldu”, “sempatizan girip terörist çıkıyorlar” vb…
Burjuva medyada bu manşetleri atıp, F Tipi Cezaevlerine methiyeler düzenlerin bir kısmı, Ergenekon davasından tutuklanıp oralara atılınca, hücrelerin ne kadar insanlık dışı olduğuna dair kitaplar yazdılar. “Etme bulma dünyası” sözünü bir kez daha kanıtlarcasına…
2000 yılında tüm cezaevlerinde başlayan ölüm orucunda, devletin cezaevlerine saldırısıyla büyük bir katliam yaşandı. Katliam sırasında 28 kişi yaşamını yitirdi. F Tiplerine götürülen tutsaklar orada çok daha kitlesel bir şekilde ÖO’yu sürdürdüler. Arka arkaya ölümlerin başlamasıyla birlikte, devlet ölüm sınırına gelen tutsakları tahliye etmek zorunda kaldı. Bunların bir kısmı dışarıda da eyleme devam ettiler. Ve toplamda 122 kişi yaşamını yitirdi, birçoğu da geri dönülmez hastalıklara yakalandı.
Bütün bu belli başlı ölüm orucu eylemlerinin dışında defalarca uzun süreli açlık grevleri de yapılmıştır. Sonuç olarak dünyada belki de en fazla açlık grevi ve ölüm orucu yaşanan bir ülkedir Türkiye.
Sadece cezaevlerinde değil, dışarıda da bu eylem biçimi uygulandı, uygulanıyor. Bazı işçi eylemlerinde de gündeme geldi. İki yıl önceki Tekel direnişi hatırlardadır. Keza tek kişilik direnişlerde de açlık grevleri yapıldı. En son Cansel Malatyalı işine geri dönmek için açlık grevi yaptı. Elbette dışarıda çok daha farklı direniş yolları olduğu için, fazla tercih edilmemesi gereken bir eylem biçimidir. Ama komünistler, hiçbir direniş biçimini reddetmezler. İçinde bulunan koşullar, hangi biçimi gerektiriyorsa, onu devreye sokarlar. Buna rağmen SAG ve ÖO asıl olarak tutsakların eylemidir. Çünkü onların direniş biçimleri sınırlıdır ve seslerini en güçlü ve en uzun süreli, böyle duyurabilmektedirler.
SAG ve ÖO Talepleri
PKK’li tutsakların açlık grevi, “talepler” tartışmasını da beraberinde getirdi. Bir yandan Kürt basını “ilk kez siyasi talepli açlık grevi” diyerek, öncekilerin bu yönlü talepleri görmezden geldi; diğer yandan egemen sınıf sözcüleri ve burjuva liberaller tarafından “açlık grevlerinde siyasi talep olmamalı” söylemleri arttı.
Açık ki, her iki yaklaşım da doğru değildir. Birincisi, gerek ’84 yılında, gerekse ’96 ve 2000 yıllarındaki ÖO eylemlerinde “siyasi talepler” ileri sürülmüştür. ’84 yılında TİKB’li tutsaklar, cezaevine dönük taleplerin dışında, o yıllarda arka arkaya gerçekleşen idamlara karşı “idamlar kaldırılsın” talebini de dile getirdiler. ’96 ve 2000 yıllarında ise, işçi-emekçilerin çalışma koşullarından, anti-emperyalist taleplere kadar bir dizi talep sıralanmıştı. Hatta 2000 yılında siyasi taleplerin çokluğu sorun olmuş, bunlar direnişin ilerleyen günlerinde sınırlanmıştır.
Elbette asıl odaklanan nokta, ‘84’te TTE iken, ’96 ve 2000 yılında “hücre tipi cezaevleri”dir. Yani tutsaklar, doğrudan yüz yüze kaldıkları sorunları öne çıkarmışlardır. Fakat bu, diğer talepleri yok saymak anlamına gelmez. Somut, elde edilebilir taleplerin yanı sıra, propagandif amaçlı siyasi talepler de ileri sürül müştür. Birinci kısımda yer alanlar, SAG veya ÖO’nun bitirilmesi için yerine getirilmesi gereken zorunlu maddeler iken, ikinci kısımda yer alanlar, gündeme alınmasını, tartışılmasını sağlamak ve bu yönde bir kamuoyu oluşturmak için konulmuştur. Egemenler, bazen ikinci bölümdeki talepleri öne çıkararak “bunlar kabul edilemez maddeler” demagojisini yapmışlardır. Ancak tutsaklar, asıl somut talepler üzerinde yoğunlaşmış, diğerlerini de bu şekilde tartıştırmayı başarmıştır.
İşin diğer bir yanı, devletin genel bir uygulamasına karşı toplu bir direniş örgütleniyorsa, bunun doğrudan “siyasi” bir nitelik taşıyacağıdır. Marks’ın deyimiyle; 8 saatlik işgünü için bir fabrikadaki direniş, “ekonomik mücadele” kapsamında iken, tüm ülkedeki işçilerin 8 saatlik işgünü için direnişi, “siyasi” bir niteliğe sahiptir. Çünkü işçilere dönük bir yasanın, -bir fabrikada değil- tüm ülkede kaldırılması talep ediliyordur. Böylece karşısına tek tek patronları değil, doğrudan devleti alıyordur.
F Tipi Cezaevleri de, burjuvazinin tüm tutsaklara yönelmiş genel bir politikasıydı. Ve tutsaklar, toplu halde F Tipleri için direnişe geçtiklerinde, doğrudan siyasal mücadele veriyorlardı. Dolayısıyla ’96 ve 2000 yıllarındaki ÖO eylemleri, tamamen siyasi nitelikteydi. Zaten son derece şiddetli, kıran kırana bir çarpışma biçiminde geçmesinde, bunun önemli bir rolü vardır. Aynı durum Tekel işçilerinin 4-C yasasını kaldırmak için başlattıkları direniş için de geçerlidir.
Kısacası PKK’li tutsaklar, “ilk kez siyasi taleple açlık grevi” yapmıyorlar. Fakat bütün taleplerin Kürt sorunu ile sınırlı olması ve tutsakların yaşam koşullarıyla ilgili hiçbir talebin yer almaması yönüyle bir “ilk”i oluşturuyorlar. Ama bu durum, bugünkü açlık grevini eksik ve zayıf düşüren bir yöndür. Hem egemenlerin demagoji zeminini güçlendirmesi bakımından, hem de -ve daha önemli olarak- tüm tutsakları, Türkiye işçi ve emekçilerini kapsamaması bakımından böyledir.
Adalet Bakanı başta olmak üzere hükümet sözcüleri, ısrarla açlık grevinin talepleri arasında cezaevi koşullarıyla ilgili bir durum olmadığını belirtiyorlar. Cezaevi koşullarında bir sorun olmadığını, bununla ilgili bir talep olsa düzeltebileceklerini söyleyerek, varolan durumu meşrulaştırıyor, aklıyorlar. Oysa Türkiye’deki cezaevi koşulları, belki de en kötü dönemini yaşıyor. Kapasitesinin çok üzerindeki yığılma ile, tutsakların yatacak yer bulamadığı, o yüzden kavgaların, isyanların çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Soyarak aramanın dayatıldığı, disiplin cezalarının yağdığı, infazların yakıldığı, tutsaklar arasında “göz teması”nın dahi yasaklandığı, ailelere bile görüş yasağı verildiği bir dönemden… Böyle bir dönemde, tutsakların koşullarına dair tek bir talebi koymamak, en azından genel olarak “tecridin kaldırılması”nı istememek, doğru olmamıştır.
Elbette ki, Öcalan üzerindeki tecrit, özel olarak ağırlaştırılmış bir tecrittir ve onu en başa yazmak gerekir. Fakat bu, diğer tutsakların durumunu hafifsetmez, genel olarak tecride karşı mücadeleyi ortadan kaldırmaz. Diğer yandan Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesi, onun üzerindeki tecridin kaldırıldığı anlamına da gelmez. Öyle ki, başlangıçta “Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması” talebi, şimdi avukatlarının görüştürülmesi talebine kadar geri çekilmiş durumdadır. Zaten daha önce Öcalan avukatlarıyla görüştürülüyordu, ama yine ağır bir tecrit altındaydı. Doğru slogan “Öcalan’a özgürlük” olmalıdır. Somut talep ise “ev hapsi”dir, en gerisinden İmralı’nın kapatılıp oradaki tüm tutsakların herhangi bir cezaevine nakledilmesidir. Bu gerçekleşmediğinde, Öcalan üzerindeki (yanındaki tutsakların da), ağırlaştırılmış tecrit devam ediyor demektir.
“Anadilde savunma” konusunda AKP adım atmak zorunda kalmıştır. Kürt tutsakların mahkemeleri bundan dolayı, zaten tıkanmış durumdaydı. Son olarak açlık grevinde bu talebin ileri sürülmesi, süreci hızlandırdı ve AKP bu yönde bir tasarı hazırladı. “Anadilde eğitim” konusu ise, şimdilik “seçmeli ders” ile geçiştiriliyor ama bu noktada da açık kapı bırakılıyor. Hem okul boykotları, hem de açlık grevi, “anadilde eğitim” meselesini daha fazla konuşulur ve gerçekleşebilir kıldı.
Gerek öncekiler, gerekse PKK’li tutsakların son açlık grevi, bu tür eylemlerde “siyasi taleplerin olmaması” savını, pratik olarak da çürütüyor. SAG ve ÖO’da siyasi talepler tabi ki olmalıdır. Bunların bir kısmı karşılanır, bir kısmı ise kitlelerdeki bilinç dönüşümüne ve devletin zorlanmasına hizmet eder. Ki bugüne dek ileri sürülen “siyasi talepler”, bunu somut olarak da göstermiştir.
Açlık grevinde kafa karışıklığı
Açlık grevi konusundaki kafa karışıklığı ve çarpıtmalar, sadece tarihi ve talepleri ile sınırlı değil. Açlık grevinin süresi, “ölüm sınırı”, SAG ve ÖO ile arasındaki fark, vb. birçok konuda sürmektedir.
Genel olarak açlık grevi, hiçbir şey yemeden, sadece su, tuz ve şeker ile sürdürülen bir eylem biçimidir. Çay ve sigara içilmektedir. Ancak ilerleyen günlerde mide bunları da kabul etmez. Süresiz açlık grevi, ya da ölüm orucunun farkı, içilen-alınan şeylerde değil, eylemin içeriğindedir.
Açlık grevi, bir olayı, bir durumu protesto etmek için yapılıyorsa, önceden kaç gün yapılacağı bellidir. 3 günlük, bir haftalık protesto açlık grevleri çok yapılmıştır. Bu bazen açıkça deklare edilir, bazense sadece yapanlar tarafından bilinir. Ama sonuçta süresi bellidir. Süresiz açlık grevinde ise, çeşitli talepler sıralanmıştır ve onların karşılanması istenmektedir. Dolayısıyla süresi, karşı tarafın bu konuda atacağı adımlara göre belirlenecektir. Elbette onun da bir sınırı vardır ki, bu sınır artık “geri dönülemez nokta” denilen, bir zamanlar bir ay, sonrası deneyimler sonucu 60 güne çıkan süredir. SAG’a başlayanlar, kendi içinde o sınırı saptayıp, o güne dek devam ederler. Fakat ileri sürülen taleplerin ancak ölümlerle gerçekleşeceği düşünülüyorsa ve zaten ölümü göze alarak eyleme başlanmışsa, ya baştan ÖO’yu ilan ederler, ya da SAG’ın belli bir gününde eylemlerini ÖO’ya çevirdiklerini duyururlar.
PKK’li tutsaklar, eylemlerine “süresiz-dönüşümsüz açlık grevi” demişlerdir, ölüm orucu değil. Fakat bazı yerlerde “ölüm orucu” olarak da geçmektedir. Başbakan Erdoğan da “sadece bir kişi ölüm orucunda” diyerek, durumu ciddi olan sadece bir kişiymiş gibi yansıtmaktadır. Oysa SAG ya da ÖO; ilerleyen günlerde hepsi için ölüm riski bulunmaktadır. ÖO’da ölüm kararlılığı baştan ilan edilmiştir. SAG da, ise her an bitirme olasılığı açık bırakılmıştır. Fark budur, ama ölüm her iki biçimde de yaşanabilir. Direnişçilerin sağlık ve moral durumları, içinde bulunduğu koşullar, ölüm süresini belirlemektedir.
Sonuç olarak, AG, SAG, ÖO gibi birbirine yakın fakat farkları da olan bu eylem biçimlerini, yerli yerine kullanmak, sulandırmamak önemlidir. Bu, hem kitleye verilen mesajlar yönüyle, hem de devletin eylemin ciddiyetini ele almasını sağlamak yönüyle gereklidir. Tabi her şeyden önce eylemi yapanların kendilerine duydukları saygı bunu gerektirir.
Diğer bir nokta, “ölüm sınırı”yla ilgili yapılan farklı açıklamalardır. 30’lu günlerden itibaren hemen her gün için, “ölüm sınırı” denilmektedir. Kitleleri galeyana getirmek ya da devleti zorlamak amacıyla yapılan bu tür abartılı değerlendirmeler, inandırıcılığı kaybettirir. Oysa 12 Eylül yıllarında gerçekleşen ÖO eylemlerinde bu “sınır”ın 60’lı günler olduğu ortaya çıktı. Bunu devlet de çok iyi bilmektedir. (’84 yılında Metris ve Sağmalcılar’daki ölüm orucu sırasında, doktorlar “siz bilimi alt-üst ettiniz” demişlerdir. Çünkü direnişçiler, en ağır şartlar altında 70’li günlere kadar yaşamıştır.)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu “sınır” koşullara göre değişmiştir. ’96’da yaz aylarında, üstelik de aşırı sıcaklarda gerçekleştirilen ÖO eyleminde, vücudun terlemeyle de artan aşırı sıvı kaybı ölümleri hızlandırmıştır. 2000’li yıllarda ise, açlık grevinin yaz ayları yerine kışın başlaması, kendiliğinden olumlu bir etki yaratmış, vücudun su kaybını azaltmış, bu nedenle ölüm süresini uzatmıştır mesela. Keza daha önceki grevlerden tecrübe kazanan doktorlar ve tutsaklar, “doğru bildikleri yanlışları” düzelterek, daha uzun yaşamayı sağlamışlardır. Örneğin önceden açlık grevine giren kişinin hareketsiz kalması, fazla efor sarfetmemesi gerektiği doğru bilinir ve öyle davranılırken; sonradan, hareket halinde olmanın vücudu daha dinç tuttuğu görülmüş ve eylemciler güçleri yettiği oranda hareket etmişlerdir. En önemlisi de “su-tuz-şeker dengesi” denilen oranın tespit edilmesi ve her eylemciye bu oranda verilmesidir. Bitkisel çayların da içilmesiyle, bu süre 200’lü günlere kadar uzamıştır.
Asıl önemli olan ise B-1’in beyin hücreleri açısından yaşamsal öneminin keşfedilmesi ve B-1 alınmaya başlanmasıdır. Böylece daha önceki ÖO’larda 60’lı günlerden itibaren başlayan bilinç kaybı ve devletin böyle anlarda direnişçiye zorla serum vererek eylemi kırma çabasıyla ortaya çıkan sakatlıklar, olabildiğince aşağıya çekilmiştir. ÖO’nun başından itibaren B-1 alan direnişçiler, ölüm anına kadar bilinç yitimi yaşamamışlardır. Sanıldığının aksine B-1’in en önemli misyonu ölüm süresini uzatmak değil, Wernice-Korsakof (hafıza kaybı ve kasların kontrolünün kaybı) hastalığını önlemektir. Bu yanıyla da direnişçilerin sağlığı ve eylemin gidişatı bakımından son derece önemlidir.
Bugünkü açlık grevinde devletin B-1’i vermemesi, hatta ailelerinden gelen B-1’lere bile el koyması, başlı başına çok ciddi bir saldırıdır. Amaç, tutsakların bilincini kaybetmelerini sağlamak ve o anda müdahalede bulunmaktır ki, böyle bir durumda ölümden çok sakatlar çıkacaktır. Doktorların da bu duruma tepki vermeleri ve B-1’in tutsaklara verilmesini mutlaka sağlamaları gerekir.
Tutsaklar ve doktorlar, on yıllardır süren SAG ve ÖO eylemlerinin deneyimine sahiptirler. Neyin doğru olduğunu, neyin, ne kadar alınıp alınmaması gerektiğini en iyi onlar bilirler. Elbette devlet de bu konuda tecrübe edinmiştir. Onlar da eylemi bir şekilde kırmanın ve tutsakları sakat bırakmanın derdindedirler. Bu, eylem boyunca süren bir savaştır. Ve her aşaması büyük bir gerilim içinde kıran kırana süren bir savaş…
Egemenler, psikolojik savaştan fiili saldırılara kadar her yolu deneyerek eylemi bitirmeye çalışırlar. Bugün de yapmaya çalıştıkları budur. “Şov yapıyorlar”dan, idam tehdidine, B-1 verilmemesinden, müdahale hazırlığına kadar, bu çok açık biçimde görülmektedir. Tutsaklar ise talepleri kabul edene dek direnişlerini sürdürmeye ve zaferle taçlandırmaya kilitlenmişlerdir. Bazen “ölümün adı”dır zafer, bazen somut bir kazanımdır. Önemli olan, her aşamada kararlı olmak, düşmanın bile saygısını kazanmaktır. Bütün demagojileri tuzla-buz edecek olan tek şey, bu duruştur.
2000’deki ÖO’da yukarı sıraladığımız faktörlerin toplamı olarak yaşam süresi uzamış, devletin “yiyorlar” demagojisi de artmıştı. Ancak ölüm, 100’lü günlerden itibaren peş peşe geldi ve kitlesel bir hale dönüştü. Devlet, ölüm sınırındaki direnişçileri tahliye etmek zorunda kaldı. Bu onlar adına büyük bir geri adım, tutsaklar adına ise siyasi bir zaferdi.
Diğer yandan 2000’den itibaren “ölüm sınırı”nın günler üzerinden belirlenmesi durumu da değişti. Bilimsel olarak, direnişçilerin eyleme başlarkenki kilosunun yarısına kadar düştüğü noktanın “ölüm sınırı” olduğu belirlendi. Böylece şu ya da bu gün olmaktan çıktı, her direnişçinin kilosuna, bünyesine ve vücut direncine göre belirlenir oldu. Elbette direnişçilerin, başta mide rahatsızlıkları olmak üzere önceki hastalıklarının böyle zamanlarda tetiklenmesi, ya da çeşitli yanlış müdahaleler, bu süreyi kısaltabilir ve ölüm her an gelebilir. Ya da direnişçiler, devletin tutumuna göre, suyu bile keserek ölümü hızlandırabilirler. Bu, her eylemin kendine özgü koşulları içinde gündeme gelebilecek ve değerlendirilecek şeylerdir.
Sonuç olarak
PKK’li tutsakların üç talebi, (Öcalan’ın tecridine son verilmesi, anadilde savunma, anadilde eğitim) demokratik, aynı zamanda siyasi taleplerdir ve desteklenmelidir. Fakat tüm tutsakların koşullarına dönük bir talep ile Türkiye genelini kapsayan demokratik bir talebin olmaması yönüyle eksiktir. “Öcalan ve tüm tutsaklar üzerindeki tecride son”, “Zindanlar Yıkılsın, Tutsaklara Özgürlük” sloganlarıyla birlikte, bu eylemlere katılmalı, destek ve dayanışma yükseltilmelidir.
PKK’li tutsakların, ’96 ve 2000 yıllarındaki tüm cezaevlerini kapsayan ÖO eylemlerine katılmamaları, PKK’nin geçmiş çizgisini terk ederek, “siyasal çözüm” kulvarına girmesiyle bağlantılı gelişmiştir. O yıllardan bu yana cezaevlerinde de uzlaşmacı-teslimiyetçi bir çizgi izlemişler ve bu durum, genel olarak tutsakların mücadelesini zayıf düşürmüş, PKK’li tutsaklar ile devrimci tutsaklar arasında mesafenin açılmasına neden olmuştur.
Bugün ise PKK’li tutsaklar, sadece Kürt sorunuyla ilgili taleplerle açlık grevindedir. Diğer devrimci tutsaklar, siyasal görüşleri doğrultusunda, eyleme şu veya bu oranda destek vermektedirler. Ancak devletin açlık grevindeki tutsaklara saldırısı ya da şehitlerin gündeme gelmesi durumunda, hepsi buna karşı ortak bir duruş sergileyecektir. Komünist ve devrimciler, ulusal hareketin sınırlılığını ve zaaflarını bilerek, eleştirilerini-uyarılarını ortaya koyarak, desteğini sunar ve devletin saldırıları karşısında asla yalnız bırakmaz. Bugünkü açlık grevine de bu perspektifle yaklaşır.
Eylem 40’lı günlerden itibaren, diğer kesimlerin katılımıyla dışarıda güçlü bir sahiplenişe sahiptir. Hemen her gün, başta Kürt bölgeleri olmak üzere, birçok yerde kitle gösterileri olmakta, toplu açlık grevleriyle destekler artmaktadır. Aydın ve sanatçılardan, öğrenci ve akademisyenlere, sendikalardan kitle örgütlerine kadar yaygın bir direniş ağı örülmüştür. Yurt içinde olduğu kadar, yurtdışında da eylemler sürmekte, uluslararası dayanışma büyümektedir. Son olarak BDP’li milletvekillerinin de açlık grevine başlamaları, devlet üzerindeki baskıları yoğunlaştıracaktır.
Bütün bunlar eylemin güçlü yanlarını oluşturuyor. Onun dört duvar arasında kalmayıp sokağa çıktığını, kitlelere mal olduğunu gösteriyor. Her ne kadar talepler, Öcalan’ın avukatıyla görüştürülmesi noktasına çekilmişse de, anadilde savunmanın meclise getirilmesi ve anadilde eğitimin zeminin güçlenmesi yönüyle belli sonuçlar alındığını ortadadır. Buna karşın devlet, sınır-içi ve sınırötesi operasyonları arttırarak, attığı geri adımları kamufle etme çabası içindedir.
Gelinen noktada mesele, eylemin finalinin doğru zamanda ve doğru bir şekilde gerçekleşmesi, başta Kürt halkı olmak üzere tüm sömürülen, ezilen kesimlerde moral ve coşkuyu, kendine güveni arttıracak bir şekilde sonuçlanmasıdır.