Türkiye’nin en uzun süre hapis yatan siyasi tutsaklarından Nevin Berktaş, mücadelesini, direndiği işkenceleri, cezaevi yıllarını ve yasaklanan kitaplarını “Türkiye’den Şiddet Hikayeleri” adlı dergiye anlattı. Cankız Çevik ve Doğu Eroğlu’nun gerçekleştirdiği röportajın bazı bölümlerini kısaltarak yayınlıyoruz.
Devrimci düşüncelerle çok genç bir yaşta tanıştım. Sömürüsüz, savaşsız, insanların mutlu ve onurlu yaşayabileceği, ihtiyaçlarının karşılanabileceği farklı bir dünya istiyordum ve bu düşüncelerime denk düşen sosyalizmi benimsedim. Bu düşüncelerle tanıştığım dönemde, sosyalizmle yönetilen ülkeler de vardı.
Şiddetle ilk karşılaşmanız ne zaman oldu?
Okulda, sokakta, işyerleri ve fabrikalarda, her yerde faşistler ve devrimciler arasında süren çatışmanın içerisinden geldim. Mücadeleye girdiğim ilk zamanlarda, faşistlerle bizzat yumruk yumruğa kavgaların içinde de oldum. … Sonrasında çok defa yakalandım, polis şiddeti, yani devletin doğrudan şiddetine defalarca maruz kaldım. 21 yıl, işkencelerin çok yoğun uygulandığı dönemlerde hapishanede kaldım.
İlk defa hangi gerekçeyle tutuklandınız?
İlkinde Adana’da yakalandım. Devrimci kitaplar sattığı için çokça göze batan bir kitabevinde çalışıyordum. Dolayısıyla da mimlenmiştim, beni sık sık gözaltına alırlardı… 1981 ve 1983 gözaltılarımda tutuklandım. 1984’e dek idamlar son derece yoğun bir biçimde devam ediyordu ve bizler de kitlelerin idamlara karşı ayaklanmasını istediğimiz için idamlara, işkencelere ve baskılara karşı örgütlenme faaliyeti yürütüyorduk. Onlar her tür muhalif yayını yasaklıyordu, ama biz daha özgür olduğumuz yöntemler bularak mücadele ediyorduk. O dönemde yayınlarımız gizli çıkıyordu. Zaten ben de illegal bildiri dağıtırken yakalandım. 1983’teki son yakalanışımın ardından cezaevine girdim.
İdamların ve toplumsal şiddetin zirveye ulaştığı bir dönemde, tutuklanmayı ve işkenceyi göze alarak fikir mücadelesi veriyordunuz. Mücadelenizi yürüttüğünüz koşulları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devrimci düşüncelerle tanışmamdan bir yıl sonra askeri cunta geldi. Daha evveli de zaten cunta öncesi sıkıyönetimdi. O yıllarda şiddet sadece polis merkezlerinde yaşanmıyordu. Sıkıyönetim ve sivil faşistler eliyle hayatın her alanına tesir ediyordu… İşkencenin alabildiğine artması ve daha sistematik olarak kullanılması cunta yıllarına rastlar.
Sistematik işkence 12 Eylül sürecinde devletin sefereber ettiği en kritik araçlardan biriydi. Devletin bu aracıyla karşılaştığınızda ne hissettiniz?
Bana göre “işkence” bir devlet politikasıdır; devletin kitleleri sindirme politikası olarak kullandığı hapishaneleri, mahkemeleri ve idamları tamamlayan bir yöntemdir. Sınıflar üstü, bir takım psikloljisi bozuk kişilerin uyguladığı bir şey değil; aksine, sömürücü sınıfa hizmet etmesi için uygulanan bir yöntemdir. Sistemlerinin tehlikeye düştüğü anlarda başvurulan, mağlup olmaya başladıklarında da doruğa çıkartılan bir uygulamadır. 12 Eylül öncesi süreç de kitlelerin çok fazla örgütlendiği, derneklerin, sendikaların yasal ve yasadışı partilerin çok güçlü olduğu bir dönemdi. 12 Eylül’le birlikte sivil faşistler çekildi yerine devlet terörü geçti. Öz olarak ikisi birbirinden farklı değildi fakat yöntem değişti. Demokratik hak ve özgürlükler ortadan kalktı ve bizler çok yoğun bir şiddetle karşılaştık. Bu şiddet süreci başladığı anda kendimi şöyle konumlandırdım: “Düşüncelerimdeki gibi bir ülkede yaşamak istiyorum. Tek başıma da kalsam beni yenmelerine izin vermeyeceğim…” Kendime uygulanan işkenceleri düşündüğüm vakit, o anda hissettiğim acıdan ziyade, onlar karşısındaki dik duruşumu hatırlarım. Elbette ki yapılanlar olağanüstü acı veriyor, ancak yenilmiş olsaydım o acıyı çok daha derinlerde hissedecektim.
1980 öncesi ve sonrasındaki toplumsal şiddetten payınızı devlet elinde işkence görerek aldınız. Ne tip işkence metodlarıyla karşılaştınız?
Çok zengin biçimler kullanıyorlardı. Kendi karşılaştıklarımı anlatayım; en başta falaka gelir zaten. Çeşitli askı tipleri uygulanırdı; bazen çarmıh, bazen de Filistin askısı. Askıdayken veya askı dışında elektrik verme, çırılçıplak soyma gibi yöntemler… Kaba dayağı ve hakaretleri hiç saymıyorum ancak onların etkisi de çok korkunçtur. Parmakla ellerde sigara söndürme, parmakların arasına bir şeyler koyup darbeyle zedeleme, buzun üstüne yatırma, soğuk su dökme gibi hepsi birbirinden beter bir sürü şeyi yaşadım ve tanık oldum.
Bütün bu işkencelere direnmeyi nasıl başardınız?
Biraz önce de söyledim, ideallerine ve kitlelerin gücüne duyulan inanç, insanı işkence karşısında dayanır kılıyor. Karşılarında bağırmadım, bir defalığına “ah” bile demedim. Buna da çok öfkeleniyorlar zaten. İçeride bazı arkadaşların hiç bağırmadıklarını fark ettim. “bunu ben de başarabilirim” diye düşündüm. Sonra bağırmamayı da başardım. İşkenceci, işkence yaptığı kişiyi bağırtarak, dinleyenleri de, işkence bekleyenleri de etkiliyor. Bağırmayarak bunu önlemiş oluyorsun, işkenceciyi çok fena bir moral bozukluğuna uğratıyorsun. Seni çözme umudu ortadan kalkıyor. Zaten işkenceci, bu işi yıllardır yaptığı için hemen anlıyor direnip direnmeyeceğini. Onun malzemesi de işkence yapacağı insan… Bir seferinde kolumdan tutarak işkenceye götürüyorlardı. İşkenceci kolumu tutar tutmaz, “yine gardını aldın” dedi. Anlıyor, “bunu götürüyorum ama bu yine konuşmayacak” diyor… Esas olarak bedenine değil, yüreğine ve ruhuna etki etmek isteyen işkencecinin elinden, bu imkanını, dirençle alıyorsun. İşkencede direnmek, insana büyük bir güç veriyor. İşkenceciler kadın-erkek ayrımı yapmazlar, orada fazlasıyla eşitiz. Ancak kadınların direnişi, bir kadın tarafından işkencede yenilmiş olmak onlar için daha ağır oluyor. İşkenceye direnebilen bir kadın da kendi gücünün bir kez daha farkına varıyor.
Belki işkenceler sizde işe yaramadı ama diğer dava arkadaşlarınızda çözülmelere tanıklık ettiniz mi? Bu şiddet ve baskı amacına ulaştı mı?
Tabi, kuşkusuz ki başardılar. Şöyle ifade etmek lazım; böyle bir planı uygulamaya başladıklarında mutlaka bir süreliğine kazanıyorlar. Bu radikal, terörize yöntemlerle her tarafa saldırıyorlar, ancak bir devrimci, düzenin hep böyle gitmeyeceğini bilir. Devletin gözünde bir kişi kitlelere umut, coşku veriyorsa, bu kişinin yeteri kadar bilinçli olup olmamasının hiç bir önemi yoktur. Bunun farkına gençken, ilk yakalandığım yıllarda vardım. Hatta “ezersem bu işi devam ettirmez, öz güveni kaybolur ve benim istediğim hali alır” diye düşünerek daha fazla şiddet uyguluyorlar. Bu anlamda evet, devlet amacına ulaşmayı başardı. Eğer daha fazla insan mücadele edebilmiş olsaydı, 12 Eylül’ün amaçladığı düzenin gelmesini engelleyebilirdik. Bugün düşünsel ve kurumsal olarak devam eden yapı 12 Eylül’ün ürünüdür. Dövüşsüz bir yenilgi alındı. Bizim kuşağımızdaki herkes, ben ve arkadaşlarım gibi davransaydı, bugün böyle olmayacaktı. Her askeri faşist rejimde, çok büyük acılar, kayıplar yaşanır, ancak direnildiği zaman mutlaka kazanılır.
İşkenceyle mücadelede izlenebilecek gerçekçi yol size göre ne olmalı?
Ben işkencenin zaman zaman geriletilebileceğine, ancak bu sistemde asla tamamen ortadan kalkmayacağına inanıyorum. Önemli olan, işkenceyi yapıldığı sırada yenmektir. Kimileri polislerin vicdanına sesleniyor, onların galiba biraz insani şeyler olduklarına inanıyorlar. Ama işkenceyi teşhir ederek, barbarlığını anlatarak, çok fazla bir yere varamayız. Muhakkak ki bunları da yapmalıyız ama aslolan işkenceye, uygulandığı sırada direnmek, onu yenmek, işe yaramazlığını göstermektir. Örneğin işkence zoruyla ifade imzalatılması çok yaygın. Elbette işkence yapan suçlu, ancak o ifadeyi de imzalamamak lazım. Böylece mahkemelerde de daha dik durarak konuşabilirsin, “Bana işkenceyle, zorla ifade imzalatmaya çalıştılar ama ben direndim ve buna rağmen imzalamadım. Çünkü suçum yok” demek işkenceciye daha fazla tesir eder. İşkence altında asla ifade imzalamadım. Söyledikleri hiç bir şeye cevap vermedim, sustum sadece.
Eski Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, geçtiğimiz günlerdeki bir açıklamasında “İşkence, sert sorgu yöntemidir” diyordu. Size göre onursuz bir muamele sorgu yöntemi olabilir mi?
İşkence yüzyıllar boyu hukuki olarak yasaldı. İnsanlar buna tepki vermeye başlayınca kağıt üzerinde yasaklandı, ancak gizli olarak sürdü. Gizlenemez olduğu durumlarda da “Bunlar münferit olaylar, psikolojisi bozuk kişilerin eylemleri” gibi açıklamalar kullanıldı. Ama bazen Mehmet Ağar gibileri bunu gizleyemeyecek kadar pervasızlaşabiliyor. Mamak Askeri Cezaevi’nde işkence yapmış birini Meclis’te ifade vermeye çağırıyorlar, “Ben bilmiyorum, hatırlamıyorum, orada yoktum, şöyleydi, böyleydi” gibi cevaplar veriyor, yani dalga geçiyor. Bu sistem içerisinde işkence yapanları açığa çıkartmak gerekir. Halkın gözünde mutlaka onların işkenceci olarak lanetlenmesini sağlamak gerekir, çünkü işkence gerçekten lanetlenecek bir insanlık suçudur. Ve asla uygulanmamalıdır. Fakat işkencecilerin istediğimiz düzeyde cezalandırılabilmesi için de ek bir mücadele gerek. Çünkü yasalar onları koruyor, hatta ödüllendiriyor. Mehmet Ağar’ın yattığı, paşalar gibi götürüldüğü cezaevine bakın. Güya 12 Eylül’ü yargılayacaklar; ama Kenan Evren, çok yaşlıymış da, duruşmaya gelemezmiş… Oysa bizim yaşlılarımıza öyle davranmıyorlar, dedelerimizi tekmeleyip öldürdüklerine de tanık olduk… Kenan Evren’in ayağına, lojmanına, hastanelere gidiyorlar. “Paşam, paşam” diye konuşuyorlar, son derece yumuşak sorular yöneltiyorlar. O da, “bugün olsa yine yapardım” diyor. İşte bunun içindir ki, çok şiddetli bir halk hareketi gerekiyor. Şili’de ve Arjantin’de de benzer şeyler oldu, birçok defa işkenceciler hükümetler tarafından affedildi, ama kitleler buna karşı çıktı. Halk harekete geçmediği takdirde işkenceciler şiddetli cezalara çarptırılamazlar.
1983’te ilk defa hüküm giydiniz. Sonra aralıklarla 2005’e kadar cezaevlerinde kaldınız. Şiddetin 1980’den 2000’li yıllara doğru biçim değiştirdiğine şahit oldunuz. Elbette cezaevlerindeki yöntemler de değişti, eskiden gündemde olmayan tecrit sistemi yaklaşık 10 yıldır en büyük tartışma konusu. O dönemin en uzun tutukluluk yaşayanlarından biri olarak, bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
12 Eylül döneminde de bir işkence yöntemi olarak hücreler vardı, ama sistem olarak koğuş düzeni benimsenmişti. Biraz daha fazla “uslandırmak” istediklerini hücrelere atıyorlardı, ancak şimdi topyekün hücre sistemine geçildi. Bazı cezaevlerinde 13-14 kişilk yerler olsa da, çoğu yapılan tadilatların ardından hücre tipi oldu. Bu, 2000’lerin programıdır. Hücre sistemi işkencenin bir biçimi; idam etmiyor da, yıllarca hücrelerde tek başına tutarak ölüme gönderiyor. İdamla karşılaştırmak yersiz, ikisi de birbirinden beter. Cezaevlerindeki hücre dönüşümünü dünyadaki gelişmelerden bağımsız ele alamayız. Bana göre bir savaş olgusu var. Dünya toprakları yeniden paylaşılıyor, Türkiye’deki işbirlikçilere ve burjuvaziye de bu savaşımda çok önemli görevler düşüyor. Hapishaneler de buna uygun olarak yeniden inşa ediliyor. Her savaş olgusunda hükümetler aracılığıyla, kitlelerin ve onlara önderlik yapacağı düşünülen kesimlerin sessizce savaş politikalarını kabul etmeleri istenir. İçeride bir hareket istemiyorlar, tümüyle dışarıya odaklanmak istiyorlar. Sadece askerlerin çarpışacağı bir durumdan bahsetmiyorum, kitleleri de savaştıracaklar. Bir halka zulmederken, o politikayı başka bir halkın da desteklemesini istiyorlar. Sadece sindirmek veya susturmak hedefinde değiller, onların politikalarının şakşakçılığının yapılmasını istiyorlar. Şu günlerde idam cezası yeniden tartışılıyor. Ancak idamların en ağır yaşandığı zamanda bile kimseyi çözemediler, kimse diz çökmedi. Bir tane yalvaran çıkmadı devrimciler içinde. İdam, tecrit, işkence kullanılan her yöntem kitleleri ve önder güçleri yok etmek ve sindirmek için. Sınıf mücadelesinin düzeyine göre yöntemler her geçen gün ağırlaşıyor.
Bugünkü tutukluluk sistemindeki değişimin en önemli sebeplerinden biri belki de devletin Hayata Dönüş Operasyonu’ndan edindiği tecrübeler. Benzer durumlarla karşılaşmamak adına eşitlikçi bir düzen isteyen kitlenin yıpratılmasını, ruhen kırılmasını uygun gördüler. Operasyonların da canlı bir tanığı olarak o dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu denli yaygın bir saldırı bekliyor muydunuz?
2000’lerin başında devletin saldırıya geçmek üzere olduğunu anlamış, hazırlıklarımızı yapmaya başlamıştık. 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşananların bir gözdağı olduğunu kavramıştık. Bu nedenle her yerde hazırlıklıydık ve nöbetçilerimiz vardı. Üstelik böyle bir saldırıyı beklediğimiz için tatbikatlar bile yaptık, ölümüne direnecektik. Devlet öyle dönemlerde başka türlü de saldırıya geçiyor; bir anda basında “hapishaneleri teröristler ele geçirdi” gibisinden kitleleri korkutacak, tepki uyandıracak söylemler yer almaya başladı. Bir yandan da koğuş sisteminin kötülüklerinden dem vuran, hücre sisteminin çok daha medeni olduğunu ileri süren başka bir propoganda sürüyordu. Biz de hücre sisteminde işlerin anlatıldığı gibi olmayacağını ifade ediyorduk. Ama her şeye rağmen devletin saldıracağını biliyorduk. Geldikleri zaman neler yapabileceklerinin de farkındaydık. Neticede saldırıyı başlattılar; onların şiddetine denk bir direnişle karşılaşınca silah da kullandılar, işkence de yaptılar, yaktılar da. Her şeyi yaptılar.
Onlarca kişinin ölmesi pahasına devletin yeni cezaevi modelindeki ısrarının sebebi neydi?
Etrafınıza bakın; çalışma koşulları çok kötüleşiyor, ücretler düşüyor, çalışma saatleri artıyor. İşsizlik çok yaygın hale geliyor, insanlar artık her işi kabul etmek durumunda. Yaşam koşulları her geçen gün ağırlaşıyor. Devlet bunları nasıl kabul ettirecek? Bir sindirme operasyonuna ihtiyaç var. Önce bizim gibi insanlara, içeriye aldıklarına saldırıyor. Bir şeylerin bilincinde olan, mücadele eden insanları halihazırda hapsettiği için önce onları bastırma yoluna gidiyor. Her dönem böyle oldu, içeridekileri bastırıyor ki dışarıdakiler de etkilensin. Bu tür şeyler insanların bilincinde büyük bir şaşkınlık oluşturur. Katliamın ertesinde insanlarda, bir şey yapamamanın çaresizliği başladı. “Devlet onlara bunu yapıyorsa bize alasını yapar” gibi bir ortak algı oluştu. Ancak saldırıların vahşet boyutu değil, ona karşı nasıl direnildiği de kitlelerde yer eder… Yani saldırının şiddeti ne olursa olsun mutlaka direnmek gerekiyor.
2000 yılının Ekim ayında çıkan “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar: Hücreler” kitabınıza ilişkin yargı süreci nasıl ilerledi?
Kitabı, devletin yapacağı saldırıyı fark etmem üzerine kaleme aldım. Neye hizmet ettiği anlaşılınca kitap hemen toplatıldı. Kitap hakkında açılan çok sayıda davanın sonunda 3 yıl 9 ay ceza verildi. Sonra yasalardaki değişiklikler yüzünden dava yeniden görüşüldü ve neredeyse yargı süreci 10 yıl sürdü. En son 2010 kasım ayında, yeniden tutuklandım. O zaman büyük bir tepki oluştu. 7 buçuk ay yatacaktım, ancak oluşan tepkilerden dolayı 5 buçuk ay sonra beni serbest bırakmak zorunda kaldılar. Yeni gelen yargı paketi yüzünden verilen ceza 3 yıl ertelendi. Yani diyeceğim, yasak hala benim üzerimden kalkmış değil. “Yeni bir kitap yazarsan yine alırız” diyorlar bana. Pınar Aydınlar türkü söylememe yasağı aldı. Üç yıl boyunca türkü söylemeyecek. Bu da benzer bir durum. Sözde yasayı demokratikleştirmiş gibi görünüyorlar ama daha ağır bir durum yarattılar. Bir yazara üç yıl yazma demek ne demek? Öyle olmayacak tabi, biz yazmaya söylemeye devam ediyoruz.
Aynı süreçte bir de fazladan hapis yattığınız ortaya çıktı.
O süreç de Yargıtay’da şu anda. 6 yıl fazladan yatırıldığım için tazminat istedik ancak reddediyorlar. Fazladan hapis yattığım yıllar önce kabul edilmişti ama geçmişteki kararın şu an için bir anlamı olmuyor. Artık “Yattım, çıktım” da diyemiyorum. Üzerimdeki baskı devam ediyor.
“12 Eylül: Darbe Yenilgi Direniş” kitabınız hakkında açılmış bir dava var mı?
Hayır. Kitap “erteleme cezası”ndan önce çıkmıştı. 12 Eylül’ün tartışıldığı bir dönemde de “12 Eylül: Darbe Yenilgi Direniş” isimli kitabım çıktı. Çünkü tarihimiz ateş altında. Şu anda 12 Eylül yargılanıyormuş gibi bir hava oluşturarak aslında o dönemi aklamaya çalışıyorlar. Direnerek çürüttüğümüz her şeyi yeniden tartıştırıyorlar. ABD’nin olanlardan haberi yokmuş, sağa da sola da vurmuşmuş… Toplumsal belleği değiştirmeye çalışıyorlar. Amaçları, devrimcileri ve halk hareketini ezmekti. Sağcılara yapılanlar, koskoca bir topluma çektirilenlerin yanında solda sıfır kalır. Şu anda da, mahkemelerde, işkence altında bunu açığa çıkaranlar, direnenler yargılanıyor. Kitap, 12 Eylül’de direnenleri konuşturuyor, o günleri hatırlatan, o dönemde devrimcilere ve kitlelere yapılanları anlatan bir araştırma niteliğinde ve böyle bir dönemde çıkması da çok isabetli oldu.
Tüm hayatınız boyunca sürdürdüğünüz mücadeleyi ve yaşadıklarınızı değerlendirdiğinizde, basının rolünü nerede görüyorsunuz?
Egemen sınıflar neyi istiyorlarsa burjuva medyası onu yazıyor. Eğer farklı şeyler yazıyorlarsa mutlaka bir rekabet halinde oldukları içindir. Birine yapılan işkenceyi öne çıkarıyorsa, işkenceye karşı olduğundan değil, başka biriyle bir derdi olduğundandır. Bir başka holdingle, kurumla derdi vardır. Tıpkı işkenceciler gibi, burjuva basın da bize çok yoğun saldırılarda bulunuyor. Onlara polis, CIA, MİT, kontrgerilla’dan servis edilen şeyleri aynen yazıyorlar… Direnmişsen bunu gizliyor. Bazen gizleyemez hale geldiği de oluyor; 1984’te ölüm orucunda ölen yoldaşımız Mehmet Fatih Öktülmüş yakalandığında, gazetelerde şunlar yazıldı: “Bozuk plak gibi adım Dilaver Yanar diyor başka da bir şey demiyor.” Basına göre bu işkence olmadığının göstergesi. Yani onun o yoğun işkenceler altında bile, üzerinde yakalanan sahte kimlikte direniyor olmasını öyle bir manipüle ediyor ki, işkencenin olmadığına kanıt olarak gösterebiliyor. Açlık grevlerinde de her dönem “yiyorlar” diye yazdılar. 1984 ölüm orucunda da 19 Aralık Katliamı öncesinde de böyleydi, bugünkü açlık grevlerinde de böyle. Şimdi de, “içeride yemek yiyorlar, şişmanlıyorlar” gibi laflar ediliyor. Bir başka taktik de kitlelerin hayran olduğu liderlere saldırmak. Başbakan diline doladı, cezaevlerindekiler açlık grevindeyken, milletvekilleri “kuzu kebap” yiyorlarmış. Onları halkın gözünde onları itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Kaldı ki, ilgili fotoğrafların açlık grevlerinden çok önce çekildiği ortaya çıktı.
İşkenceci senin güven duyduğun bütün insanları, bütün değerleri yerle bir etmek istiyor ki, senin umudunu kırabilsin. Dışarıda da bunu basın yapıyor. Bazen de şöyle oluyor; 1984-1985 döneminde Adana Cezaevi’ndeki işkenceleri ortaya çıkarttık. “Ülkeye demokrasi geliyor” havasının yaratılmaya çalışıldığı bir dönemde basının bir kısmı bu olaylarla çok ilgilendi. Ancak bizi düşündükleri, işkenceye karşı oldukları için değil, kendilerine hizmet eden bir şey buldukları için ilgilendiler. 12 Eylül gibi yalanlarının ortaya çıkmasının çok zor olduğu dönemlerde bile direnenler gerçeği su yüzüne çıkarabildiler. Yani burjuva basın gerçekleri maniple edebiliyor ama gerçekler uzun süre saklı kalamaz, bir gün mutlaka açığa çıkar. Kısacası gerçekleri yazan devrimci-demokrat basını dışında tutarsak, burjuva basın ona servis edilenleri yazar ya da işine gelirse ve de kitlelerin gözünde çok teşhir edilmiş bir olay varsa yazmak zorunda kalır.