İsrail’i korumak ve Suriye savaşında kullanılmak için Türkiye’ye söz verilen Patriot füzeleri gelmeye başladı. Bu füzeler, İran ve Suriye’nin tehditlerine, Rusya’nın sert açıklamalarına neden oluyor. Türkiye, her geçen gün biraz daha savaşın içine çekiliyor. Füzelerin gelmesi bu durumu hızlandıracak bir unsur. Diğer taraftan, Rusya Akdeniz’e bir savaş gemisi daha gönderdi. Ortadoğu, sadece Suriye üzerinden değil, genel olarak daha hızlı kaynamaya başladı.
Suriye’de savaş sürüyor
Yılın son günlerinde Rusya tarafından yapılan kimi açıklamalar, Esad’ın arkasındaki desteği çektikleri biçiminde yorumlandı. Keza Esad’ın sığınacak ülke aradığı yolundaki dedikodular da az değildi. Oysa bu, Libya’da ya da Irak’ta yaşandığı gibi, kolayca gerçekleşebilecek bir durum değil. Rusya’nın Suriye’deki askeri ve ekonomik çıkarları son derece önemli. Ve ancak, bu çıkarları garanti altına alabileceği, eskisinin devamı niteliğinde bir yönetim değişikliği gerçekleşeceğine kesin kanaat getirdiğinde, Esad’dan vazgeçebilir. Ama o gün henüz gelmedi. Suriye’deki savaş tüm şiddetiyle sürüyor ve askeri olarak denge, kısmen muhalefetin lehine bozulmuş gibi görünse bile, savaşın genel olarak onların lehine döndüğünü söylemek, doğru olmaz.
Suriye’deki savaşın önemli bir cephesini Türkiye oluşturuyor. Başlangıçta, asıl olarak silahlı radikal dinci grupların silahlandırılıp eğitilip, Hatay üzerinden Suriye’deki savaşa gönderilmesi görevini üstlenmiş durumdaydı. Bir süredir buna Urfa üzerinden Güney Kürdistan’da yürütülen savaş da eklendi. Artık Türkiye silahlı çeteleri Kürdistan’a göndererek savaşmalarını da sağlıyor. Bununla da yetinmiyor, Türk subaylar, eğittikleri birliklerin başında, doğrudan operasyonlara gidiyorlar. En son, Suriye’de havaalanındaki askeri uçaklara sızmaya çalışan 4 Türk subayın (bazı kaynaklara göre 10 subay) Suriye ordusu tarafından yakalandığı ileri sürülmüştü.
Suriye’de özerk denebilecek bir Kürt bölgenin kurulması, Türk Devleti açısından en sorunlu durum. Bu nedenle El Kaide çetelerinin bir kısmını artık buraya yönlendiriyor. Geçtiğimiz Kasım ve Aralık aylarında, PYD ile El Kaide çeteleri Serekaniye bölgesinde birçok defa sıcak çatışma yaşadılar. Kimi zaman iki taraf arasında ateşkes ilan edilse bile, yine Türkiye’nin kışkırtmasıyla, çatışmalar yeniden başladı. Ancak PYD’nin karşısında ağır kayıplar veren çeteler, geri çekilmek zorunda kaldılar.
Aralık ayı içinde, Türkiye’de Suriye muhalefetinin üç önemli toplantısı gerçekleştirildi. Önce Antalya’da HSO’nun askeri yöneticileri toplandılar. Öyle ki bu toplantıda, HSO’nun “Genelkurmay Başkanı” seçildi. Arkasından Aralık ortasında İstanbul’da Suriyeli Türkmenler toplandı. Türkiye’nin desteği öylesine belirgindi ki, açılış konuşmasını Meclis Başkanı Cemil Çiçek gerçekleştirdi. Son olarak da Urfa’da “Esad sonrasını görüşmek için” 600 kişinin katıldığı bir toplantı düzenlendi. Toplantıda HSO’nun komutanlarından Casim Ugla, Suriye’nin yüzde 70’ini denetim altında bulundurduklarını iddia etti. Keza kimyasal silahları ele geçirdikleri de muhalefetin iddiaları arasında. Diğer taraftan, Rusya ise, Suriye’nin kimyasal silahlarının güvence altına alınmış olduğunu söyledi.
ABD, Obama’nın yeniden seçilmesinin ardından Suriye’deki savaşa “çeki düzen vermek” üzere harekete geçti. İlk olarak Kasım ayında Katar’da yapılan bir toplantı ile, Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) ismi ve bileşimi değiştirildi, SMDK (Suriye Muhalif Devrimci Güçler Koalisyonu) kuruldu. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından kurulan ve finanse edilen SUK, Suriye’deki bütün muhalefeti kapsamadığı, Kürtlere karşı şoven yaklaştığı ve Müslüman Kardeşler’in ağırlığı olduğu için tepki topluyordu. Asıl gücünü radikal İslamcı çetelerden alıyordu, özellikle de yürüttükleri kirli savaş nedeniyle çok hızlı biçimde teşhir olmuştu. SMDK ise, daha geniş bir kesimi kapsamayı hedefliyor. Özellikle Kürt grupların bu koalisyona girmesini fazlasıyla önemsiyorlar. Suriye’nin kuzeyinde, kendi silahlı güçlerine ve kendi yönetim organlarına sahip, bağımsız bir odağın bulunmasını istemiyorlar.
SMDK’nın içine Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) dahil edildi. Ancak PYD, onların Kürt hareketini temsil etmediğini, bu nedenle SMDK’ya katılmalarının kendilerini bağlamadığı duyurdu. Bugün bir taraftan, Türkiye’den giden HSO güçleri ile çatışmaları sürerken, diğer taraftan, SMDK ile de masaya oturup birlikte hareket etmek için görüşmeler yürütülüyor. PYD, bu görüşmelerde, başta kendi bağımsız askeri gücünü korumak olmak üzere, Kürt kimliğine dönük hakların verilmesi koşuluyla, HSO’ya dahil olmadan birlikte hareket edebileceğini açıkladı.
12 Aralık’ta Fas’ta düzenlenen “Suriye’nin dostları” toplantısı, hem SMDK’nın meşruiyetini uluslararası kamuoyuna kabullendirme toplantısıydı, hem de yakın gelecekte bir “sürgünde hükümet” oluşturulmasının adımıydı. Artık ABD, daha somut adımlar atmaya hazırlanıyor.
Ancak önemli bir sorun El Kaidecilerin durumu. SMDK’nın ilan edilmesinin ardından, El Kaideciler, koalisyona girmeyi reddederek bir şeriat devleti kuracaklarını ilan ettiler. Sonrasında, bu grupların koalisyona girecekleri, ancak daha fazla temsiliyet istedikleri konuşuldu. Sonuçta, koalisyonun içinde olsalar bile, ayrı baş çekecekleri, kendi iktidar alanlarını oluşturmaya çalışacakları ve Suriye’de hükümetin devrilmesi durumunda, tıpkı Mısır’da olduğu gibi yönetimi ele geçirmeye çalışacakları açık.
En çarpıcı gelişme ise, Fransa’da yaşandı. Libya konusunda ABD’nin tetikçiliğini üstlenen Fransa devleti, Suriye’de de “başrol”ü kaptırmamak için uğraşıyor. SUK’un tanınması durumu bile tartışmalıyken, Fransa’ya “büyükelçi” ataması gerçekleştirdiler. Fransa, SUK’un, kendisini tanıyan başka ülkelere de “büyükelçi” ataması gerektiğini söylüyor.
Suriye savaşında kazanan belli değil, ancak kaybeden belli: Suriye halkları iki yıldır bu savaşın vahşetini yaşıyorlar. BM kaynaklarına göre ölü sayısı 60 bine yaklaştı, mültecilerin sayısı ise yarım milyonu geçmiş durumda.
Filistin’de yeni durum
Kasım ayının sonlarında, Filistin cephesinde iki önemli gelişme yaşandı. Birincisi, Birleşmiş Milletler, Filistin’e “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü tanıdı. Bu durum, topraklarındaki İsrail işgali sürmekle birlikte, Filistin’in uzun zamandır beklediği “devlet olarak tanınma” konusunda atılmış bir adım anlamına geliyordu. Aslında bu, Filistin halkının ağzına çalınmış bir parmak baldan başka bir şey değildi. İsrail, yeni yerleşim planları kararlaştırırken, Filistin üzerindeki abluka sürerken, İsrail istediği anda bombaları yağdırırken, BM’nin “devlet” statüsü vermesinin somut pratik bir anlamı yoktu.
Asıl önemli gelişme ise, bürokratların masalarında değil, savaş alanında ortaya çıkan durumdu. Kasım ayının sonlarında İsrail, Hamas’ın askeri lideri Caberi’yi öldürerek yeni bir saldırı başlattı. Hamas ise karşılığında Tel Aviv ve Kudüs’e füze saldırısı gerçekleştirdi. Bu olay, hem Hamas hem de Filistin konusunda yeni bir duruma işaret ediyor. Öncelikle, İsrail ilk defa kendi topraklarında bu kadar ciddi bir tehdit altında kaldı. Hamas’ın elinde, İsrail’in kalbini vuracak kadar etkili füzelerin olduğu bilinmiyordu; bu saldırıyla açığa çıkmış oldu. Tam da bu şok nedeniyle, İsrail her zamanki kara harekatını başlatmak konusunda tereddütte düştü. Cansimidi, Mısır’dan geldi. Kara saldırısının hazırlıkları yapılırken, devreye ABD girdi. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin de Hamas’la görüşmesiyle, bir ateşkes sağlanmış oldu. İsrail’i, bu kadar güçlü füzelere sahip bir Hamas’la beklenmedik bir savaştan “kurtarmış” olmanın etkisiyle, Mursi’ye hem ABD başkanı hem de İsrail yetkilileri tekrar tekrar “teşekkür” ettiler. Hatta, Mısır’a hemen bir İMF kredisi de çıkardılar.
Hamas’ın, askeri gücünün ulaştığı boyutun görülmesi son derece önemliydi. Diğer taraftan, ateşkes görüşmelerinin doğrudan Hamas’la yürütülmüş olması, ona emperyalistler nezdinde bir meşruiyet de kazandırmış oldu. Üstelik, Mısır’dan kapı açılması, inşaat malzemeleri başta olmak üzere çeşitli maddelerin girişine izin verilmesi de Gazze üzerindeki ablukanın kırılması yönüyle büyük bir önem taşıyordu. Tüm bunlar, halkta da bir zafer havası yarattı.
Diğer taraftan, yaşananlar, İran ile Hamas’ın ilişkisini de sorgulatan bir etki yarattı. İsrail’in öldürdüğü Hamas lideri, İran’la askeri ilişkileri-anlaşmaları yürüten yetkili isimdi. Onun öldürülmesi, son dönemde İran etkisindeki Şii kamptan uzaklaşmakta olan Hamas’ın bir bağını daha koparmış oldu. Hamas’ın Suriye’deki bürosunun Katar’a taşınmasından sonraki önemli bir gelişmeydi bu. Ancak Hamas, askeri gücünü de asıl olarak İran’dan sağlıyor. İsrail karşısındaki en önemli avantajı, İsrail’deki ABD silahlarının karşısına, İran kaynaklı gelişkin silah sistemleriyle çıkabiliyor. Hamas, bu üstünlüğünü kaybetmek ve İran’dan koptuğu koşulda ABD’ye bağımlı hale gelmek de istemiyor.
Bu tablonun karışıklığına bakınca, Filistin cephesinde işlerin nasıl gelişeceğini zamanla göreceğiz. Kesin olan şu ki, Ortadoğu’da giderek güçlenmekte olan dinci gericilik, Filistin’de de Hamas şahsında yankısını buluyor. Hamas’ın gittikçe güçlenmesi, geçmişte devrimci-ulusal önderliklere sahip olan Filistin’in, bugün büyük orada radikal dinciliğin etkisi altına girdiğini gösteriyor.
Mısır’da kitlelere rağmen şeriatçı anayasa
Ortadoğu’daki dinci gerici gelişimin bir yanını da Mısır’daki anayasa tartışmaları oluşturuyor. 21 Kasım günü, Mursi, kitlelerin “Yeni Firavun kararları” adını verdiği kararnameyi yayınladı. Bu kararnamede yeralan, 25 Ocak direnişi ve ayaklanmasında yaralananlar ile ölenlerin ailelerine maaş bağlanması, Mübarek döneminin yöneticileri hakkında yeniden soruşturma açılması gibi maddeler, kitleleri kandırmayı hedefliyordu. Çünkü bunlar, son iki yıldır kitlelerin talepleri arasında yeralıyordu. Diğer taraftan, göreve geldiği günden bu güne aldığı bütün kararların tartışılamaz ya da yargılanamaz olduğuna, kurucu meclisin kapatılamayacağına, kendisinin görev süresinin iki ay daha uzatılacağına dair maddeler de kararnamenin içine yerleştirilmişti. Kararnameye asıl niteliğini veren de buydu. Bu kararnameyle, Mursi, tartışılamaz hale geliyor, yargıyı devredışı bırakarak kendi yetkilerini sınırsız hale getiriyordu. Ve somut olarak Müslüman Kardeşler’in, zaten tartışmalı olan iktidarını sağlamlaştırma amacını taşıyordu.
Kitleler bu kararnameye eylemlerle yanıt verdi. Kahire, Süveyş, Port Said ve İskenderiye kentleri başta olmak üzere, Mısır’ın her bölgesinde kitleler sokaklara döküldüler. Birçok yerde Müslüman Kardeşler’in yasal partisi olan HAP (Hürriyet ve Adalet Partisi) büroları ateşe verildi. Tahrir’de kitleler meydanı yeniden işgal ettiler, günlerce çadır kurdular. Mursi’nin buna yanıtı ise, devrik diktatör Mübarek’in tarzında oldu. Mübarek’in Tahrir’de kullandığı “Baltacılar” benzeri çeteler, Mursi tarafından kitlelerin üzerine gönderildi. Müslüman Kardeşler, Mursi’yi desteklemek amacıyla alana geldiler ve alandaki işgalci muhaliflere saldırdılar. Çatışmalarda çok sayıda insan yaralandı ve öldü. Ancak bu saldırılar, kitleleri yıldırmaya yetmedi. 5 Aralık günü 100 bin kişi Cumhurbaşkanlığı sarayını kuşattı. Sarayın önünde ordu ve polis tarafından kurulan barikatlar yıkıldı ve eylemciler sarayın kapısına dayandılar.
Adeta ayaklanma günlerini hatırlatan bu eylemler üzerine, 9 Aralık günü Mursi kararnameyi iptal ettiğini açıklayarak geri adım attı. Ancak bu göstermelik bir geri adımdı. Gerçekte ise, kararnameden çok daha şiddetli bir saldırı olan anayasa referandumu için hazırlıkları hızlandırmıştı.
Referandum 15 ve 22 Aralık günleri gerçekleşti. 83 milyon nüfusa sahip Mısır’da, referanduma katılım oranı yüzde 30’da kaldı. Üstelik oy kullananların sadece yüzde 63.8’i ‘evet’ oyu vermişti. Yani toplamda nüfusun yüzde 20’sinden daha azı yeni anayasa taslağını onaylamıştı. Üstelik 2 bin civarında hakimin denetiminde ve 250 bin asker ve polisin korumasında yapılan bu referandumda, yolsuzluk iddiaları da son derece yüksekti.
Müslüman Kardeşler, bütün güçleriyle referandumun başarıya ulaşması için uğraştı. Muhalefetin temel güçlerinden olan UKC (Ulusal Kurtuluş Cephesi) de referanduma katılma ve ‘hayır’ oyu verme kararı almıştı. Muhalefetin daha radikal kesimleri ise, boykot çağrısı yapmıştı. Sonuçta, kitlelerin ezici çoğunluğu referanduma katılmamış oldu.
Yeni anayasa, Müslüman Kardeşlerin manifestosu niteliğindeydi. Anayasa, şeriatın yasamanın ana kaynağı olduğunu belirtiyor; şeriatla ilgili konularda El Ezher Camii ve Üniversitesi’ne danışılacağını söylüyor; Sünni mezhebinin kurallarını temel alıyor; kadın haklarını, ‘aile’ kavramı içinde eritiyor; ayaklanma sonrasında yönetimi üslenen Yüksek Askeri Konsey’i kaldırarak Türkiye’deki MGK benzeri bir kurum oluşturup, askerin yönetimde yeralmasını sağlıyor; Mursi’ye sınırsız yetkiler tanıyor.
Mısır’da diktatörlüğü deviren eylemler sürecinin içinde yeralmayan, diktatörün devrileceğini anladıktan sonra eylemlere katılan Müslüman Kardeşler (MK), yönetim değişikliği ve seçimler gündeme gelince, bütün güçleriyle yüklendiler. Yükselen kitle hareketinin devrimci önderlikten uzak ve örgütsüz oluşu, MK’nın manevralarının başarıya ulaşmasına neden oldu. Askerin ve emperyalistlerin desteğini arkasına alan MK, seçimleri kazandı. Aradan geçen süre içinde gerek yargı kademelerinde, gerekse bürokrasi cephesinde yaptıkları değişikliklerle, kendi mekanizmalarını oluşturmaya başladılar.
Mursi’nin uluslararası arenada gerçekleştirdiği kimi hamleleri ise, emperyalistler nezdinde kabul görmesini sağladı. ABD’yi rahatsız eden İran ve Çin’le ilişkileri olsa da, durumu kabullenmek ve Mısır’daki ilişkilerini bu yeni zeminde kurmak zorunda kaldı.
Ancak Mısır halkı bu durumdan son derece rahatsız. “Devrimimizi çaldılar” sözü artık daha yaygın kullanılıyor. Özellikle ayaklanma günlerinde önemli bir rol oynayan ve mücadelenin içinde özgürleşen kadınlar, şeriatçı anayasanın kendileri için büyük bir tehdit olduğunun bilincindeler. Yeni anayasa, her türlü demokratik hakka, ayaklanmada elde edilmiş kazanımlara dönük önemli bir saldırı. Diğer taraftan, ayaklanma ekonomik krizin etkileri üzerinden patlak vermişti; oysa Kasım ayında yapılan İMF yardımı, kitlelerin üzerindeki ekonomik baskıyı da artıracak bir unsur.
Mısır’da önümüzdeki dönemde ekonomik ve siyasi saldırıların artacağı çok açık. Önemli olan, halen sokaklarda bulunan kitlelerde yaratacağı değişim ve dönüşüm. Mısır’da ayaklanma günlerinde kurulan Bağımsız Sendikalar Konfederasyonu başta olmak üzere, örgütlü güçlerini artırdıkları oranda bu saldırıları püskürtmeleri mümkün olacaktır.
Irak karışık
Irak’ta, Şii ağırlıklı yönetim, son dönemde bir taraftan Kürt bölgesine, diğer taraftan Sünni yöneticilere dönük saldırılarını artırdı. Bu durum, Irak’ta gerilimin sürekli tırmanmasına neden oluyor. Türkiye de, Sünni kesime verdiği destek nedeniyle bu sorunların doğrudan tarafı durumunda.
Irak’ın Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin, ülkeden kaçarak Türkiye’ye sığınması, Türkiye’nin Şii yönetime karşı tutumunun en çarpıcı göstergesiydi. Bugün Haşimi, daha rahat konumlanacağı Katar’a geçmiş durumda. Ancak Irak’ta Sünni yöneticilere dönük saldırılar sürüyor.
Şii Başbakan Maliki, El Irakiye Bloku’nun Sünni Maliye Bakanı İsavi’yi tutuklattı. Bunun, Sünni ve Şii kesim arasında bir denge unsuru olarak görülen Talabani’nin Almanya’ya hastaneye götürülmesinden birkaç saat sonraya denk gelmesi önemliydi. Irak’taki ABD güçleri hemen teyakkuza geçti ve gerginliği azaltmaya çalıştı. Onbinlerce Sünni Iraklı, İsavi’ye yapılan bu saldırıyı protesto gösterileri düzenledi.
Federal Kürdistan Bölgesi’nde yaşanan gerginlik ise, önce Maliki’nin Kürt yönetiminin petrol anlaşmalarını tanımadığını duyurması ile başlamıştı. Kürdistan yönetimi, bu açıklamaya tepki gösterdi ve anlaşmaları sürdüreceğini söyledi. Hemen arkasından, Maliki’nin, Dicle Operasyon Kuvvetleri adı altında orduya yeni bir kanat eklemesi ve bu ordunun Kasım ayı ortasında Kerkük, Selahaddin ve Diyala eyaletlerine gönderilmesi üzerine gerginlik tırmandı. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani, kendi silahlı birliklerini Kerkük’e gönderdi ve savaşa hazırlanma talimatı verdi. Yaklaşık iki ay süren gerginlik Talabani’ni arabuluculuğyla son buldu, iki tarafın ordusu da geri çekildi. Ancak petrol anlaşmaları konusundaki belirsizlik sürüyor.
Bu durum Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Türkiye, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile çok sayıda ekonomik anlaşma yapmış durumda. İnşaattan gıdaya birçok alanda yapılan anlaşmalar bir yana, son dönemde Türkiye’nin en çok petrol ithalatı Kürdistan bölgesinden gerçekleşiyor. Ambargo nedeniyle İran yerine artık Kürdistan’dan daha fazla petrol alıyor. Geçmişte kurulmasını engellemek, sonrasında tanımamak ve ilişki kurmamak için tehditler savuran “kırmızı çizgiler”den sözeden Türkiye, bugün Barzani ile ilişkileri iyi tutmak için büyük çaba harcıyor. Bu nedenle, Maliki’nin bu açıklaması, Türkiye’yi de zarara sokan bir unsur.
Şii Başbakan Maliki ile Suriye’deki savaş nedeniyle gergin olan ilişkiler, bu süreçte, gerek Haşimi konusundaki tutum, gerekse Kürdistan nedeniyle daha da tırmanmış oldu. Öyle ki, Enerji Bakanı Taner Yıldız, petrol ve gaz konulu konferansa katılmak üzere Erbil’e uçakla gitmek istediğinde, Maliki’nin emriyle Irak hava sahasına sokulmadı, Yıldız, Erbil’e gidemedi.
* * *
Savaşlar, ekonomik kriz dönemlerinin kaçınılmaz unsurudur. 11 Eylül’den bu yana kesintisiz biçimde devam eden savaş da, dünyadaki pazar alanlarının artık emperyalistlere yetmemesinin ürünüdür.
2008’de patlak veren krizin, artık kolay kolay düzelmeyeceği konusunda yorumlar giderek artıyor. Krizden etkilenmediği söylenen Almanya da krize girdi, ABD ekonomisinin toparlanma işaretlerine çok uzak olduğu biliniyor, hatta krizin 50 yıl süreceğini söyleyen ekonomistler var. Bu koşullarda, pazar alanlarını ve enerji kaynaklarını ele geçirmeye yönelik savaş daha da kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye devleti, bu savaşta en önde yer almak ve kendine pay kapmak için büyük bir hazırlık içinde. Savaşı durduracak tek unsur ise, işçi ve emekçilerin, devrimci öncüleri ile birlikte savaş karşıtı hareketi yükseltmeleri.