Başbakan Erdoğan’ın yılın son günlerinde Öcalan’la görüşüldüğünü açıklaması, Kürt sorununda “barışçıl çözüm” hayallerini yeniden yükseltti. Ardından yeni yılın ilk günlerinde BDP milletvekilleri Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya götürülerek Öcalan’la görüştürülmeleri, ikinci “Kürt açılımı” olarak yorumlanıp, büyük bir iyimserlik havasının esmesine yol açtı. Her ne kadar gerek AKP, gerekse BDP tarafından “ihtiyatlı iyimserlik” lafları edilse de, ortalığı “açılım” rüzgarları kapladı.
Hatırlanacağı gibi, 2009 yılında başlayan “Kürt açılımı”, bir grup gerillanın Habur sınırından girişi ile “zirve” yapmış, fakat bu aynı zamanda “açılım”ın sonu olmuştu. Büyük bir kitle ile karşılanan bu gerilla grubu hakkında sonradan davalar açılmış, bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı da geri gitmişti. Ardından KCK operasyonları başladı ve binlerce Kürt politikacı tutuklandı. Hemen her gösteriye polis saldırısı gerçekleşti. Bazı yerlerde Kürtlere dönük linç girişimleri oldu. Öcalan üzerindeki tecrit ağırlaştırıldı. Sınır-içi ve ötesi operasyonlar hız kazandı vb… Kısaca Kürtler üzerindeki baskı ve şiddet daha da arttı.
Daha düne kadar bu saldırılar sürerken, şimdi ne oldu da yeniden “açılım” rüzgarları esmeye başladı? Bir yılı aşkın süredir Öcalan, avukatlarıyla bile görüştürülmezken, hatta avukatları hakkında davalar açılıp tutuklanırken, şimdi ne oldu da BDP milletvekilleriyle görüştürüldü? Başbakan Erdoğan, daha bir-kaç ay önce Öcalan’ın asılması gerektiğini söylerken, şimdi neden Öcalan “barışı sağlayacak en önemli aktör” olarak lanse edilmeye başlandı.
Son açlık grevinin Öcalan’ın çağrısıyla bitirilmiş olması mı, Öcalan’ı yeniden “muhatap alınacak tek kişi” yapmıştı? Öcalan’ın tecridine karşı Kürt halkının sokak eylemleri ya da BDP’li vekillerin Öcalan’la görüşme yöndeki ısrarları mı?
Elbette bunların hepsi, egemenler üzerinde bir basınç oluşturmaktır. Özellikle de kitlesel tutuklamalara, katliamlara rağmen Kürt halkının direnişinin kırılamaması, aksine giderek daha büyüyen bir kitlesellik ve militanlıkla karşılarına dikilmeleri, önemli bir faktördür. Fakat içinde bulunan konjonktürde Ortadoğu’daki gelişmeler, hepsinin üzerine çıkmış, belirleyici olmuştur.
Suriye’nin Kuzeyi’nde Kürt özerk bölgesinin kurulması, Irak’taki Federal Kürt Devleti’nin Irak merkezi yönetimi ile artan gerginliği ve bağımsız bir devlet olma yönündeki adımları, Türk egemenleri bir süredir en fazla kaygılandıran gelişmelerdir. Kürt sorununun giderek daha fazla uluslararası bir karakter kazanması, Türkiye’deki Kürtlerin durumunu gündeme getirmekte ve egemenlerin başını daha fazla ağrıtmaktadır. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin Kürt sorununun kendi çıkarları doğrultusunda çözümü için Türkiye’ye yaptığı baskı artmıştır. Öyle ki, ABD’nin birçok düşünce kuruluşu, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’da bir Kürt devletinin kurulacağı ve Türkiye’yi zor günlerin beklediğine dair raporlar hazırlamıştır. Bütün bunlar, Türk egemenlerini uyarmak, harekete geçmeye zorlamak içindir.
Esasında AKP hükümetinin işbaşına getirilmesinde, Kürt sorununun emperyalist çözümü, en önemli maddelerden biriydi. Nitekim AKP de “AB kriterleri” adına, Kürt dili üzerindeki yasakları kaldırma, Kürtçe televizyon, seçmeli ders gibi adımlar attı. Bunlar “Kürt açılımı”nın ayaklarını oluşturdu. Fakat asıl sorun, PKK’nin silah bırakmasını sağlamaktı, onun için de Habur’la bir giriş yapıldı, ama yükselen şoven dalga üzerine hızla geriye çekildi. Sürekli “havuç-sopa” politikası izleyerek, bir yandan Kürtlerin talepleri karşılanıyormuş gibi yapıldı, bir yandan da baskı ve terör, olanca şiddetiyle devam etti.
Bu yönüyle değişen bir şey olmayacaktır. “Papazlık ve cellatlık” faşizmin vazgeçemeyeceği yönetim biçimleridir. Bazen biri, bazen diğeri baskın olarak devam eder. AKP şimdi yeniden “papazlık” yöntemlerini devreye sokmuştur. Ama tabi “cellatlığı” elden bırakmadan…
“Kürt açılımı” olarak sunulan şeyin içeriğinde neler vardır? İlk etapta gerillanın sınır ötesine çekilmesi, ardından BM gibi bir kuruma silahların teslimi, PKK yönetim kadrosunun uzak bir ülkeye sürgün edilmesi, Kürtçe savunma hakkı ile KCK’li tutsakların bırakılması, Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, en fazla “ev hapsi” ve ardından siyasi af…
Bunlarla Kürt sorununun çözülemeyeceği açık değil midir? Esasında “Kürt sorunu” değil, “PKK sorunu” çözülmek istenmekte ve PKK’ye silah bıraktırma üzerinde durulmaktadır. Sonuçta örgütsüz ve silahsız bir halkın kendiliğinden direnişlerini daha rahat bastıracaklarını bildiklerini için, asıl bu noktaya odaklanmışlardır. BDP yöneticilerinin sıkça “biz barış yapılacak son kuşağız” demeleri, Kürt halkındaki kopuşa dikkat çekmeleri boşuna değildir. Irak ve Suriye’deki gelişmelerle daha bir moral kazanan Kürt halkının, Türkiye’de de benzer şekilde ayaklanmasının önüne geçebilmek için, egemenlerin ellerini çabuk tutmaları gerekmektedir. Artık duvara dayanmışlardır.
Öcalan’la görüşmeleri yürüttüğü söylenen MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, ilk önce Dışişleri Bakanı ile birlikte Ankara’da toplanan büyükelçilere bilgi sunması bile, bu projenin emperyalistlerin dayatması ile gerçekleştiğinin göstergelerinden biridir. Aynı zamanda TBMM’nin ne kadar göstermelik bir kurum olduğunu da bir kez daha gözler önüne sermiştir. TBMM’den önce büyükelçiler bilgilendirilmekte, emperyalistlere doğrudan haber ulaştırılmaktadır. “TBMM’de mutabakat sağlanması” lafları ise, kamuoyunu oluşturma çabasından başka bir şey değildir. Nitekim CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendilerine ve meclise bilgi sunulduğu takdirde, bu “açılıma” destek vereceğini söylemiştir. MHP’ye düşen rol de her zamanki gibi şovenizm çığırtkanlığıdır ki, onu da belli bir dozda yapacağı anlaşılmıştır.
Sonuçta bu kez düzen partileriyle belli bir anlaşma dahilinde süreç yürütülmek istenmektedir. Fakat yıllardır kışkırttıkları şovenizmi kontrollü bir şekilde dizginleyerek, büyük tavizler verilmeyeceğini garanti ederek ilerlemeye çalışılmaktadır. Erdoğan, BDP’li vekillerin görüşmesinin ardından yaptığı ilk açıklamada, Öcalan’a ev hapsi ve genel affın gündemlerinde olmadığın söylemiştir mesela. BDP’liler de çok sıkı bir şekilde uyarılmış olmalılar ki, Öcalan ile görüşmeden sonra konuşmamaya özen göstermişlerdir. “Yeni bir Habur” yaşamamak adına sevinç gösterileri yapmaları da yasaklanmıştır. BDP milletvekili Pervin Buldan’ın sözleriyle, “Ahmet Türk’ün gözlerindeki ışıltıya” bakarak, durumu anlamaya ve anlatmaya başlamışlardır. Dönemin en sık kullanılan sözü “yoğurdu üfleyerek yemek” olmuştur. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da, Başbakan’ın geçmişte sarfettiği sözleri unuttuklarını, geçmişe değil, geleceğe baktıklarını söylemiştir. Kısacası BDP havaya hemen girmiş ve kendinden istenilenleri yapmaya başlamıştır.
Bütün bunlar da göstermektedir ki, bu kadar sınırlı bir “açılım” bile, çok kolay sağlanmayacaktır. Daha şimdiden egemenler, Kandil’den yapılan açıklamadan rahatsızlığını ifade etmişlerdir. Elbette PKK yönetimi, kendilerinin fikri alınmadan ve kendi geleceklerinden emin olmadan, herhangi bir adım atmak istemeyecektir. Bugünün elverişli konjonktüründe, kendi adlarına en iyi anlaşmayı yapmaya çalışacaklardır. Zaten Öcalan da Kandil ve Avrupa ile rahat görüşme olanağı talep etmiştir. Aralarında farklar çıksa da bunlar nüanstır. PKK uzun yıllardır “barışçıl çözüm” istemektedir. Bu, Özal’ın vaatleriyle ve Talabani aracılığı ile gerçekleşen ’93 yılındaki ilk ateşkes sürecinden bu yana böyledir. Ne var ki, aradan geçen yaklaşık 20 yıllık sürede bütün barışçıl çözüm umutları suya düşmüştür.
Bugün de başlatılan “açılım”da, “bu pilav daha çok su kaldıracaktır.” Dünyadaki ve ülkedeki her gelişme, sözkonusu “açılım”ı şu ya da bu oranda etkileyecek, değiştirecektir.
Söylendiği şekliyle “açılım”ın aynen gerçekleştirildiği koşullarda da, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük talepleri karşılanmayacak, dolayısıyla varlığını koruyacaktır. Kürt ulusunun da koşulsuz biçimde kendi kaderlerin tayin hakkı, ancak devrimle birlikte gerçekleşecektir.