Köklerimiz toprakta TARİHTEN GELİYORUZ!

albümkapakrenkli

Tarih bilimi, egemen sınıflarla ezilen-sömürülen sınıfların arasında süregelen mücadelenin önemli bir parçası olmuştur. Egemenler, ya tarihi yok saymış, ya da tarihsel olayları birbirinin tekrarı, “döngüsel bir hareket” olarak açıklayıp, kitlelerin bilincini çarpıtmıştır. Elbette bunu bilinçli bir şekilde, bir amaç doğrultusunda yapmışlardır. Aksi halde tarihi nesnel olarak kavrayan, ondan ders çıkaran kitleler, varolan düzeni sorgulayacak, ona karşı mücadeleye girişeceklerdir. Bunu çok iyi bildikleri için, bellekleri silmeye, “böyle gelmiş, böyle gider” duygusunu güçlendirmeye özel bir gayret gösterirler.

Sömürülen, ezilen kesimlerin öncüleri ise, tam da bu yüzden tarihsel gerçekleri ortaya çıkarmaya ve bunu kitlelere yaymaya çalışır. Dün-bugün-yarın ilişkisini diyalektik bir tarzda ele alarak, geleceğe dair öngörülerde bulunur, hiçbir şeyin yoktan varolmadığını ve ilelebet varolmayacağını, geçmiş deneyimler ışığında bilimsel olarak ortaya koyarlar. Tarihin hep ileriye doğru aktığını ve bunu sağlayanın sınıf mücadelesi olduğunu; egemenlerin yaydığının aksine, tarihi kahramanların değil, ezilen-sömürülen kitlelerin yaptığını gözler önüne serer, kitleleri uyandırmaya, kendilerine güvenmelerini sağlamaya çalışırlar. Dolayısıyla tarihe yaklaşım, sınıfsal-siyasal bir nitelik taşır.

Tarihi yok sayma, belleklerden silme ya da tarihsel gerçekleri çapıtma konusunda burjuvazi, kendinden önceki egemen sınıflardan çok daha bilinçli, sistemli bir faaliyet yürütmüştür, yürütmektedir. Özellikle son yıllarda bu yönde büyük bir gayret içindedir. Adeta tarihe karşı topyekun bir savaş başlatılmıştır. Öyle ki, ’90’lı yılların başında “Doğu Bloku”nun yıkılmasını, “tarihin sonu” ilan etmişlerdir.

Ne demektir “tarihin sonu”? Tarihi dondurmak, geleceğe ipotek koymak mümkün müdür? Burjuvazi böyle olmasını istiyor diye, gelişim ve ilerleme durabilir mi?

Ama Fukiyama adındaki Amerikan burjuvazisinin bir ideoloğu, sosyalizmi belleklerden iz bırakmayacak şekilde yok edebilmek ve kapitalizmin ebediliğini ilan edebilmek için, iyi bir fırsat yakaladığını düşünerek, bu idealist teoriyi ortaya atabilmiştir.

Normalde “deli saçması” denilerek, gülüp geçilecek bu iddia, post-modernistlerden, yapısalcılara, kendine “solcu” diyen reformistlere kadar, geniş bir kesim tarafından benzer argümanlarla desteklenince, döneme damgasını vurabildi. Zaten hiçbir burjuva görüş yoktur ki, yayılmasını entelektüellere, özellikle de “solcu” geçinen kesimlere borçlu olmasın.

Bu kez de öyle olmuştur. Felsefenin, ideolojinin, politikanın ve hepsini kapsamak üzere tarihin “sonu”nu ilan eden, böylece tarihsel materyalizmi çürüttüklerini sanan “anti-tarihçi blok”, Fukiyama, Brezinski gibi burjuva ideologların görüşlerinin güç kazanmasına en büyük desteği vermişlerdir.

* * *

Hiç kuşkusuz bundan binyıllar önceki egemenler ve onların sözcüleri de, tarihi kendileriyle dondurmayı istemişler ve bunu başarabilmek için ellerindeki tüm güçleri kullanmışlardı. Onlar başarabildi mi ki, günümüzün egemenleri ve onların ideologları başarabilsin?

Hatta kapitalizmle birlikte daha da hızlanan tarihsel gelişmeler, bu tür teorilerin kullanım sürelerini iyice kısalttı. ‘90’lı yılları kasıp kavuran “tarihin sonu” gibi savlar, 10 yıl içinde tuzla buz oldu. 2000’li yıllarla birlikte yeniden hortlayan kriz ve savaş olgusu, kapitalizmin sorgulanmasını ve Marks’ın kapitalizm çözümlemelerinin doğruluğunu yeniden gündeme taşıdı.

Sonuç olarak, önümüzdeki bin yılları kapsayacağını iddia eden teorilerin ömrü, 10 yıl içinde çöktü! Fakat burjuvazinin tarihe dönük çarpıtmaları bitmedi, bitmeyecek de…

2000’li yıllarda kriz ve savaş, her ne kadar birçok kamuflajı yırtıp attıysa da, burjuvazinin ideologları boş durmuyor. Bilimi, felsefeyi, sanatı, her şeyi egemenlerin çıkarları doğrultusunda kullanarak, gerici-idealist fikirleri, kitlelerin bilincine zerketmeye devam ediyorlar.

11 Eylül saldırısının ardından, savaş politikasını en açık haliyle ortaya koyan ABD’de, başta Hollywood olmak üzere tüm ideolojik sektörler, bu amaç için kolları sıvadılar. “300 Spartalı”dan, “Truva”ya kadar tarihi filmleri arka arkaya çekerek, sözde “medeniyet”in sembolü Batı’nın, “barbar” Doğu’ya karşı savaşlarını ve buralarda elde ettikleri zaferleri parlatıp sundular. Böylece Afganistan ve Irak işgallerine dinsel-ideolojik bir zemin oluşturmaya, kitleleri buna inandırmaya çalıştılar.

Emperyalist burjuvazi, attığı her adıma kitle desteği yaratabilmek için, onları maniple etmenin yollarını da arıyor. Bir ideolojik-mistik kılıf, haklılık gerekçesi yaratıyor. Bunu başarabilmek için de mutlaka tarihe el uzatıyor. Tarihsel gerçekleri yok sayıyor ve tarihi kendisiyle başlatıp kendisiyle bitirerek, resmi tarihini yazıyor.

* * *

Benzer yöntemleri işbirlikçi burjuvazi de uyguluyor. Öncekiler bir yana, AKP’nin son 10 yıllık hükümet dönemi, aynı zamanda tarihsel gerçekleri belleklerden silme ve kendine uygun yeni bir tarih oluşturma dönemidir. Zaten bunu “yeni Osmanlıcılık” adıyla teorileştirmiştir de. Sadece dış politikada emperyalist savaşa uygun konumlanış açısından değil, eğitimden kültüre, yaşamın tüm alanlarında İslami ve Osmanlı referanslar, giderek daha fazla belirgin olmaya başlamıştır. Geçmişin Atatürk putlaştırması, yerini Kanuni’ye, Fatih’e bırakmıştır. Cumhuriyet’in “yobaz”, “gerici”, “kan dökücü” olarak lanetlediği Osmanlı padişahları, kahramanlaştırılarak, dizilere, filmlere, romanlara konu olmakta, popüleştirilerek kitlelere sunulmaktadır.

Hiçbir dönemde olmadığı kadar, sanatın hemen tüm dallarında tarihsel figürler, özellikle de Osmanlı dönemi öne çıkmış durumdadır. Ve hiçbir dönemde olmadığı kadar, bu yönde teşvikler yapılmakta, baskı oluşturulmaktadır. Öyle ki, bizzat Başbakan, “biz ecdadımızı farklı biliriz” diyerek dizilere ayar vermekte, heykelden karikatüre sanatın her alanına bu yönde müdahalelerde bulunmaktadır.

Dünyada ve ülkemizde ileriye doğru aşılmış olan pekçok şey, bugün yeniden hortlatılmakta, toplumsal ve tarihsel bilinç tırpanlanarak, yeniden şekillendirilmektedir. Bu salvodan, devrimci hareket de payına düşeni almıştır.

AKP Hükümeti’nin sözde darbecileri ve kontrgerillayı yargıladığı davalar, devrimcilere saldırının ve kitlelerin bilincini çarpıtmanın araçları yapılmış durumdadır. Örneğin Ergenekon davalarında, Gazi olayları, ’77 1 Mayıs’ı gibi kontrgerillanın yaptığı kesin olan provokasyonlar, devrimcilerin iç çatışması veya provokasyonu şeklinde lanse edilmektedir. Keza 12 Eylül yargılanması adı altında, 12 Eylül’e dair devrimcilerin büyük bedeller ödeyerek ortaya koyduğu gerçekler, ters-yüz edilmekte; onun Amerikancı niteliğinden, sivil faşistlerle olan ilişkisine kadar en temel özellikleri, gözlerden silinmekte, hatta tam aksi iddialarla aklanmaya çalışılmaktadır.

Bütün bunlar boş yere yapılmıyor. En temel doğrular, kesin gerçekler, bilimsel olgular, durup dururken alt-üst edilmiyor. Amaç; toplumların tarihsel bilinci yok etmek, yerine egemenlerin tarihini ve onların tarihsel bakışını şırınga edebilmektir. Ki, yine onların çıkarları, azami karları için ölesiye çalışılsın ve onların çıkarları için canlarını, kanlarını versinler diye…

* * *

Burjuvazinin tarihe bu kadar saldırdığı, tarihsel kazanımları silmeye bu kadar gayret ettiği bir dönemde, komünist ve devrimcilerin her zamankinden daha fazla tarihlerine, gelenek ve değerlerine sahip çıkmaları ve kitleleri tarihsel bilinçle donatmaları gerekmez mi?

Ne yazık ki, tarihe saldırı sadece burjuvaziyle, onların sözcüleriyle sınırlı değil. Liberal ve reformistler bir yana, devrimci saflara kadar, bunun yansımalarını görmek mümkün. “Geçmişle avunuluyor”, “şehit edebiyatı yapılıyor” gibi argümanlarla, tarihe dair yapılan her tür vurgu, yadırganıyor. Burjuvazi, ne kadar kendi tarihini öne çıkarıyor ve kendi tarih anlayışına uygun eserleri teşvik ediyorsa; bu kesimler, o kadar kendi tarihlerinden kaçıyorlar, ya da onu bir biçimde karalama kampanyası yürütüyorlar. Burjuvazinin işçi ve emekçilerin, komünist ve devrimcilerin tarihlerini unutturmaya, çarpıtmaya çalıştığı günümüzde, ya susarak, ya da aynı koroya katılarak, “sol”dan en büyük desteği sunuyorlar.

Peki neden böyle bir duruma düşüldü? Tarihten, tarihsel bilinçten neden bu kadar uzaklaşıldı? Tarih, neden hedef tahtasına çakıldı?

Deneyimler göstermiştir ki, toplumların durgunluk içinde olduğu, sömürülen-ezilen kesimlerin mücadelesinin gerilediği dönemlerde, tarihe karşı tutucu, nihilist eğilimler gelişiyor. ‘90’lı yılların başında sosyalist olarak bilinen revizyonist kampın çöküşü, bu yönden bir milattır. Bu yıllardan itibaren sadece burjuvazi değil, burjuva ideolojisine çok hızlı biçimde kayan küçük-burjuva liberal kesimlerde de “anti-tarih”çilik gelişmiş, geçmişin aşılmış teorileri yeniden piyasaya sürülmüştür. Tarih, bilim olarak reddedilmiş, toplumsal olayları, tarihsel sürecin doğal ve zorunlu gelişimi olarak değil, rastlantısal ve döngüsel bir hareket olarak ele alan savlar, yeniden baştacı edilmiştir.

Tersten, devrim dönemleri ise, tarihsel bilincin geliştiği ve yerli yerine oturtulduğu dönemlerdir. Fransız ve Ekim devrimleri, bunun en çarpıcı örneğidir. Her ikisinde de tarih yapıcısı ve yaratıcısı olarak insanlığın dönüştürücü gücü, somut bir biçimde ortadadır. Tarihsel düşüncenin en büyük teorik-felsefi atılımları, bu dönemlerde yaşanır. Aynı zamanda tutucu, kaderci, gerçeklikten kopmuş tarih anlayışlarına en ağır darbeler, bu dönemlerde indirilir. Hatta bu kez, iradeye sınırsız bir rol tanıyan volantarist, anarşist görüşlere rağbet artar.

Sonuçta diyebiliriz ki, tarihe en büyük katkıların yapıldığı, idealist görüşlere en ağır darbelerin vurulduğu dönemler, böylesi ekonomik-siyasi-sosyal-toplumsal alt-üst oluşların yaşandığı devrimsel dönemlerdir. Tarihsel materyalizmin bizzat yaşam tarafından doğrulandığı bu kesitlerde, bunun ma-nevi gücüyle manyetik alanı da genişlemekte, burjuva tarihçiliğine karşı büyük bir üstünlük kurulmaktadır.

* * *

Yenilgi dönemleri, her tür burjuva görüşün yayılmasına uygun zemin yarattığı için, tarih bilincinin de en fazla çarpıtıldığı dönemler olmuştur. Sıkça tasfiyeciliğin “bir yenilgi hastalığı” olduğunu söyleriz. Tasfiyeciliğin devrim saflarında da tarihin reddine, nihilizme yol açması, işte bu nesnel zeminle bağlantılıdır. Çünkü tasfiyecilik, Lenin’in belirttiği gibi, “oportünizmin yenilgi dönemlerindeki hali”dir. Bu dönemlerde burjuva ideolojisinin işçi sınıfının saflarına taşınması, “ideolojik döneklik” olarak karşımıza çıkar.

Tasfiyeciliğe karşı verdiğimiz mücadelenin, aynı zamanda tarihimizin reddine, çarpıtılmasına karşı bir mücadele olması, bundan dolayıdır. Ve tasfiyecilerin, tarihsel bilinçten kopuşlarının onları savurduğu nokta, bugün geldikleri yer, ancak bu şekilde anlaşılabilir.

Buradan çıkarılması gereken temel sonuç; yenilgi dönemlerinde devrimci ve komünistlerin, tarihe ve tarihsel bilince çok daha fazla önem vermeleri, üzerinde titremeleri ve kitlelere bunları taşımalarıdır. Bu, başta tasfiyecilik olmak üzere burjuva ideolojisine karşı, devrim cephesinden verilecek mücadelenin en önemli parçasıdır.

Onun içindir ki, başından beri, tarihimizi yok saymaya, onu unutturmaya, çarpıtmaya kalkan tasfiyeci anlayışla kıran kırana bir mücadeleye girdik. “Tarihimiz, güç ve onur kaynağımızdır” dedik. “Ayaklarımızı bu topraklara basmalı, gözümüzü ufka dikmeliyiz” dedik. Geleneklerimize, yarattığımız değerlere sahip çıktık. Ona yeni halkalar ekleyerek yaşatma iradesini gösterdik.

Bu, sadece bir vefa, bir tarihsel devamlılık çabası değildi. Hiç kuşkusuz bu yönleriyle de çok değerlidir. Fakat yukarıda anlattığımız genel çerçeve içerisinde ele alındığında, bunun ideolojik bir duruş olduğu görülür. Yenilgi dönemlerinde gemi azıya alan burjuva ideolojisine ve onun yenilgi dönemlerindeki tezahürüne karşı oluşturulan bir kalkan, aynı zamanda karşı saldırı aracıdır. Başta devrimci kadrolar olmak üzere işçi ve emekçilerde yaratılmaya çalışılan bellek kaybına, tarihsizleştirmeye, köksüzleştirmeye karşı bir dirençtir. Her tür savrulmayı önlemek için geliştirilen bir panzehirdir. Bu yönleriyle oldukça anlamlıdır, yaşamsal önemdedir.

* * *

İhtilalci komünist hareketin doğuşunun yıldönümüne denk gelen bu günlerde, tarihe, tarih bilincine daha fazla vurgu yapmamız gerektiği açıktır. Böyle özel anlarda, geçmiş ve gelecek, dün-bugün-yarın ilişkisi, daha somut biçimde gözler önüne serilir ve elle tutulur bir hal alır çünkü.

“Geçmişi olmayanın, geleceği de olamaz!” Tarihsel materyalizm bize, her şeyin tarihsel bir devamlılık içinde, nicel birikimlerin nitel sıçramasıyla oluşup geliştiğini gösterir. Bugün, dünün yarınıdır. Bugünümüzü, geçmişimize, geçmişten bu yana biriktirdiklerimize, deneyimlediklerimize borçluyuz. Yarınımızı da bugünden atacağımız adımlar üzerine kuracağız.

Binlerce yıllık insanlık tarihinden, iki yüzyılı aşkın proletaryanın mücadelesinden, yüzelli yıllık Marksizm-Leninizmin biliminden süzülerek geliyoruz… Spartaküs’ten Lyon’a, Paris Komünü’nden Ekim devrimine, yenilgi ve zaferleri kuşanarak geliyoruz… Pir Sultan’dan Şeyh Bedrettin’e, Mustafa Suphi’den Ethem Nejat’a, Denizler’den, Mahirlere, Kaypakkaya’lara, bu toprakların değerlerine sahip çıkarak, onlardan öğrenerek geliyoruz…

Yüzlerce ayrık otu içinde bir tutam kır çiçeği olarak, geleceğe umut taşıyanız… 12 Eylül karanlığını yaran, sokakları, evleri “granitten bir kale” yapan, zindanlarda ışık olup saçan, ölüm oruçlarında bayraklaşanlarız… İşkencehanelerde direniş destanları yazan, mahkemelerde egemenleri yargılayan, mücadelenin her cephesinde “kutup yıldızı” olarak parlayan ve yol göstereniz…

Komünarca silkinip, işgallerden, direnişlere büyüyerek geleniz… Fabrika, fabrika grevlerin, sokak, sokak çarpışmaların militanlarıyız. Ölmesin diye çocuklar, bombanın üzerine atlayan Yunus’uz! Yoldaşlarına siper olan Eralp’iz, Nilgün’üz! Faşizmin ininde, suratlarına tekme olup çarpan Remzi’yiz! Yoldaşcan’ın “hücum” komutuna uyarak, son mermisine dek çatışan Metin’in, Şaban’ız! “Bizsiz olmaz bu işler” diyerek Gazi’den Ümraniye’ye kavganın ortasına koşan Zeynep’iz, Hakan’ız! Fatih’in kızıl bandını şerefle taşıyan, “Biz kazanacağız” şiarını kitlelere mal eden, ölüm orucu şehitleri ve gazileriyiz!

Tasfiyeciliğe karşı ML örgütün, teslimiyete karşı direnişin temsilcileriyiz. 12 Eylül tasfiyeciliğine olduğu gibi, kendi tasfiyecilerimize de bayrak açan, karanlığı yararak ilerleyen ihtilalci komünistleriz… Ateşi ve ihaneti gören, ama hiç tereddüt etmeden motorları maviliklere süren bolşevikleriz… Örgütçü ve militan kimliğimizi yeniden kuşanarak, yine çelikten, yine bolşevik müfrezeyi yaratanız… Şehitlerimizin, geleneğimizin izinden giden, ona yeni halkalar ekleyeniz… Savaşa ve faşizme karşı, kavga bayrağını yükseltip, Nato’dan IMF’ye emperyalist kurumlara ülkemizi dar eden, barikatların başında, sokak savaşlarında, en önde dövüşen, en son çekileniz… 1 Mayıslarda alanları zapteden, orak-çekiçli kızıl bayrağı, usta ve önderlerimizi gururla göndere çeken, meydanlara dikeniz…

İşçi direnişlerinde, çatışmalarda, grevlerde büyüyen “yeni çağın çocukları”yız biz. Onlara öğreten, onlardan öğreneniz… Niceliğe değil, niteliğe önem veren, saflarımızı sağlam karakterlerle donatan, yılların deneyimi ve birikimini, gençliğin dinamizmi ile birleştireniz…

Bizler Osman’ın Fatih’in öğrencileriyiz. Stalin Mehmet’in Sezai’nin her tür statükoya, donmuş olana vuran güçlü sesi, geleceğin temsilcisiyiz…

Böyle köklü bir tarihi, ne faşizmin saldırıları, ne oportünizmin çamurları, ne de tasfiyeciliğin inkarı yıkabildi, yıkabilir… Varlığımız bunun kanıtıdır.

* * *

“Köklerimiz toprakta, tarihten geliyoruz!” Stalin’in Yunan mitolojisinden verdiği örnekte olduğu gibi, bizim yenilmezliğimizin sırrı, ayaklarımızın toprağa basmasıdır. Bu toprak, tarihimizdir, şehitlerimizdir, halkımızdır, proletaryadır. Kimsenin gücü, bizi onlardan koparmaya yetmedi, yetemez.

İşte tarih, işte biz!

‘79’da temelleri sağlam atılan ve hep bu ML zeminde kalanlar, yavaş ama emin adımlarla geleceğe doğru yürüyorlar… Zorlukları aşarak, inançlarını pekiştirerek… Düşmana korku, dostlara güven vererek… Ama daha katedilecek çok yol, aşılacak çok engel olduğunu bilerek…

Karanlıkları yara yara, yürüyorlar aydınlıklara… Tarihe, şehitlerine, işçi ve emekçilere duydukları büyük sorumlulukla…Bugüne dek, onlara verdikleri sözleri hep tutmuş olmanın gururuyla…

Yürüyorlar sitemsiz, başı dik ve enginleri fethetme ruhuyla…

 

 

 

 

Su ve ateş çağındaydı soluğumuz

En umutsuz gece yarılarında

En ıssız yollarda bırakıldık hep

Yıkılmadık!

Günün bir yanında avuçlarken güneşi

Bir yüzünde yeniden düştük toprağa

Korkmadık!

Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları

Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne

En bereketli yağmurları

Hep kendi soluğumuzla yarattık!

. . .

Yaşamı bilinçten emziriyoruz artık

Umudu sevinçten süzüyoruz

Yolu yok başka yaşamanın

Her sabah geçmişin yüreğine

Filizlenen bir gelecek çiziyoruz.

Adnan Yücel

Bunlara da bakabilirsiniz

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …

Sendikalı işçilere saldırılar protesto edildi

İstanbul’da 11 Aralık’ta Mecidiyeköy Cevahir AVM önünde saat 18’de Mücadeleci Sendikalar, tutuklu sendikacıların serbest bırakılması …