Yeni anayasa tartışmaları uzun süredir devam ediyor. Özellikle “başkanlık sistemi” ve “vatandaşlık tanımı” üzerinden süren tartışmalar, İmralı görüşme tutanaklarının yayınlanmasıyla iyice alevlendi. Başta liberal aydınlar olmak üzere, demokrat kesimler, azınlıklar, Öcalan’ın bu konudaki sözlerine büyük bir tepki gösterdiler. “Barış”a karşılık “başkanlık” pazarlığı yapıldığı, İslamcılığın öne çıkarıldığı, azınlıkların dışlandığı yönünde görüşler ortalığı kapladı.
Yeni anayasada uzlaşılamıyor
Bilindiği gibi AKP, uzun süredir “yeni anayasa” hazırlığı içinde. Bugüne dek 12 Eylül anayasasında birçok değişiklik yapıldı. En son 12 Eylül 2010 referandumu ile AKP’nin isteği doğrultusunda bazı değişiklikler gerçekleşti. Fakat bunlar, AKP hükümetine yetmedi. Üçüncü döneminde bu işi tümden çözmek için kollarını sıvadı. Anayasa taslağını hazırlayıp TBMM’de oluşturulan “uzlaşma komisyonu”na sundu.
Görünürde bütün partiler, 12 Eylül anayasasının kaldırılmasını, yeni bir anayasayı istiyor. Ve hepsi de “demokratik anayasa”dan dem vuruyor. Oysa hiçbirinin anayasayı daha demokratik hale getirmek gibi bir niyeti bulunmuyor. Gerçekte her parti, kendi siyasi duruşu ve hizmet ettiği kesimlerin çıkarları doğrultusunda bir anayasa için uğraşıyor. AKP’nin “yeni anayasa” ile yapmak istediği asıl şeyin, “başkanlık” ya da “yarı-başkanlık” olarak adlandırılan bir sisteme geçmek olduğu anlaşıldı. CHP ve MHP ise, buna kesinlikle karşı çıkıyor. ’61 ve ’82 anayasasının “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olarak geçen ilk üç maddesinin aynen korunmasını, buna bağlı olarak vatandaşlık tanımında, “Türklük” vurgusunun kalmasını savunuyor.
Böyle olunca TBMM’de kurulan “uzlaşma komisyonu”ndan “yeni anayasa” çıkmayacağı anlaşıldı. Komisyonun bugüne dek 100 madde üzerinde durduğu ve bunlardan sadece üçte biri üzerinde uzlaşmaya varılabildiği söyleniyor. Bu şekilde bir sonuca varılamayacağı düşünülüyor.
Bu durumda BDP, “kilit parti” durumuna geldi. Çünkü AKP’nin meclisteki sayısı anayasayı tek başına değiştirmeye, hatta onu referanduma götürmeye yetmiyor. BDP ise, AKP ile “vatandaşlık tanımı”nda anlaşmanın karşılığı olarak, “başkanlık sistemi”nin tartışılabileceğini söyleyerek, AKP’ye yeşil ışık yakıyor. Son olarak Öcalan’ın açıktan “başkanlık sistemi”ni savunması, tek fark olarak ABD tipi meclisli bir başkanlığı önermesi, “barış karşılığında başkanlık” mı sorularını ve tepkilerini beraberinde getirdi. Bu sadece ülke içinde değil, ülke dışında da benzer yorumlara yol açtı. İngiliz The Guardian gazetesi, Kürt sorunundaki müzakerenin sonucunda Erdoğan’ın “ödülü”nün, Başkanlık olacağını yazdı.
AKP’nin yeni anayasa formülü
AKP, yeni anayasa konusunda bu yavaş gidişe ve en önemsediği konularda (başkanlık sistemi gibi) uzlaşma sağlanamamasına çözüm arıyor. Başbakan Erdoğan, komisyonun çalışmalarının Mart ayı sonuna kadar tamamlayamaması halinde, kendi anayasa taslaklarını referanduma sunacakları uyarısında bulundu. Ayrıca BDP’yi kastederek “referandum noktasında anlaşabilirsek, onlarla müşterek adım atabiliriz” dedi. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da, “bire bir örtüşmüyor ancak yakın olduğumuz parti AKP’dir” diyerek anayasa konusunda AKP’ye işbirliği yapabileceklerinin sinyalini verdi.
AKP’nin “yeni anayasa”da üzerinde en çok durduğu konu, başkanlık sistemi. Savaş ve kriz ortamında en rahat yönetme yöntemi olarak bu sistemi öne çıkarıyorlar. Erdoğan, “çok seri karar alma imkanı” getireceğinden dolayı başkanlık sistemini istediğini açıkça ifade etti. Ve bunun “Türk tipi başkanlık” olacağını söyledi. “Türkiye’ye özgü, başkanlık ve yarı-başkanlık sistemlerinin kendine has doğruları alınarak oluşturulabilir” diyerek, bir sentez yapmaya çalıştıklarını vurguladı.
AKP’nin öngördüğü başkanlık sistemine göre, başkan meclisi feshetmek, ülkeyi başkanlık kararnameleri ile yönetmek ve beğenmediği yasa tasarısının yasallaşmasını neredeyse imkansız kılmak gibi olağanüstü yetkilere sahip olacak. Başkan, yasama ve yürütme yetkisini elinde tutacağı gibi, yargıyı da kendisine bağlı hale getirecek. Yani, yasama, yürütme, yargı, tüm kuvvetler, başkanın elinde toplanacak.
AKP’nin anayasa taslağında üzerinde en çok fırtına kopartılan konulardan biri, yargıda yapmak istediği yeni düzenlemeler oldu. Sanki yargı bugüne kadar gerçekten “bağımsız” ve “tarafsız”mış gibi, “bağımsız-tarafsız yargı elden gidiyor” yaygarası yapıldı, yapılıyor… AKP’nin farklı olarak yaptığı şey, yargıyı tamamen kendine bağlamak. Önünde hiçbir engel kalmamasını sağlamak…
Buna göre Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organları kaldırılıyor, yerine “Temyiz Mahkemesi” getiriliyor. Ayrıca Askeri Yargıtay da kaldırılıyor, askeri mahkemeler disiplin suçlarıyla sınırlanıyor. Diğer yandan Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin çoğunluğunun TBMM tarafından seçilmesi isteniyor. Meclisin yapacağı anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesine son veriliyor. Gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse Danıştay ve Yargıtay yerine geçirilen Temyiz Mahkemelerinin üyeleri, büyük oranda hükümet partisi tarafından belirlenecek. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun da 22 üyesinin 16’sı hükümet tarafından doğrudan atanacak.
Böylece Hükümet, yargı üzerinde tam bir tahakküm kurabilecek. AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumu ile yargıya çektiği ayar, yeni anayasa önerisiyle son şeklini alıyor. AKP, yargının tamamen kendi denetiminde olmasını istiyor.
Bugüne dek AKP, “yüksek yargı”dan çok yakındı. Çıkarmak istedikleri birçok yasanın “yüksek yargı” vetosuna uğradığını, istediklerini gerçekleştiremediklerini, “yüksek yargı”nın önlerine engel diktiğini söyleyip durdu. Başbakan Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı”ndan yakınıp, “kuvvetler birliği”ni istemesi de bununla bağlantılıydı. Örneğin “kentsel dönüşüm” kapsamında aldıkları birçok karar, yargıdan geri döndü. AKP, önüne dikilen tüm engelleri kaldırmak, yeraltı, yerüstü kaynaklarını kontrolsüz biçimde istedikleri tekellere peşkeş çekmenin peşinde.
Şimdi AKP’nin bu amaç doğrultusunda BDP’yi de yedeklemeye çalışması, birçok kesimde hayal kırıklığına ve tepkilere yol açtı. Özellikle de ikinci İmralı görüşmesinden sonra açığa çıkan Öcalan’ın bu konudaki görüşleri, kaygıları daha da arttırdı.
Öcalan’dan başkanlık sistemine destek
Öcalan’ın 23 Şubat’ta gerçekleşen ikinci BDP heyeti ile olan konuşmalarında, üzerinde en çok durulan konulardan biri, başkanlık sistemine verdiği destek oldu. Öcalan, “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz” diyordu. AKP’nin savunduğu “başkanlık sistemi” ile farkını ise, ABD’den, Rusya’dan, İngiltere’den örnekler vererek, başkanı denetleyecek bir meclis ya da senato olması şeklinde ortaya koyuyordu.
Bir yandan “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim”, “biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk” gibi sözlerle AKP’ye verilen desteği itiraf ederken ve bunun AKP tarafından istismar edilmesinden yakınırken, bir yandan da AKP’nin şu an en fazla ihtiyaç duyduğu başkanlık sistemine destek verilmesi dikkat çekiciydi. AKP’ye bu yaklaşım, Kürt hareketinin açmazı olmaya devam ediyor. Buna bir de “Sünni din kardeşliği” temelinde “yeni ulus” yaratma girişimi eklenince, başta Ermeniler olmak üzere Müslüman olmayan azınlıkların tepkisi arttı.
Hatırlanacaktır 2004 yılında “azınlık” tartışmaları gündeme geldiğinde, Kürt siyasetçileri, kendilerinin “azınlık” görülmesine karşı çıkmışlar ve anayasada “asli kurucu üye” olarak Kürt ve Türklerin birlikte geçmesi gerektiğini söylemişlerdi. AB’nin o dönem hazırladığı “ilerleme raporu”nda, “Lozan’da ‘azınlık’ olarak sadece ‘gayrimüslimler’den bahsedildiği, onların da Ermeni, Rum ve Musevi olarak sınırlandığı” belirtiliyor, Kürt ve Alevilerin de “azınlık” haklarından yararlanması gerektiği söyleniyordu. PKK ve diğer Kürt örgütleri, “azınlık” tanımına karşı çıktılar ve anayasada “Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve Kürt ulusundan kurulmuştur” şeklinde geçirilmesini istediler. Böylece Türk ve Kürt olmayan diğer ulusal toplulukları ve “gayri-müslim” kesimleri dışlamış oldular.
Şimdi de benzer bir söylemle karşı karşıyayız. Öcalan, Anayasada “vatandaşlık tanımı” olarak “Türklük” kavramına karşı çıkarken, “ortak bir milletin üyesiyiz” diyor. Ve “millet, Arap, Türk ve Kürdü de kapsar… Millet İslam enternasyonalizmini ifade eder” diyerek devam ediyor. Öcalan’ın “millet” kavramı içinde “gayri-müslim”ler yer almıyor. Dahası bu kesimleri dışlayıcı tutum, başka sözleriyle de kendini ele veriyor. Örneğin, “Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar.” diyor. “İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir” diyor. “Ermeni lobisi etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar” diyor, vb…
AKP’nin “İslamcılık” şemsiyesi altında Türk ve Kürtleri birleştirme çabasına Öcalan da katkı sunmuş oluyor. “İslam’ın özü adalet, hukuk ve tasavvuftur” diyerek, “İslamın kirletilmesi”nden yakınıyor. Ve ardından “Kürt halkının dini inancı kuvvetlidir” diyor, kendisinin de geçmişte beş vakit namaz kıldığını, hatta “Kısakürek’in gizli toplantısı”na katıldığını belirtiyor.
Öcalan’ın MİT ve Erdoğan’la ilgili sözleri de, Fettullah Gülen Cemaati ile AKP arasındaki çelişkide AKP’den yana tutum aldığını gösteriyor. Gülen’i ve Gülen’e yakınlığı ile bilinen Emrullah Uslu gibilerini ABD’den talimat alan, ABD’nin yetiştirdiği kişiler olarak gösterirken, AKP’yi bundan azade tutuyor.
Bütün bunlar alt alta konduğunda, Öcalan ile AKP’nin yakınlaşması, özellikle başkanlık sistemine sunduğu destek ve İslama yaptığı vurgular, bugüne dek Kürt hareketine destek veren ve “barış süreci”ni olumlayan liberal kesimlerde, Müslüman olmayan azınlıklarda tedirginlik yarattı. “Barış”a karşı “başkanlık” şeklindeki düşünceler, ağırlık kazandı. Bu durum, Kürt hareketine ve “İmralı süreci”ne daha temkinli bir yaklaşıma yol açtı.
Bu düzende “demokratik anayasa” yapılamaz
Anayasa üzerine yürütülen tartışmalarda, en sorunlu noktalardan biri, “demokratik anayasa” demagojisidir. Öyle ki, “vatandaşlık tanımı” olarak “Türk” yerine, “Türkiye Cumhuriyeti” konulduğunda, anayasa demokratik bir içerik kazanacakmış gibi bir izlenim yaratılmaktadır.
Elbette 1924’ten bu yana yapılan tüm anayasalardaki Türklük vurgusu, devletin şoven milliyetçi yaklaşımının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu şekilde sadece Kürtler değil, bu topraklarda yaşayan tüm ulusal topluluklar inkar edilmekte, hepsi Türk sayılmaktadır. Bu da, halklar arasında eşitsizliği, ezen-ezilen ilişkisini getirmektedir. Oysa gerçekten demokratik bir devletin ulusu olmaz. Sadece ulusu da değil, dili ve dini de olmaz. Türkiye Cumhuriyeti, hem Türk, hem Müslüman, hem de Sünni bir devlettir. Kürt ve diğer milliyetlerden halklar dışında, gayrimüslim ve Alevi kesimler de baskı altındadır. Böyle bir devletin anayasası, doğal olarak şoven-milliyetçi bir karakterde olacaktır. Çünkü anayasa, varolan durumun resmi olarak ifade edilişinden başka bir şey değildir.
Yeni anayasada “vatandaşlık tanımı”ndan Türklük ibaresini çıkarmakla, o anayasayı demokratik yapamayız. Esasında bir anayasanın “demokratik” olup olmadığını sadece ulusal soruna bakışından ibaret de göremeyiz. Başta işçi ve emekçilerin hakları olmak üzere en temel hak ve özgürlüklere yaklaşımını esas alırız. Ki bu açıdan bakıldığında, bir burjuva devlette “demokratik anayasa”nın yapılamayacağını anlaşılır. İktidarda işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri olduğu sürece, ne işçi ve emekçiler için, ne de ezilen halklar ve mezhepler için “demokratik bir anayasa” olmayacaktır.
‘Demokratik anayasa’ ancak demokratik bir halk devleti tarafından yapılabilir. Dolayısıyla bir devrim sorunudur. Kuşkusuz kimi demokratik hak ve özgürlükler, mücadelenin düzeyine göre yasal olarak da geçirilebilir. Ancak sözkonusu olan bir anayasa ise, onun gerçekten ‘demokratik’ olabilmesi, doğrudan devletle, devleti elinde tutan sınıflarla bağlantılıdır. Çünkü anayasa, temel yasadır. Ve en demokratik burjuva devlette bile anayasalar, kapitalist toplumsal düzenin sarsılmaz olduğundan hareket eder; kapitalizmin ilkeleri, temel direklerini oluşturur. Topraklar, ormanlar, fabrikalar, tüm üretim araç ve gereçleri üzerindeki özel mülkiyet, insanın insan tarafından sömürülmesi vb. yasalarla pekiştirilir. Yurttaşların eşitliğini ve demokratik özgürlükleri ya açıkça reddeder, ya da hepsini boşa çıkarır. Öylesine kayıtlar ve sınırlamalar koyar ki, bu hak ve özgürlüklerin tamamen sakatlandığı görülür.
Patronla işçi, toprak sahibi ile köylü arasında, birinciler zenginlikleri ve toplumsal ağırlığı ellerinde tuttukça, ikincilerin bunlardan yoksun kalacağı ve bu koşullarda eşitliğin hiçbir zaman olmayacağı açık değil midir? Aynı durum, ezilen ulusların hakları için fazlasıyla geçerlidir.
“Burjuva anayasaları, sessiz sedasız uluslar ve ırkların eşit olamayacağından, bağımsız uluslarla bağımsız olmayan ulusların varlığından hareket eder… Bu, bütün anayasaların temelleri itibarıyla ulusal oldukları, yani egemen ulusların anayasaları oldukları anlamına gelir.” (Stalin, Leninizmin Sorunları sf:654)
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası da ‘egemen ulus’un yani Türklerin anayasasıdır. Başka türlü olması da beklenemez. “Vatandaşlık tanımı” olarak “Türklük” ya da “Türkiyelilik” kavramının kullanılması, bu durumu değiştirmez. Geçtiğimiz günlerde BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş haklı olarak “etle tırnak gibi değiliz, iki eşit halk olmalıyız” dedi. Bu durum Başbakan’a sorulduğunda, “iki eşit halk olmaz” deyiverdi. “Bunlar ‘iki eşit halk gibi’ dediğin zaman, kantara çıkarıyor. Kantar tumayabilir” diyerek, Türkün, Kürde ağır basacağını ima etti. AKP de anayasada “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” şeklinde geçmesini istiyor. Ama “iki eşit halk”ı duymaya bile tahammül edemiyor ve hemen reddediyor. Tıpkı “Kürt milletini Türk ulusuyla eşit göremezsiniz” diyen CHP milletvekili gibi…
Ne zaman ki, kesintisiz biçimde sosyalizme geçmeyi hedefleyen halk demokrasisi devleti kurulur, ancak o zaman siyasal ve demokratik haklar gibi, ulusal haklar da, başta anayasa olmak üzere tüm yasalarla güvence altına alınır. Çünkü anayasa, esasında o güne dek elde edilmiş kazanımların tescil edilmesi, yasalarla pekiştirilmesidir.
Örneğin Sovyet Anayasası’nın ikinci bölümünde, “Sovyetler Birliği, eşit uluslardan oluşan bir birlik”tir diye geçer. Bu, fiilen yaşanan durumun anayasaya geçirilmiş halidir. Ortada gönüllü bir birlik vardır. Ve bu birlik sayesinde o devlet kurulmuştur. Orada ‘asli unsur’, ‘asli olmayan unsur’; ‘azınlık’, ‘çoğunluk’ gibi kavramlar yoktur. Sadece ‘eşit uluslar’ vardır. Ve tabi ki devletin dili de yoktur. Her ulus ve ulusal topluluk, başta eğitim olmak üzere tüm alanlarda kendi dilini kullanma hakkına sahiptir. En önemlisi de, her ulusun istediği zaman kendi iradesiyle ayrılma hakkının tanınması, bunun güvence altına alınmasıdır. Bunlar olmadan ulusların eşitliğinden söz edilemez.
* * *
Anayasa tartışmaları önümüzdeki günlerde daha da artarak sürecektir. “Vatandaşlık tanımı”ndan, “başkanlık sistemi”ne kadar birçok konuda farklılıklar, saflaşmalarda değişimler çıkacaktır. Ve tabi ki, “barış süreci” denilen süreçte de daha çok değişiklikler meydana gelecektir. O yüzden daha şimdiden anayasa konusunda BDP ve AKP arasında işbirliği olacağını söylemek erkendir. Dahası, egemen kesimler arasında bu konuda hemfikirlik yoktur. AKP içinde bile çatlaklar sözkonusudur. Örneğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Erdoğan’ın “Türk tipi” dediği başkanlık sistemine karşı olduğunu ifade etmiştir. Bu yönüyle başkanlık sistemine geçişin hiç de kolay olmayacağı ortadadır. Anayasanın uzlaşma ile çıkmayacağı ise kesindir. Egemenler arasında uzlaşmanın olmadığı bir ortamda, anayasada temel değişiklikler kolay kolay yapılamaz. En fazla “dağın fare doğurması” cinsinden bir anayasa çıkar.
Dikkat edilirse “yeni anayasa” tartışmalarında işçi ve emekçilerin haklarına dair tek bir söz edilmemektedir. Dahası insanın en temel hakkı olan çalışma hakkı, barınma hakkı, örgütlenme, ifade ve eylem hakkı gibi haklar iyice tırpanlanmış, yok edilmiştir. Hatta “yaşama hakkı” elinden alınmış durumdadır. Kadınlar her gün öldürülmekte, sokakta ve şubede polis şiddeti yüzünden ölenlerin sayısı hızla çoğalmakta, açlığın ve işsizliğin verdiği bunalımla intiharlar artmaktadır.
Hal böyleyken hala “demokratik anayasa”dan sözedilmesi, kitleleri kandırmaya dönük bayağı bir yalandır. Demokratik anayasa, demokratik bir devlette yapılır. O da ancak iktidarın işçi ve emekçilerin eline geçtiği halk demokrasilerinde, sosyalist bir düzende gerçekleşecektir.