Faşist devlet, son zamanlarda üst üste attığı adımlarla, nüfus sorununa sistemli biçimde yönelmiş durumda. Bunun en somut ifadesi, Erdoğan’ın açıklamalarında ve gerçekleştirilen yeni yasal düzenlemelerde kendisini gösteriyor.
Erdoğan önce “her aile üç çocuk yapmalı” dedi. Arkasından kürtajı yasaklamak, sezaryan doğumu zorlaştırmak ve istisnai hale getirmek gerektiği doğrultusunda açıklamalar yaptı. Kürtajın süre sınırı değiştiren yeni bir düzenleme yapıldı. Gelen tepkiler üzerine sezaryan konusunda yasaklama getiremedi, ancak bir anda devlet hastanelerinde normal doğum dayatması olağan bir uygulama haline geldi. Üstelik bu dayatma nedeniyle, doğum sırasında bebek ve anne ölümlerinde patlama yaşanmaya başladı. Erdoğan’ın son “talimatı” ise çocuk sayısı artırmak konusunda oldu. “Tek çocuk gerilemedir, iki çocuk gerilemedir, üç çocuk yerinde saymaktır, dört çocuk ilerlemedir, beş çocuk refaha kavuşmaktır” dedi Erdoğan. Ülkedeki ekonomik sıkıntıların tek nedeni olarak çocuk sayısını başat sorumlu haline getirmiş oldu.
Ama bu ne Erdoğan’la, ne de Türkiye ile sınırlı. Daha önce “uygarlığın” bir göstergesi olarak sunulan “az çocuk”, şimdilerde çözülmesi gereken bir sorun olarak ele alınıyor. Öyle ki, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri “yaşlı nüfus”larını dert etmeye başladılar. Oralarda da politikacılar, “daha fazla çocuk” söylemini arttırdılar. Ve bu yönde yasal düzenlemeler yapmaya, çocuk başına maddi yardımları, teşvikleri arttırmaya başladılar. Nüfuslarını gençleştirme ve çoğaltma derdine düştüler.
Egemen sınıflar, her dönem çocuk ve doğum politikalarıyla uğraşmışlardır. Bu kimi zaman nüfus artış hızını durdurmaya, kimi zaman yükseltmeye dönük müdahaleler biçiminde olur. Egemenlerin ihtiyaçları o dönemde neyi gerektiriyorsa, o doğrultuda bir ideolojik bombardıman yürütülür.
Kapitalist sistemde ise, bu çok daha sistemli hale getirilmiştir. “Uzman görüşleri”nden doktor tavsiyelerine, Erdoğan gibi politikacıların konuşmalarından hastane uygulamalarına kadar, her alanda yapılan propaganda ve buna uygun hukuksal düzenlemelerle, evlerin yatak odaları kontrol edilmeye çalışılır. Burjuvazinin dönemsel ihtiyaçlarına uygun olarak, nüfus ve doğum üzerine politikalar yürütülür…
“Burjuvazinin dönemsel ihtiyaçları…” dedik. Bu, ‘90’lı yıllarda çocuk sayısını azaltmaya dönük bir biçimde kendisini gösteriyordu, bugün ise çocuk sayısını artırma biçiminde…
Burjuvazinin nüfus beklentisi görecelidir
İlk olarak Marks ve Engels, burjuvazinin nüfus sorununa yaklaşımının, ya da daha net bir ifadeyle, “nüfus yasası”nın, farklı dönemlerde farklı biçimler aldığını ortaya koydular. Marks, nüfus yasasının, her zaman ve her yerde aynı olmadığını söyler. Tersine, her gelişme aşamasının, kendine özgü nüfus yasası olduğunu öne sürer. “Üretici güçlerin değişik derecelerde gelişmeleri ile, toplumsal koşullar ve bunlara yön veren yasalar da değişir” der. (Kapital, cilt 1, Almanca 2. baskıya önsöz, sf. 26-27, Sol Y.) Engels ise, “bize göre iktisat yasaları denilen şeyler, doğanın sonsuz yasaları olmayıp, gelip geçici tarihsel yasalardır” demektedir.
Ekonomik kriz dönemleri, savaş hazırlıkları, kapitalizmin gelişme süreçleri, refah dönemleri, ucuz işgücüne daha fazla ihtiyaç duyulan dönemler vb. her birinin gereksindiği nüfus oranı farklıdır. Nüfusun burjuvazi için asıl anlamı, “yedek işgücü ordusu”na duyduğu ihtiyaçtadır.
Ekonomik gelişme dönemlerinde, burjuvazi çok büyük bir işgücüne, yanı sıra yedek işgücü ordusuna ihtiyaç duyar. Bu artı-nüfus, çalışanların ücretlerini düşürmek, çalışma koşullarını ağırlaştırmak ve vahşi kapitalizmin işini kolaylaştırmak için gereklidir. Keza savaş dönemlerinde de burjuvazinin, kendi çıkarları için daha yoğun bir tempoyla çalışacak, savaşacak-ölecek genç işçi ve emekçilere ihtiyacı vardır. Böylesi dönemlerde burjuvazi, nüfus artışını körüklemek için özel yasal düzenlemeler gerçekleştirir.
Diğer taraftan, ekonomik gelişimin belli bir aşamasında, özellikle de kendiliğinden de olsa sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde, nüfusun azalmasını ister burjuvazi. Kitleleri az çocuk yapmaya ikna etmek için çeşitli ideolojik argümanların ve yasal düzenlemelerin hepsi peşpeşe devreye sokulur. Keza kriz dönemlerinde de artı-nüfus, burjuvazi için büyük bir yük haline gelmektedir. Böylesi dönemlerde, açlıktan, salgın hastalıktan ya da doğal afetlerdin kitlesel ölümler, burjuvazi için bulunmaz “doğum kontrol yöntemleri”ne dönüşürler. Emekçi ordusunun önemli bir bölümü bu kitlesel ölümlerle vahşi biçimde “imha edilirken”, burjuvazi nüfusun dengelenmiş olmasından memnuniyet duyar.
“Bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü o bir kez ilk ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür, çünkü onu, sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülksahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya zorlanır. Onun açısından, işin özünde bir şey değişmez; eğer bu özgürlük benzeri görünüm, bir yandan ona ister-istemez bir miktar gerçek özgürlük veriyorsa, öte yandan, hiç kimsenin onu besleme güvencesi vermemesi gibi bir eksikliği de beraberinde getirir; burjuvazi onun çalıştırılmasında, onun varlığında bir çıkar görmez olursa, efendisinin, burjuvazinin herhangi bir an onu reddetmesi ve açlıktan ölmeye terketmesi tehlikesi içindedir. Öte yandan burjuvazi, eski kölelik düzenine bakışla bu şimdiki düzenlemede çok daha iyi durumdadır; yatırdığı sermayeden fedakarlık etmeksizin gerekli gördüğü anda çalıştırdığı kişileri işten çıkarabilir ve Adam Smith’in inandırıcı biçimde ortaya koyduğu gibi, işini, köle emeğinden çok daha ucuza yaptırabilir.
Bunun sonucu olarak, Adam Smith’in çok doğru bir biçimde ortaya koyduğu gibi: ‘İnsana yönelik talep, başka herhangi bir meta için olduğu gibi, zorunlu olarak, insan üretimini düzenler; çok yavaş olduğu zaman hızlandırır, çok hızla ilerlerse durdurur.’
Herhangi bir meta için olduğu gibi! Eğer elde az işçi varsa, fiyatlar, yani ücretler artar; işçiler daha çok gönenir, evlilikler artar; ve yeter sayıda emekçi sağlanıncaya kadar daha çok çocuk doğar ve daha fazlası yaşar-büyür. Eğer elde çok fazlası varsa fiyatlar düşer, işsizlik, yoksulluk ve açlık ve onun sonucu olarak da hastalık artar ve “artı nüfus” ortadan kaldırılır.” (Engels, İngiltere’de emekçi sınıfların durumu, sf. 134-135)
Burjuvazi, en sistemli demagojilerini “insan” kavramı üzerine yürütür, “insan”a ne kadar değer verdiğini anlatır. Diğer sömürücü sistemlerden farklı olarak “insan” unsurunu her şeyin üzerinde tuttuğunu söyleyip durur. Bu doğrultuda göstermelik düzenlemeler, yasalar yapar.
Mesela son dönemde engelliler, yaşlılar, çocuklar vb için yapılan düzenlemeler, maddi katkı ve yaşamsal kolaylıklar vb. burjuvazinin “insan”ı önemsediğinin göstergesi olarak sunulmaktadır. Hele ki “işgücünün dışında” kabul edilen, bu yanıyla da burjuvaziye kar getirmek bir yana adeta “yük” olarak görülen bu kesimler için yapılan düzenlemeler, gerçekten de kafa karıştırıcı bir etki yaratmaktadır. Oysa bu düzenlemelerin her biri öncelikle toplumsal mücadelenin burjuvaziyi mecbur bıraktığı son derece sınırlı sonuçlardır. İkincisi göstermeliktir; gerçekte burjuvazinin onları “işe yaramaz” görmesinin getirdiği aşağılama, yaşamın her anında kendini ortaya koymaktadır. Üçüncüsü, özünde “AB kriterleri”, “BM insani gelişim endeksi” gibi kayıtlarda iyi bir yer edinmeye, uluslararası “kredisini” yükseltmeye dönüktür. Yani ondan bir çıkar sağlamaktadır.
Gerçekte burjuvazinin gözünde “insan” kavramının hiç bir önemi yoktur. “İnsan” da burjuvazi için alınıp satılabilir bir metadır, bir “değer”i vardır. Kendisine ne kadar kar getirdiği ile ilgilenir. Tıpkı fazla üretilmiş tekstil ürününün ucuzlaması gibi, nüfusu artmış olan işçi-emekçilerin de “değer”i düşer, “fiyat”ı ucuzlar. Ve tıpkı tekstilde fazla üretimin ekonomik krize ve ürün imhasına yol açması gibi, “artı nüfus” burjuvazi için bir soruna dönüştüğünde de fazla üretimin imhası sözkonusu olur.
Vahşi kapitalizm, nüfusun artmasını ister
Feodalizmin nüfus yapısı dağınık olmayı gerektiriyordu. Yerleşim alanları, tarım yaptıkları arazinin yakınında olmalıydı çünkü. Kapitalizmin gelişmeye başlaması ve makinalaşma düzeyinin artması, nüfusun artmasına ve bir araya toplanmasına yol açtı. İmalatın gelişmesi, işçiye ihtiyacı artırıyordu. Ücretler hızla yükseliyordu ve daha iyi kazanma isteğiyle kırdan kente göç dalgası büyüyordu. Burjuvazi, işçilerin binlercesini tek bir çatı altında toplayarak üretime sokmaya başladı.
“Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır.” (Komünist Manifesto, sf. 14)
Kapitalizmin doğum yeri ve “dünyanın atölyesi” İngiltere’ye ilişkin rakamlar, bu merkezileşmenin hızını ve yoğunluğunu çarpıcı biçimde gösterir:
“19. yüzyılın başında İngiltere’de … ancak beş kentin nüfusu 50 binin üzerindeydi. Şimdi ise, (19. yüzyılın ortaları kastediliyor-nba.) nüfusu 50 binin üzerinde 28 kent var.” (Kapital 1, sf. 629)
Engels ise, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitabında, özellikle sanayi proletaryasının nüfus artış hızını daha ayrıntılı vermektedir.
“Ve eldeki malzemenin daha saf hale gelişi, daha gelişkin gereçler, yeni makineler ve işbölümünün daha da yetkinleşmesi sonucu, İngiltere’nin metal ticareti ilk kez öne çıktı. Birmingham’ın nüfusu 1801’de 73.000 iken 1844’te 200.000’e yükseldi; Sheffıeld’ın nüfusu 1801’deki 46.000’den 1844’te 110.000’e çıktı.” (sf. 58)
Kapitalizmin yeni geliştiği döneme ait olan bu veriler, bugünün emperyalist-kapitalist sisteminde çok daha devasa boyutlara ulaşmış durumdadır. Sadece Türkiye’nin son 50 yılına bakmak bile, bu gerçeği çarpıcı biçimde gözlerimizin önüne serer. Örneğin ‘60’lı yıllarda İstanbul’un nüfusu 1 milyon civarında iken, bugün 15 milyonluk bir metropol olmuştur. O yıllarda Türkiye’deki nüfusun yüzde 70’i kırlarda yaşarken, bugün bu oran, yüzde 30’lara, 20’lere kadar gerilemiştir. 60’lı yıllardan itibaren artarak süren “ekonomik göç” başta İstanbul olmak üzere belli başlı sanayi kentlerinde nüfus patlamasına yol açmış durumdadır. Buna ‘90’lı yıllarda Kürt ulusal hareketini bastırmak amacıyla yapılan “zorunlu göç” de eklenmiştir. Ancak aslolan kapitalizmin gelişmişlik düzeyine koşut olarak gerçekleşen ekonomik göçtür. Çünkü nüfus yoğunluğunun belli başlı sanayi bölgelerinde toplanması, emperyalist-kapitalist tüm ülkeler için geçerlidir. Yani bu durumun asıl nedeni, burjuvazinin işgücüne duyduğu ihtiyaçtan dolayı, geniş köylü kitlelerini kentlere çekmesi ve proleterleştirmesidir.
Kentlere bu kadar çok nüfus yığılırken, onların başını sokacakları, yaşayacakları bir ev, yani barınma sorunları hiç düşünülmemiştir. Gelenler, ya atölyelerin bir tarafında kurulmuş yatakhanelerde kalmışlar, (böylece haftalar boyunca kapıdan dışarı çıkmadan üretimi sürdürmüşler) ya da fabrikaların etrafına yapılmış barakalarda en temel insani ihtiyaçlarından yoksun, yığınlar halinde yaşamışlardır. Buralar, lağım sularıyla iç içe, havasız, rutubetli, çok küçük ve yaşanmayacak derecede kötü, ev bile denemeyecek deliklerdir. Kırdan kente fabrikada çalışmaya gelen işçiler, bu deliklerde veya fabrika yatakhanelerinde üstüste yığılmış halde yaşamak zorunda kalmışlardır. İngiltere’deki ilk proleterler, “sıcak yataklar” adını vermişlerdir bu yatakhanelere. Çünkü bir işçi grubu uykudan kalkıp işe başlarken, diğer işçi grubu uyumaya gelmektedir ve yataklar, soğuyacak zamanı bile bulamamakta, sürekli “sıcak” kalmaktadır.
Nüfusun artması, burjuvazi için yedek işgücü ordusunun da büyümesi anlamına gelir. Bu durum, kentlerdeki işçilerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirir. İşçiler, açlıktan ve yaşam koşullarının kötülüğünden kaynaklanan sonsuz sağlık sorunlarıyla boğuşurlar; hastalıklı ve gelişmemiş çocuklar yetiştirirler. Kadın ve çocuk emeğinin de fabrikaya çekilmesiyle, “aile” kavramı giderek dağılır, sefaletin boyutu nedeniyle ahlaki çöküntü ve yozlaşma yaygınlaşır. Öyle ki, yoğun çalışma ve kötü yaşam koşullarının çalışma isteğini ve performansını düşürdüğünü tespit eden ve işçilerin gelişkin makineleri kullanma becerisinin artmasını isteyen burjuvazi, günlük 12 saatten fazla çalışan işçiler için çareler aramaya başlar. Bu çabanın, fabrikada üretilen kumaşın kalitesini artırmaya çalışmaktan çok da farkı yoktur. Uzun işgünü saatlerine işçilerin tepkisi ve yükselen mücadelenin de bir sonucu olarak iş saatleri giderek düşecektir. Fakat burjuvazi, makineleşmenin de gelişmesiyle, işçiden elde edilen artı değeri sürekli arttıracak, her koşulda azami karını sağlamaya çalışacaktır.
Faşizm ve savaş, nüfus artışını körükler
Nüfus artışının en şiddetle körüklendiği dönemler, savaşa hazırlık dönemleridir. Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası, bunun en çarpıcı örnekleridir.
Hitler’in programı olarak tanımlanan, Alman faşistlerinin 1932 yılındaki seçim bildirgesinde, “kadının ve erkeğin insan soyunu sürdürme görevi, birlikte çalışmadan daha önemlidir” deniyordu. Hitler, yoksulları az çocuk yapmakla suçluyor, emekçi kadınların fabrikaya gitmek yerine, çocukların annesi olarak evde oturması gerektiğini söylüyordu. İki yıl sonra ise, “nüfus savaşında ilk zaferi” kazandığını ilan etti. 1933’te evlenme sayısı 630 bin iken, 1934’te 740 bini bulmuş, doğum oranı ise iki katına çıkmıştı. Fakat olağan doğumlarla da yetinmeyerek, “ari ırkın sürdürülmesi” için “insan haraları” kurdurdular. Buralarda kaçırılmış ya da gönüllü olmuş güzel Alman kadınlarla, savaşta başarı kazanmış Nazi subaylarının “Alman ulusuna yaraşır nesiller yetiştirmesi” göreviyle bir araya getirildi.
Faşist Mussolini, “sayı güç demektir, çocuk yapınız” diye sesleniyordu kadınlara. En az dört çocuk istiyordu, ünlü balkon konuşmalarında. “Beşikleri boş duran halklar imparatorluk kuramazlar” diyordu. Dönemin faşist “tıp uzmanları”, “çok çocuk doğuranın daha sağlıklı olacağını” vaaz ediyordu. En çok çocuklu çiftleri Venedik Sarayı’nda ağırlıyor, çok çocuklu annelere törenle altın madalya takıyorlardı.
Fransa’da ikinci emperyalist savaş sırasında iktidara gelen Petain de Fransız kadınlarından “en az üç çocuk” istiyordu. Fransa’da “Anneler günü” kutlamaları, bu dönemde başlamış, düzenlenen törenlere tüm annelerin katılması zorunluluğu getirilmişti. 7 Mart 1942’de çıkartılan bir yasa ile “çocuk düşürmek”, “Fransız halkına zarar verecek eylem” kapsamına alınmış, çocuk düşürenler ve düşürmeye yardımcı olanlar için ölüm cezası belirlenmişti.
Nazi ideologlarından Frick, “anne kendini bütünüyle çocuklara ve aileye adamalıdır; kadın da erkeğe” diyerek, kadını eve kapatan ve sadece eş-anne olarak konumlandıran faşist yaklaşımı özetlemektedir. Zaten uygulama da buna uygundur. Almanya’da 30 Haziran 1933 tarihli bir kararname ile devlet, evli bütün kadınları işten çıkarmak için ilk girişimi başlattı. Kızların liselere gidişine engeller getirildi, ev ekonomisi dersleri verecek özel okullar kuruldu, kalabalık ailelere ödenekler artırıldı ve bütün sistem çok çocuk yapmaya göre şekillendirildi.
İtalya’da 1927 yılında çıkarılan bir kararname ile kadınların ücretleri, aynı işkolunda çalışan erkek işçilerin ücretlerinin yarısına indirildi. Arkasından kız öğrencilerin üniversitede okumasını zorlaştıran kararlar alındı. 1938’de kadınların kamu görevlerindeki kadro toplamının ancak yüzde 10’unu oluşturabileceği yasalaştı. 1942 yılında “Rocco yasası” yürürlüğe sokularak, bizdeki “töre cinayetleri”ne benzer biçimde, erkeklere “onurlarını korumaları gerektiğinde”, eşini, kızını, annesini, kardeşini öldürme hakkı verildi.
Hristiyanlığın merkezi Vatikan, 8 Ocak 1956’da çıkardığı genelgesinde, kürtajı yasakladığı gibi, kadınların doğum biçimini de belirlemeye çalışmıştır. Papa, kadınların “İncil’de yazdığı gibi”, “büyük ağrılar içinde doğum yapmaları” gerektiğini, “ağrı çekmeden yapılan doğumun, annede çocuğa karşı sevgi yönünden bir kayıtsızlığa yol açtığını, bu nedenle doğum ağrılarını azaltmaya çalışmanın yanlış olduğunu” söylemektedir.
Bugün benzer şeyleri ülkemizde yaşıyoruz. Bir taraftan Erdoğan’ın ağzından çocuk sayısı sürekli yükseltilirken (en son beş çocuğa kadar geldi), bir Papa edasıyla “sezaryan doğuma karşı olduğunu” ilan ediyor. Diğer taraftan doğum izninin uzatılması, fazla çocuk için teşvik yardımı gibi unsurlarla, kadını çalışma hayatından uzaklaştırılmaya çalışıyor. Bu ideolojik bombardıman, sadece AKP’nin gerici-gelenekçi yönünden kaynaklanmıyor. Devletin faşist niteliği ve savaş hazırlıkları da bu yöndeki çabaları artırıyor.
Faşizm, sistemli terör ve baskısıyla birleşmiş demagojisini en güçlü biçimde kadın üzerinde uygular. Çünkü öncelikli hedefi, kadını eve hapsederek köleleştirmek, üstelik bir üreme makinasına çevirmektir. Doğacak her çocuk, faşizmin çıkarları doğrultusunda savaşa gidecek askerdir çünkü. Ve burjuvazinin, ölecek çok fazla sayıda askere ihtiyacı vardır. I. emperyalist savaşta 10 milyon, ikincisinde ise 54 milyonu aşkın insan öldü. 90 milyon civarında yaralıdan 28 milyonu, yani yaklaşık üçte biri, ömürlerinin geri kalan kısmını sakat geçirdi.
Sadece kapitalist sistemde değil, genel olarak sömürücü toplumlarda savaşlarda ölüm kaçınılmaz durumdadır. Son 1500 yıl içinde yaklaşık 14 bin savaşın gerçekleştiği, bu savaşlarda yaklaşık 3 milyar insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Bunların içinde, özellikle Afrika kıtasının durumu çok çarpıcıdır. 17. yüzyılda Afrika, dünya nüfusunun beşte birini barındırırken, özellikle emperyalistler tarafından kışkırtılan iç savaşlarda müthiş bir nüfus kaybına uğramış, günümüzde dünya nüfusunun sadece onda birini oluşturacak kadar nüfusu azalmıştır.
Burjuvazi ne zaman savaş çığırtkanlığına başlasa, ya da ne zaman işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürüsünü artırmaya yönelse, öncelikle nüfus sorununa, kadınların doğurganlığına el atıyor.
Karl Marks’ın kızı Elenor Marks, 1887’de yazdığı bir yazısında, “erkekler için de kadınlar için de cinsel baskının ardından her zaman felaket olaylarının geldiği gerçeğini kavrama zamanıdır” demektedir. Devletin yatak odasına karışmaya başlaması, en başta faşizmin ve savaşın, diğer taraftan emek sömürüsünün tüm şiddetiyle toplumların üzerine çökmekte olduğunun somut göstergelerinden biridir.
Papaz Malthus ve nüfus düşmanlığı
Çıkarı genel olarak aşırı nüfustan yana olan burjuvazinin, bu aşırı nüfustan korktuğu ve bunu durdurmaya çalıştığı dönemler de vardır. 18. yüzyılın sonları, bunun çarpıcı örneğine sahne olmuştur.
1789 Fransız burjuva devrimi, tüm dünyayı, ama özellikle de Kıta Avrupası’nı derinden sarstı. O dönemde, köklü toplumsal dönüşümler yaratmaya çalışan işçi sınıfının öncü-devrimci unsurlarıyla, egemen sınıflar arasında kıyasıya bir mücadele yaşandı. İşçi ve emekçiler üzerinde artan baskı ve terör, en küçük başkaldırıya ağır cezaların gündeme gelmesi, burjuvazinin temel yöntemlerinden oldu.
Bir başka yöntemi ise, ideolojik mücadele ile işçi sınıfını güçten düşürme çabasıydı. Burjuvazi, hızla artan işsizliğin, aşırı ve kontrolsüz doğumlar nedeniyle nüfusun çoğalmasından kaynaklandığını, bunun da sorumluluğunun işçi sınıfı ve emekçi halk yığınları olduğunu iddia ediyordu. Tüm kötülüklerin ve yoksulluğun, “nispi fazla nüfus”tan kaynaklandığı yolundaki teoriler, burjuvazinin ideologları tarafından keskin biçimde savunuluyordu.
18. yüzyılın sonlarında İngiliz Devlet Kilisesi’ne bağlı olan Papaz Thomas Robert Malthus ‘Toplumun Gelecekteki Gelişime Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme’ adlı yapıtıyla, bu ideologlar arasında en öne çıkan oldu ve burjuvazinin sadık uşaklığında üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdi.
Malthus, İngiltere’de 1795’te hala yürürlükte olan ve yoksullara yardım etmeyi zorunlu gören “Yoksullar Yasası”nı “utanç verici” buluyor ve yasaklanmasını istiyordu. “Utanç verici” bulduğu şey, yoksulluğun varlığı değil, onlara yardım edilmesiydi. Çünkü yoksullara yardım etmenin ve onlara geçici iş olanakları yaratmanın yoksulluğu azaltmadığını, tersine teşvik ettiğini iddia ediyordu. Yoksulluğun ve açlığın temel nedeninin ise, nüfus artışı olduğunu, nüfus bu kadar hızla artmazsa yoksulluğun da ortadan kalkacağını savunuyordu.
Teorisini şöyle özetliyordu: “Nüfusun gücü yeryüzünün, insan geçimini sağlama gücüne kıyasla sınırsız ölçüde büyüktür. Nüfus kısıtlanmadığında geometrik oranla çoğalır. Geçim araçları ise, ancak aritmetik oranda artar. Sayılarla ufak bir tanışıklık, birincisinin ikinciye kıyasla ne denli güçlü olduğunu gösterecektir. Geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlük, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektirir…”
Malthus’un bu çarpık görüşleri üzerine Engels şunları yazmıştı.
“Burjuvazinin proletaryaya karşı en açık savaş ilanı Malthus’un Nüfus Yasası ve onunla uyarlı olarak hazırlanan Yeni Yoksullar Yasasıydı. Malthus’un … son vargısını birkaç sözcükle şöyle özetleyebiliriz: Dünya nüfusu her zaman aşırı boyuttadır; o nedenle yoksulluk, sefalet, güçlük ve ahlaksızlık egemendir; insanlığın kaderi, önsüz-sonsuz kaderi çok sayıda, o nedenle de kimi zengin, eğitimli, ahlaklı, kimi azçok yoksul, sıkıntıda, cahil ve ahlaksız farklı sınıflar halinde varolmaktır. Bundan pratikte çıkan sonuç –ki Malthus da zaten bu sonucu çıkarmıştır– yapılan yardımlar ve alınan yoksullara yardım vergisinin tam anlamıyla saçma olduğudur; … sorun artı nüfusun nasıl destekleneceği değil, ama olabildiği ölçüde nasıl engelleneceğidir. Malthus açık bir dille, yaşama hakkının, daha önce dünyadaki her insan için varolduğu vurgulanan yaşama hakkının saçma olduğunu ilan etmektedir. Malthus bir ozanın dizelerini alıntılayarak, yoksulun, doğanın verdiği ziyafete geldiğini, ama başını sokacak yer bulamadığını söyler ve ekler: “doğa ona karşısından yıkılmasını emreder”. Çünkü o, doğmadan önce topluma, kendisinin iyi karşılanıp karşılanmayacağını sormamıştır. İşte tüm gerçek İngiliz burjuvaların çok doğal olarak pek sevdiği kuram budur; çünkü çok göz boyayıcı bir mazerettir, üstelik bugünkü koşullarda içinde epey de doğru vardır. O zaman, eğer sorun “artı nüfusu” yararlı hale getirmemek, onu kullanışlı nüfus haline getirmek değil de, en az itiraz edilecek bir biçimde açlıktan ölmeye terketmek ve çok çocuk yapmasını önlemek ise, tamam bu yeterince basit ve açık, ama artı nüfusun da kendisinin gereksizliğini görmesi ve lütfedip açlıktan ölmeyi kabul etmesi koşuluyla.” (İngiltere’de emekçi sınıfların durumu, sf. 368)
Malthus’un görevi, sömürüyü ve sınıfları gizlemekti. Proletaryanın işgücünün burjuvazi tarafından nasıl sömürüldüğünü, üretilen zenginliklerin burjuvazi tarafından nasıl yutulduğunu, gelir dağılımındaki çarpıklığı, bir avuç zengin lüks içinde yaşarken işçi ordularının sefalete itildiğini, “artı nüfus” teorisiyle gözlerden saklamak ve suçu, çok çocuk yapan işçi-emekçi ailelere atmaktı.
Egemen sınıfların yüzyıllar boyunca yaptığı gibi, bütün kötülüklerin faturasını ezilen sınıfa yüklemekten başka birşey yapmıyordu Malthus. O dönem, Fransız Devrimi’nin yarattığı konjonktür bütün Avrupa’yı etkilemiş; işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi hızla yükselmiş; işçiler sınırsız üretim yaptıkları halde yoksulluktan kurtulamamalarının hesabını sormaya başlamışlardı. Malthus, tam da bu noktada, işçilerin önüne yeni bir şey koyuyor, yoksulluktan kurtulabilmek için bir araç sunuyordu: “Az çocuk yaparsanız, refah düzeyi artar!”
Benzer bir durum, 1990’lı yıllarda yeniden ve yaygın olarak ortaya çıktı. Hem Türkiye’de hem de Avrupa ülkelerinde az doğum teşvik edildi, nüfus artış hızının yavaşlaması “modernleşme”de ve “kalkınma”da son derece önemli bir fırsat olarak sunuldu. ‘90’ların başına damgasını vuran, doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaştırılması, hatta doğum oranının yüksek olduğu Kürt illerinde özel kampanyalar düzenlenmesiydi. İdeolojik olarak da, “uzmanlar” televizyonlarda sürekli az çocuğun faydalarını anlatıyor, 1-2 çocuğun daha sağlıklı büyüdüğünü vaazediyorlardı.
BM’nin ‘90’lı yılların sonunda yayınladığı bir rapor, dünyada nüfus patlamasının siyasal-sosyal-ekonomik sorunları beraberinde getirdiğini, hatta çevresel sorunların bile nüfus artışına bağlı olduğunu; ‘90’ların başından itibaren nüfus artış hızının yavaşlamasının, “insanlığın en büyük başarısı” olduğunu yazıyordu. BM’nin modern Malthus’çuları, çevre kirliliğini bile nüfus artışına bağlıyordu. Onlara göre “fazla nüfus”un çıkardığı atıklar ve yarattığı hava kirliliği, çevre sorunlarını içinden çıkılmaz hale getirmişti! Oysa tek bir nükleer bombanın atmosferde yarattığı kirlilik, toprağı ve suyu zehirlemesinin yanında, tek tek insanların yarattığı kirliliğin ne kadar etkili olabilirdi ki?
Keza nüfusun azalmasının, “kişi başına düşen milli gelir”de bir artış yaratacağını söylüyordu modern Malthusçular. Ancak “kişi başına düşen milli gelir”in, “kişilere dağıtılan bir gelir” olmadığını unutuyorlardı! Toplamda ülkenin zenginliği artıyor ve istatistiklerde milli gelir oranları yükseliyordu elbette. Ancak asıl büyük yükseliş, bu milli gelirden burjuvazinin aldığı payda oluyordu. Milli gelirin artması, en zengin kesimin servetini artırırken, en yoksul kesimin yoksulluğu büyüyordu.
Bu konuda rakamlar çarpıcıdır. Mesela TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) 2009 yılı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçlarına göre, ülkemizde en zengin yüzde 20’lik kesim ile en yoksul yüzde 20’lik kesimin, ülkenin toplam gelirinden aldığı pay arasındaki fark, tam 8,5 kattır. En yüksek gelire sahip yüzde 20’lik kesim, yüzde 47,6 pay alırken, en yoksul yüzde 20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay sadece yüzde 5,6’dır. Bu oranlar, en zengin ve en yoksul yüzde 10’luk, yüzde 5’lik kesimlere doğru daraltıldıkça, uçurum büyümektedir. “Milli gelir”, “millete” değil, asıl olarak en zengin kesimin cebine aktarılmaktadır.
Aslında, AKP uzantısı konumundaki TÜİK, artık yüzde 10’luk, 5’lik kesimlerin hesaplanmasını açıklamayı bırakmıştır. Ama onun açıklamaması, yoksulluğu gizlemeyi başaramamaktadır. Forbes Türkiye dergisinin yaptığı Türkiye’nin en zenginleri listesine göre, Türkiye’de 2013 yılında, 44 Türk işadamı ‘dolar milyarderi’ konumuna yükselmiştir. 2012 yılında Türkiye’deki dolar milyarderi sayısı ise 35’tir. Diğer taraftan, Türkiye’de 300 bin kişi, günde 2 doların altında gelirle geçinmeye çalışmaktadır. Birilerinin zenginleşmesi, başkalarının yoksullaşması pahasınadır.
Doğum oranı, zenginlik ya da yoksulluk yaratmaz
Aslında burjuvazinin her iki yöndeki propagandası da gerçekleri gizlemek amaçlıdır. Ne yüksek doğum oranı, faşist liderlerin ya da Erdoğan’ın söylediği gibi refah getirir; ne de yoksulluk aşırı nüfus artışından kaynaklanmaktadır.
Zenginlik yüksek doğum oranına bağlı olsaydı, mesela kadın başına ortalama 7 çocuk düşen Somali’nin dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olması gerekirdi. Hatta genel olarak Afrika’nın, en zengin kıta olması kaçınılmazdı. Oysa yıllardır emperyalistler tarafından zenginlikleri yağmalanmakta olan Afrika, açlık, sefalet ve salgın hastalıklarla kırılmakta, kalan kitleler ise, vahşi iç savaşlarda katledilmektedir.
Keza nüfus yoğunluğu da aynı biçimde ele alınmalıdır. Mesela topraklarının genişliğine göre nüfusunun yoğunluğu son derece düşük olan Afganistan, Malthus’un teorisine göre çok zengin bir ülke olmalıdır; nüfusu 400 milyona yaklaşmış olan ABD ise, hergün açlıktan kırılan binlerce insanıyla gündeme gelmelidir. Ama elbette yaşanan gerçek bu değildir.
Diğer taraftan, yoksulluk da doğum oranına bağlı değildir. Engels, “bilim de bir önceki kuşağın aktardığı bilgi kitlesine orantılı olarak artar, yani en sıradan koşullar altında bile bilim geometrik diziyle artar” der, Malthus’a cevap verirken. Malthus’un, “nüfus geometrik, zenginlikler aritmetik olarak artar” sözünü en baştan çürüten bir unsurdur bu.
Rakamlar da bunu doğrulamaktadır. 1938 yılında sosyalist Sovyetler Birliği’nde sanayi üretimi 1913 yılına göre yüzde 908.8 gibi olağanüstü “geometrik” bir büyüklükle artarken, bu oran ABD’de yalnızca yüzde 120, İngiltere’de yüzde 113.3 ve Fransa’da ancak yüzde 93.2 gibi bir oranda artmıştır. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin zenginliği, kapitalist ülkelerle kıyaslanmayacak biçimde devasa boyutlarda artmıştır. Üstelik bu artış, doğrudan halka yansıyan, kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştiren bir artıştır. Kitlelere yoksulluk değil, refah ve güç getirmiştir. Çünkü sosyalist Sovyetler Birliği’nde, zenginliklere el koyan bir avuç sömürücü zengin yoktur. Tüm zenginlikler, kitlelere dağıtılmaktadır.
Yoksulluğun ve zenginliğin gerçek nedeni, sınıfların ve sömürünün varlığıdır. Burjuvazi, işçinin ürettiği artıdeğere el koymakta, yaratılan zenginliklerin büyük bölümünü kendi tekelinde toplamaktadır.
Mesela ABD’de, işçilerin ücretleri ile kapitalistlerin karları oranlandığında, şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. 1889 yılında işçilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 70 oranındayken, 1918 yılında bu oran yüzde 61’e, 1929 yılında yüzde 47’ye, 1939 yılında ise yüzde 45’e düşmüştür. Bir avuç kapitalist, zenginliğin yarısından fazlasını alırken, geniş işçi kitlelerine sade yüzde 45 düşmektedir.
Üretim araçlarının sahibi olan kapitalist, ürüne de el koymaktadır. İşçinin payına düşen ise, ölmeyecek kadarla yetinmektir. Burjuvazi ancak, işçinin işgücünü yeniden üretmesine yetecek kadar bir pay ayırır. İşçinin aldığı ücret ve mesaisinin uzunluğu, bir işgününün sonunda tükenen işgücünü, evde yeniden üretmesini sağlayacak yemek-uyku-dinlenme payına göre belirlenmiştir. Ve yedek işsizler ordusu ne kadar büyükse, bu pay o kadar küçülmekte, sefaletin en alt sınırına doğru çekilmektedir.
Yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu ise, sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırmaktır.
Proletarya, nüfus artışından korkmaz
Burjuvazinin amacı, sınırsız bir yedek işgücü ordusundan sonsuz biçimde yararlanabilmek ve kesintisiz biçimde üretim yaparak azami karı elde edebilmektir. Ancak üretimin aşırısının sistemi tehdit eden bir krize dönüşmesi gibi, nüfusun aşırı hale gelmesi de burjuvaziyi zora sokan bir durumdur. Bu birçok farklı biçimde kendini göstermektedir.
Mesela azınlıkları ve göçmenleri “kendi ulusundan” olan proleterlerden daha ucuz işgücü olarak yararlanan burjuvazi, bir taraftan işsizliğin sorumlusu olarak bu kesimleri hedefe çakıp “ulusal birlik ve bütünlük” demagojileriyle milliyetçiliği geliştirmektedir.
Keza ekonomik kriz döneminde işsiz kitlelerin açlıktan, sefaletten ve hastalıktan ölümleri karşısında, asıl suçlunun “tavşanlar gibi üreyen cahil kadınlar” olduğu demagojisine sarılır. Her çocuğun yoksulluğu artırdığını, nüfusun daha az olması koşulunda zenginliğin artacağını vaazeder. Her koşulda, yoksulluğun ve açlığın sorumluluğunu kitlelere yıkar. Bazen kafatasçı bir mantıkla ırksal özelliklere bağlar bunu (“siyahlar zeki değildir, bu yüzden yönetilmeleri gerekir” vb.), bazen sınıfsal özelliklere (“köylüler çok çocuk yapar, çünkü toprakta çalışacak insana ihtiyaç vardır. Şehirde çok çocuk yapmak, köylülükten kurtulamamaktır” vb.)
Burjuvazinin nüfus artışından en fazla korktuğu dönemler ise, kitle hareketinin yükseliş dönemleridir. Bu süreçlerde, kendisini yokedecek bir dalganın kabarışını görür yığınların büyümesinde. Bu nedenle, sömürüye karşı başkaldıran, yaşam koşullarını iyileştirmek ve toplumsal zenginlikten aldığı payı büyütmek isteyen kitleler, burjuvazinin en büyük korkusudur. Bu yüzden dikkatlerini dağıtmak için büyük bir uğraş verir; kitleleri çeşitli biçimlerde bölerek, yaşanan olumsuzlukların sorumluluğunu bazı kesimlere yükler, diğerlerini onlara karşı kışkırtır. Küçük burjuvazi, bu propagandanın ve bölme çabasının ilk hedefidir ve en çok etkilenen kesimidir.
Oysa sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünyada, kitleler bilimi de insanlığın çıkarları doğrultusunda kullanarak sonsuz bir üretim gücüne sahip olurlar. İnsanın doğayla mücadelesi, siyasal-ekonomik-çevresel sorunlar yaratmadan zenginlikleri artıracak, kitleler bu zenginliklerden gerçekten hak ettikleri payı alacaklardır. Bu eşit ve özgür toplumsal düzende, ne kadar çocuk yapıldığı da tümüyle eşlerin kendi iradesine bağlı olacaktır. Çünkü çocukların bakımı ve eğitimi, toplumun sorumluluğunda olacaktır. Doğum yapan anneyi sosyal yaşamdan koparıp eve hapsetmediği, çocuğu aileye yük haline getirmediği için de, nüfus özgürleşecektir.
Bugün ise, sorun ne kadar çocuk yapıldığı, nüfusun ne kadar arttığı değil; bu çocukların nasıl yetiştirildiği, bu nüfusun sınıf mücadelesinin neresinde durduğudur. Çocuklar, ait oldukları proleter sınıfın ideolojisi-kültürü doğrultusunda, her türden burjuva özentiden uzak yetiştirilebildiğinde, işçi-emekçi nüfus kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda harekete geçirildiğinde, kitleler sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünya için mücadeleye seferber edildiğinde, fazla nüfus da fazla çocuk da proletarya için “korkutucu” ve “yoksulluk (ya da zenginlik) getirici” bir unsur olmaktan çıkacaktır. Bu konuda son sözü Lenin’e bırakıyoruz.
“Bu, köylünün, zanaatçının, aydının, genel olarak küçük-burjuvazinin psikolojisini proletaryanınkinden ayıran köklü bir farklılıktır. Küçük-burjuvazi, yıkıma gitmekte olduğunu, yaşamının giderek daha zor olduğunu, varolma mücadelesinin daha acımasız olduğunu, kendi durumunun ve ailesinin durumunun giderek daha umutsuzlaştığını görüyor ve bunu duyuyor. Bu, tartışma götürmez bir olgudur ve küçük-burjuvazi buna karşı çıkmaktadır. Ama nasıl karşı çıkıyor? Umutsuz bir biçimde yokolan, geleceğinden umudu kesmiş, morali bozulmuş ve ürkek bir sınıfın temsilcisi olarak karşı çıkıyor. Yapacak bir şey yok… acılarımıza ve meşakkatlerimize, yoksulluğumuza ve aşağılanmamıza yolaçan daha az çocuk olsa -küçük-burjuvazi böyle yakınıyor.
Sınıf bilincine sahip işçi, bu görüşten uzaktır. Ne denli içten, ne denli yürekten olursa olsunlar, bu türden yakınmalarla bilincinin köreltilmesine izin vermez. Evet, biz işçiler ve küçük mülk sahibi yığınlar, kaldırılamaz bir baskı ve acılarla dolu bir yaşam sürdürüyoruz. Bizim kuşağın karşı karşıya bulunduğu güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur. Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz. En iyisini babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, bizim kafamıza yabancı gelen burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövüşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövüşüyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.
İşçi sınıfı yokolmuyor, büyüyor, güçleniyor, cesaret kazanıyor, kendini sağlamlaştırıyor, kendini eğitiyor ve kavgada çelikleşiyor. Serflik, kapitalizm ve küçük üretim açısından kötümseriz, ama işçi sınıfı hareketi ve amaçları yönünden son derece iyimseriz. Yeni yapının temellerini daha şimdiden atıyoruz ve çocuklarımız bu yapıyı tamamlayacaklardır. Yalnızca, “tanrıya şükür, kendi kendimize geçinip gidiyoruz. Eğer çocuğumuz olmazsa bu kadar yeter.” diye ürkekçe fısıldaşan duygusuz ve bencil küçük-burjuva çiftlere uygun düşen yeni-malthusçuluğun kayıtsız şartsız düşmanı oluşumuzun nedeni -tek nedeni budur.” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Yeni Malthus’çuluk, 16 Haziran 1913)