lki 3 Ocak 2013 tarihinde gerçekleşen BDP milletvekilleri Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’nın İmralı ziyaretinin üzerinden yaklaşık bir buçuk ay geçtikten sonra, 23 Şubat’ta ikinci görüşme de gerçekleşti. Aylarca süren, heyette kimlerin yer alacağı tartışmasının ardından Sırrı Süreyya Önder, Ahmet Tan ve Pervin Buldan’dan oluşan heyet, İmralı’ya götürülerek Öcalan’la görüştürüldü. Görüşme sonrası Pervin Buldan’ın yaptığı kısa açıklama, Milliyet gazetesinin ifşa ettiği “görüşme tutanakları” ve Öcalan’ın BDP heyeti aracılığıyla Kandil’e, Avrupa’ya gönderdiği mektuplar, büyük tartışmalara yol açtı. Halen de bu tartışmalar sürüyor.
Öcalan’ın 21 Mart Newroz günü, “ateşkes” çağrısı yapacağı, 15 Ağustos’ta ise, gerillanın sınırdışına çıkmasını istediği söyleniyor. Biri Ortadoğu halklarının isyan günü ve bayramı, diğeri Kürt halkının silahlı mücadeleyi başlattıkları bir milat olan bu tarihler, şimdi “barış” adı altında teslimiyetin ve tasfiyenin günleri haline getiriliyor. Bu, aynı zamanda halkın mücadele tarihini belleklerden silme taarruzudur.
Yayınlanan tutanaklardan da görülmektedir ki, Kürt halkının zaten geriye çekilmiş olan talepleri bile karşılanmamakta, bunun karşılığında “silahların teslimi” istenmektedir. AKP’li bakanların “entegre süreci” dedikleri şeyin, Kürt ulusal hareketini tasfiye etmek olduğu, ikinci İmralı ziyareti sonrası ortaya çıkan belgelerle birlikte daha net biçimde görülmüştür.
Şimdi bütün gözler Kandil’e çevrilmiş durumdadır. PKK liderlerinden Duran Kalkan’ın dediği gibi, “silahların bırakılması, silahı elinde tutan güçten istenir, onlarla görüşülmeden çözülmez” noktasında direnilecek midir, yoksa Öcalan’ın takvimine ve söylediklerine aynen uyulacak mıdır? Diğer yandan Kürt halkının “kandırılıyor muyuz” endişesi ve her fırsatta yinelediği “bu nasıl barış?” feryadı, bastırılabilecek midir? Halk, bu plana uygun hale getirilebilecek midir?
“İmralı süreci” daha yolun başında iken, bu ve benzeri birçok sorularla belirsiz ve kaygı yüklü bir kavşaktadır. Kesin olan, devletin aylardır Öcalan’la görüşerek bu planı pişirdikleri, ama başta Kürt halkı olmak üzere Kürt hareketinin henüz son sözünü söylemediğidir.
Hükümetin isim vetoları
AKP Hükümeti ile BDP arasında uzun süren bir isim savaşı yaşandı. BDP, daha ilk heyet gitmeden önce “kurumsal kimlik”leri öne çıkarmış, İmralı ile görüşmelere BDP ve DTK’nın eşbaşkanlarının gitmesi gerektiğini vurgulamıştı. Fakat hükümet, Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’da karar kılmış, bu iki milletvekilini tercih etmişti.
İkinci heyette kimlerin yer alacağı, BDP ile AKP hükümeti arasında bir irade savaşına dönüştü. BDP, uzun süre “eşbaşkanlar gitmeli”de ayak diredi. Başbakan Erdoğan ise, “ben dağdakilerle kucaklaşanlara izin vermem” diyerek, Gültan Kışanak ve Aysel Tuğluk’un isimlerini çizdiğini duyurdu. “Dağdakiler”in lideri ile görüşmeler yapan kendileri değilmiş gibi, bu tür çıkışlarla bir yandan şoven-milliyetçi kesimlerin tepkilerini hafifletmeye çalıştılar, bir yandan da inisiyatifin ellerinde olduğunu, kimlerin gideceğine kendilerinin karar vereceğini göstermeye soyundular. Aslolarak da BDP nezdinde Kürt halkının “burnunu sürtmeye” devam etmek, gelinen aşamanın Kürt hareketinin zaferleri gibi görülmesini engellemekti. Öyle ki Erdoğan, “kimlerin gideceğine Adalet Bakanı karar verecek, ben de onaylayacağım” diyerek, süreçte son sözün kendisinden çıkacağını ilan ediyordu.
Aylarca isim yüzünden görüşmelerin yapılmadığı yanılsaması yaratılarak, BDP’nin buna engel olduğu izlenimini verildi. Bunun üzerine BDP, “eşbaşkanlar gitmeli” ısrarından vazgeçmek zorunda kaldı. Gültan Kışanak, “eğer engel bensem, istifa etmeye hazırım” dedi. BDP, Selahattin Demirtaş, Ahmet Türk ve Pervin Buldan’ın isimlerini verdi bu kez. Fakat Başbakan, birinci heyette onay verdiği Ahmet Türk’ün ismini, Paris’te katledilen üç kadın devrimcinin cenazesindeki konuşmasından sonra çizmişti! Ahmet Türk’ün “bir yandan barıştan sözediyorlar, bir yandan da Kandil’i bombalıyorlar, böyle barış olur mu?” sözüne öfkelenmiş, “bizim yanımızda başka konuşuyorlar, orada başka” diyerek, onu da veto ettiğini duyurmuştu.
BDP, AKP hükümetinden, verdiği isimlere onay beklerken, Öcalan ile kardeşinin görüşmesine izin çıktı. Görüşme sonrası, Öcalan’dan BDP’ye isim konusunda sorun çıkartmamaları mesajı geldi. Ve 23 Şubat’ta İmralı’ya giden heyet, bir kez daha hükümetin istediği isimlerden oluştu. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da dahil olmak üzere tüm eşbaşkanlar devre dışı bırakılmıştı. BDP’nin geri adımlarına rağmen, AKP Hükümeti, BDP ve DTK’yı “kurumsal” olarak muhatap almadığını, İmralı görüşmelerini de kendi istediği isimler üzerinden götüreceğini göstermiş oldu. Bu kavgadan AKP galip çıkmıştı.
İmralı’dan gelen mesajlar
İkinci İmralı ziyaretini gerçekleştiren BDP heyetinin, dönüşte yaptığı ilk açıklama, Öcalan’ın şu sözleri oldu: “Devletin elinde de, PKK’nin elinde de tutsaklar var, PKK elindeki tutsaklara iyi davranmalı, umarım en kısa zamanda ailelerine kavuşurlar.”
PKK’den elinde tuttuğu, polis, kaymakam, savcı, korucu vb. “esir”lere iyi davranması ve serbest bırakması söyleniyordu. Ya devletten? Devlet, elindeki tutsaklara nasıl davranıyor ve onları serbest bırakmak için ne yapıyordu?
Devletin elinde tutsak olan KCK’lileri serbest bırakmaya dönük hazırlandığı söylenen 4. Yargı paketi, hala beklemedeydi. Geçtiğimiz günlerde, Bakanlar Kurulu’nda yapılan değişikliklerle kapsamı iyice darlaştırılarak TBMM’ye yeni gönderildi. Orada da önce komisyonlarda görüşülecek, bir süre de öyle oyalanacaktı. Bu haliyle yasallaşsa bile, KCK’lilerin ancak bir kısmının yararlanabileceği söyleniyor. Yani devletin elinde tutsak olanların tümden serbest bırakılması, en azından bu aşamada sözkonusu değil.
Hal böyleyken, AKP’den CHP ve MHP’ye tüm düzen partileri, Öcalan’ın “devletin elinde de tutsaklar var” sözü üzerinden fırtına kopardılar. Bir yandan devletle PKK’nin eşitlenmiş olmasına duydukları öfkeyi kustular, bir yandan da devletin elindekilere “tutsak” denilemeyeceği, onların “terörist” olduğu zırvasını yineleyip durdular. PKK’nin elinde aylardır tutulan kendi memurlarıyla ilgili ciddi hiçbir girişimleri olmamışken, “PKK, elindekileri tabi ki bırakmalı” demeyi de ihmal etmediler.
AKP Hükümeti, son üç yıldır “KCK operasyonları” adı altında binlerce Kürt siyasetçisini tutukladı. Şimdi tek vaadi, onların hepsini de değil, bir kısmını bırakacağı söylemidir. “Allah fakirini sevindirmek için, eşeğini önce kaybettirir, sonra buldururmuş” diye bir söz vardır. Devlet de, Kürtlerin elinden aldıklarını sonra vererek –o da bir kısmını- sevinmelerini ve şükretmelerini istiyor.
Esasında bir bütün olarak “İmralı süreci” diye adlandırılan “barış” görüşmelerinde, devletin Kürt halkının taleplerine genel yaklaşımı budur. Yüzyıllardır dilini yasakladılar, şimdi “seçmeli Kürt dersi” ile idare etmeleri isteniyor. En fazla “özel okullarda okutulabilir” deniyor. Fakat “anadilde eğitim” başta olmak üzere kamusal alanda Kürtçenin kullanılmasına izin verilmiyor. Anadilde savunma “tercüman parasının karşılanması”na bağlanıyor. “Bağımsız Kürdistan”dan, “demokratik özerklik”e kadar taleplerini geri çektikleri halde, şimdi “AB kriterleri” çerçevesinde “yerel yönetimler yasası ile yetinin” deniyor. Başta Öcalan olmak üzere PKK’li tutsakların durumu, “ne ev hapsi, ne af, hepimiz özgür olacağız” denilerek, “doğmaz ayın son perşembesi” misali, bilinmez bir zamana ve Allaha havale ediliyor.
Kürt halkının taleplerine böyle yaklaşılırken, PKK’nin elindeki tutsakları derhal serbest bırakması, daha da önemlisi sınırdışına çıkmaları ve silahlarını bırakmaları isteniyor!
İkinci BDP heyetinin İmralı’ya gittiği gün, Başbakan Erdoğan, gazetecilerin bu konuyla ilgili sorularına, sürecin asıl olarak “silahların bırakılıp ülkenin terk edilmesiyle başlayacağı”nı söyledi. Böylece asıl ilgilendikleri konunun, PKK’ye silah bıraktırmak olduğunu, her şeyin bu amaç doğrultusunda yapıldığını itiraf etmiş oldu.
BDP heyeti, “kurye” görevini üstleniyor
BDP heyetinin kimlerden oluşacağı üzerine aylarca süren tartışmalardan sonra heyetin rolünün de “kuryelik” ile sınırlı olduğu anlaşıldı. İkinci BDP heyeti, İmralı’ya vardığında MİT görevlilerini beklediklerini, saatler sonra Öcalan ile görüşmeye götürüldüklerinde Öcalan’ın bir MİT mensubu ile konuştuğunu ve görüşmelerin bu MİT mensubunun nezaretinde yapıldığını, MİT mensubunun sürekli tutanak tuttuğunu, çıktıkları televizyon kanallarında söylediler.
Görüşmeler, MİT’in denetiminde yapılıyordu. Zaten bugüne kadar da MİT ile görüşülerek bir plan oluşturulmuştu. Görüşme tutanaklarında Öcalan, sıkça MİT’e övgüler düzüyor, Gülen Cemaati’nin polis ve orduyu ele geçirdiğini, “MİT’in ele geçirilmeyen son kale” olduğunu söyleyerek, AKP-Cemaat çelişkisinde AKP’den yana bir tutum belirlediğini açıkça ifade ediyordu. Geçen yıl MİT Müsteşarı hakkında savcıların açmak istediği soruşturmaya, “sıra Başbakan’a gelecek” diyerek uyardığını, MİT’in direnerek bu saldırıyı savuşturduğunu överek anlatıyordu.
Kısacası MİT ile Öcalan’ın hazırladığı bir plan vardı ve BDP heyetine de bu planı gerekli yerlere ulaştırmak düşüyordu. Öcalan’ın kaleme aldığı mektuplar, BDP’ye, Kandil’e ve Avrupa’ya verilmek üzere heyete teslim edildi. İki saati aşkın süren görüşmeler esnasında ise, BDP heyetinden gelen kısa sorulara, Öcalan kendi tarzınca yanıtlar veriyor, kaygıları gidermeye çalışıyordu. Kimi zaman Sırrı Süreyya Önder’e anayasada “vatandaşlık tanımı”nı yazdırıyor, kimi zaman Altan Tan’a “İslam entegrasyonu”ndan, peygamberin “Acem’in Arap’a, Arap’ın Acem’e üstünlüğü yoktur” sözünü hatırlatıyor, her kesime mesajlarını yolluyordu. Bir yandan da Ertuğrul Kürkçü’ye selam gönderiyor “ben hala Dev-Genç’liyim” diyerek solcuları ve solculuğu da unutmadığını ima ediyor ve “HDK’ya çok iş düştüğünü” yineliyordu.
BDP’nin bu süreçteki misyonu, Öcalan’ın mesajlarını taşımak, bu yönde kamuoyu oluşturmak, varolan kaygıları gidermekti. BDP de üzerine düşen bu görevleri yapmak için kolları sıvadı. İmralı görüşmesinin hemen ardından televizyon kanalları ve gazeteler aracılığıyla Öcalan’ın mesajlarını aktardılar. Sonra, Kandil, Irak Kürt Bölgesi, Avrupa yollarına düşerek, tüm kesimleri bilgilendirmeye, onlardan aldıklarını da Öcalan’a iletmeye çabaladılar.
Sonuçta heyette kimler yer alırsa alsın, yapacakları işler, misyonları önceden belirlenmişti. Buna rağmen devlet, BDP’lilerin değil, kendi istedikleri isimleri göndererek, sürecin her aşamasında inisiyatifin elinde olduğunu gösterdi.
Egemenler umutlu, Kürt halkı endişeli
Devlet, MİT aracılığı ile Kürt sorununu kendi istediği doğrultuda çözmek için bir plan oluşturmuş durumda. Egemen sınıfların belli başlı kesimlerinin bu planı onayladığı, arkasında durduğu görülüyor. Koç Holding adına konuşan Mustafa Koç’tan, Sabancı’ları temsil eden Güler Sabancı’ya kadar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin en büyükleri, bu süreci desteklediklerini açıkladılar. Güler Sabancı, hızını alamayıp “Türkiye’yi ekonomik olarak uçurur” bile dedi. Keza TÜSİAD’ın yeni başkanı, ayağının tozuyla süreci desteklediklerini bildirdi. Hatırlanacağı gibi TÜSİAD’ın eski başkanı Ümit Boyner de her fırsatta Kürt sorunun silahla çözülemeyeceğinin anlaşıldığını, müzakere yolunun seçilmesi gerektiğini söylemişti.
Patronlar kulübü TÜSİAD’ın ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin en büyük kesimlerinin açıklamalarının ardından, ABD Başkanı Obama’dan da sürece destek geldi. Obama, 16 Şubat 2013 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan röportajında, “barışçı çözümü alkışlıyorum” diyordu. Ve bu süreçte de Türkiye’ye yardım ve desteklerinin süreceğini bildiriyordu. Benzer açıklamalar AB’nin çeşitli kurumlarından ve sözcülerinden de geldi.
Özcesi ABD ve AB emperyalistleriyle, onların işbirlikçileri, “İmralı süreci”ne tam destek veriyorlar, arkasında olduklarını açıkça ilan ediyorlardı. Umutluydular, sevinçliydiler…
Kürt halkı ise, bölgeye giden tüm gazetecilerin, akademisyenlerin, politikacıların belirttiği gibi kaygılı, endişeli, hatta öfkeliydi. Habur sürecindeki gibi umutlu ve coşkulu bekleyiş yoktu kimsede. Aksine “oyuna mı getiriliyoruz”, “kandırılıyor muyuz” soruları vardı hepsinin dilinde. İkinci İmralı heyetinde yer alan BDP milletvekili Altan Tan, Öcalan’la görüşme sonrası katıldığı televizyon kanallarında, Kürt halkının kendini her gördüğü yerde koluna yapıştığını ve kaygılarını ifade ettiğini söylüyordu. Türkiye Barış Meclisi, Şubat ayında Diyarbakır’da bir “Çalıştay” düzenledi. Çalıştay’a katılanlardan Maya Arakon, gözlemlerini Milliyet gazetesine şöyle aktardı:
“Barış annelerinden Nezahat Teke, ‘Dağdakiler bizim çocuklarımız! Ne hakla siz bizim çocuklarımızı Avrupa’ya yollayacakmışsınız? Biz çocuklarımızı yanımızda istiyoruz, hiçbir yere de göndermiyoruz’ diyor… ‘Hem Öcalan’la görüşüyorlar, hem de başımızın üstünden savaş uçakları kalkıp Kandil’i bombalamaya devam ediyorlar! Bu nasıl barıştır?’ diye soruyor bir başka katılımcı… Bir diğeri, ‘daha dün Lice’ye operasyon yaptılar, biz anlamıyoruz bu nasıl bir barış süreci’ diyor.” (Milliyet 28 Şubat 2013)
Kürt halkı sadece kaygısını ifade etmiyor, Kandil başta olmak üzere gerillalara dönük bombardımana tepkisini de ortaya koyuyor. Bombardımanı durdurmak için dağlara çıkıyor. Operasyonlardan bıktıklarını, daha fazla ölüm istemediklerini söyleyerek, askeri helikopterin iniş yapmasını engelliyor.
Hatırlanacaktır; 2008’de Habur sınırından gerillaların girişini, Kürt halkı büyük bir sevinçle karşılamış yollara dökülüp gelenleri selamlamışlardı. Bu karşılama, egemenleri ve onların sözcülerini fazlasıyla rahatsız etmişti, hatta “sevinç gösterileri yapmayın! Türklerin hassasiyetlerini hesaba katın! Sevinecekseniz de evinizde, içinizden sevinin, dışa vurmayın!” diyenler olmuştu. O gün bunları söyleyip yazanlar, şimdi “Kürt halkı neden umutlu ve sevinçli değil” diye telaşa kapılıyor, “bu kaygıları nasıl bertaraf ederiz”in derdine düşüyor.
Planların yaşama geçmesi kolay değildir
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin desteklediği ve sevinçle karşıladığı bir süreci, Kürt halkının kaygıyla, endişeyle karşılaması kadar doğal bir şey olamaz. Onların çıkarlarına olan bir gelişme, halkların çıkarlarına, barış ve huzuruna hizmet etmez çünkü. Halkın kendi deneyimleriyle öğrendiği salt bu gerçek bile, kaygı duymak için yeterli bir nedendir.
Kürt halkının en temel taleplerinin karşılanmadığı, buna karşılık silahlarını bırakmayı, çocuklarını sürgüne göndermeyi dayatan bir planın, Kürt halkına bir şey vermeyeceği ortadadır. Halk bunu anlamıştır. Ne yaymaya çalıştıkları umutlar, ne de keskin söylevler, işe yaramış durumdadır. Elbette bu yöndeki çabaları sürecektir. Ancak halkı ikna etmeleri, bu kez çok daha zor olacaktır.
Bu süreç asıl olarak AKP’ye yaramıştır. Daha önce Kürt illerinde büyük bir tepkiyle karşılaşan AKP’li Bakanlar, bölgede ellerini kollarını sallayarak dolaşmakta, “barış”ı getiren parti edasıyla her yere gitmekte ve halka boş umutlar vermeyi sürdürmektedir. Bizzat Erdoğan’ın katılımıyla, Antep, Urfa ve Mardin’e çıkartma yaptılar. Maliye Bakanı ve yeni Milli Eğitim Bakanı Hakkari’ye gitti. Ki Hakkari’de AKP, il binası yapacak yer bile bulamazken, Erdoğan “bir an önce tabelayı asın” talimatı gönderdi.
AKP, daha sürecin başından işi sıkıya almakta, Kürt tabanını genişletmeye çalışmaktadır. Kürt halkının dini duygularını kullanarak ve Müslümanlığı öne çıkararak, ulusal bilincini geriletme çabası içindedir. Öyle ki Kürtçe eğitime karşı çıkarken, imamların Kürtçe vaaz vermelerini savunmaktadırlar. Fettullah Gülen’in de “barış da hayır vardır” diyerek destek sunması, AKP’nin elini iyice güçlendirmiştir. Anayasada başkanlık sistemini geçirtmeye çalışan AKP, bu konuda desteği Öcalan’dan almıştır. Ne var ki bu durum, “İmralı süreci”ne destek sunan liberalleri bile kaygılandırmakta, çekinceleri arttırmaktadır.
Tabi ki süreç, süt liman bir şekilde yürümeyecektir. Başından beri belirttiğimiz gibi, “İmralı süreci” aslolarak dış faktörlerin basıncıyla gerçekleşmiştir. Irak, İran ve Suriye’deki gelişmeler, ABD-AB emperyalistlerinin Türk egemenlerinden Kürt sorununu birtakım kırıntılarla bastırma yönündeki isteklerini arttırmış, onlar da başka çareleri kalmadığını görmüştür. Zaten adına “barış” denilen sözkonusu plan dahilinde egemenlerin kaybettikleri hiçbir şey yoktur. Aksine büyük bir pazar alanı, Irak petrollerini rahat biçimde başka ülkelere taşıma gibi birçok çıkarları sözkonusudur. Koç’tan Sabancı’ya sevinçleri boşuna değildir.
Buna rağmen yıllardır pompaladıkları şoven milliyetçiliğin hezeyanları ile karşılaşılacaktır. ABD ve AB emperyalistleri dışında Ortadoğu’da pazar alanlarını korumak isteyen Rusya ve son yıllarda atak yapan Çin gibi emperyalist ülkeler de, bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye çalışacaklardır. Daha da önemlisi, Kürt halkının ve ülkedeki tüm işçi ve emekçilerin tutumudur. Savaş ve kriz koşullarında ulusal ve sınıfsal mücadelenin alacağı boyutlardır.
Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, “barış” süreci denilen planın, engelsiz bir şekilde ve kolayca yaşama geçeceğini sanmak, yanıltıcı olur. Daha işin başındadırlar ve süreci etkileyecek çok faktör vardır.