Newroz ve Öcalan’ın mesajı

Bu yılki newroz kutlamaları, Diyarbakır’a; Diyarbakır da Öcalan’ın mesajına kilitlenmişti. Bir haftaya yayılan newroz kutlamalarının finali, Diyarbakır’da olacaktı. BDP, toplam 130 noktada newroz kutlaması yapacağını ve bu kutlamaların, “Öcalan’a özgürlük, Kürtlere statü” sloganıyla gerçekleşeceğini önceden bildirmişti.

Öyle de oldu. Başta İstanbul olmak üzere, birçok şehirde ve ilçede newroz kutlamaları yapıldı. Fakat bu yılki newrozu diğerlerinden farklı kılan; bir süredir Öcalan’la yürütülen görüşmelerin sonucu olarak, okunacak mesajdı.

Ocak ayından itibaren BDP’li vekillerle Öcalan arasında süren görüşmeler, son olarak BDP eşbaşkanı  Selahattin Demirtaş’ın da katıldığı BDP grubu ile yapılmıştı. Bu görüşmede, Öcalan’ın “barış çağrısı”nın Diyarbakır newroz kutlamaları sırasında yapılacağı belirtiliyordu. Daha önceden de basına sızan haberlerden bu tarih belli olmuştu. Söylendiği gibi, “tarihsel çağrı” için, özellikle Kürt halkı açısından apayrı bir anlamı olan “tarihsel bir gün” seçildi.

 

Diyarbakır newrozu

Günler öncesinden başlayan faaliyetlerle Diyarbakır, newroza hazırlandı. Türkiye’nin, hatta dünyanın dört bir yanından newrozu izlemeye gelenlerle  Diyarbakır doldu taştı. İçlerinde yabancı ajansların da bulunduğu 500 civarında gazeteci, “akredite” olmuştu. Gelemeyenler de televizyon kanallarının canlı yayınlarından izleyeceklerdi.

Tabii İçişleri Bakanı, Jandarma Genel Komutanı, MİT mensupları vb. devletin üst düzey güvenlik güçleri de newrozu naklen izleyenler arasındaydı. Hepsi Ankara’da bir merkezde buluşarak, an an newroz kutlamasını takip ettiler.

Çok uzaklara da gitmeye gerek yok, daha geçen yıl bile newroz yasaklanmıştı. Kitlenin üzerine biber gazı sıkılmış, coplarla saldırılmış, birçok kişi tutuklanmış ve bir kişi de yaşamını yitirmişti. Şimdi yasaklı newrozlardan, devlet katında kabul gören newrozlara gelmiştik! Geçen yıl valiliklerin “newroz kutlaması 21 Mart dışında yapılamaz” gibi uyduruk nedenlerle izin vermediği kutlamalar, bu yıl yaklaşık iki haftaya yayılan bir zaman dilimi içinde hemen her yerde yapılıyordu. Polis  barikatı, alanın çok ilerisine kuruluyor ve ortada görünmemeye dikkat ediyorlardı! Newroz güvenliği, üzerlerinde Kürtçe “Öcalan’a Özgürlük” yazan BDP’li görevliler tarafından yapılıyordu.

Bütün bunlar, Öcalan’ın vereceği mesaja, devletin sunduğu jestlerdi aslında. Mesaja uygun bir zemin çalışmasıydı.  Sonuçta “o an” geldi ve Öcalan’ın mesajı, BDP heyeti olarak görüşmelere katılan Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder tarafından Kürtçe ve Türkçe olarak okundu. Alanı dolduran milyonlar ve televizyon başında izleyen on milyonlar, nefeslerini tutup mesajı dinlediler. Pervin Buldan’ın çok kötü bir Kürtçe ile okuduğu söylenen mesaj, Önder’in kitleyi galeyana getirmeye çalışan çabalarıyla tüm dünyaya duyuruldu.

Mesajın içeriği, Öcalan’ın daha önce de ifade ettiği görüşlerden oluşuyordu. O yönüyle şaşırtıcı bir yanı yoktu. Fakat beklenenin ilerisinde “silahlı mücadele dönemi kapanmıştır”,  “silahların bırakılması aşamasına gelinmiştir” sözleriyle, egemen kesimlerin ve sözcülerinin övgülerine mazhar oldu. Hepsinin yüzünde büyük bir memnuniyet ve rahatlama vardı. Utanmasalar zil çalıp oynayacaklardı. Öyle ki, her ağzını açışında öfke saçan Başbakan bile, mesajdan çok memnun kaldığını belirtiyor,      benzer sözleri kendisinin de söylediğini, görüşlerin çakıştığını ifade ediyordu. Tabii “aslolan uygulamadır, ona bakmak lazım” diye de ekliyordu. Birçok yorumcu da, Öcalan’ın mesajındaki sözlerinin, Erdoğan ve Davutoğlu’nun sözleriyle örtüştüğü, hatta bazılarının bire bir aynı olduğunda hemfikirdiler.

Mesajdan büyük bir memnuniyet duyanlar, sadece Türk egemenleri ve onların çanak yalayıcıları değildi. ABD ve AB emperyalistlerinin sözcüleri de bu kervanın içindeydiler. Birçok yabancı basın kuruluşu, birinci haber olarak geçti, çeşitli yorumlar yaptı. Hemen hepsi, 30 yıldır süren Kürt isyanının, cezaevindeki liderinin çağrısıyla son aşamaya geldiğini yazıyor,  AKP’nin büyük başarısından sözediyordu.

 

Kürt halkı ve gençliği kaygılı

AKP’nin adına “çözüm süreci” dediği, gerçekte PKK’yi silahsızlandırma, tasfiye etme süreci, başlangıçta Kürt halkı tarafından tedirginlikle karşılanmış, hatta karşı çıkışlar olmuştu. Kandil’de PKK liderlerinin açıklamaları da “temkinli iyimserlik” şeklindeydi.

Newroza kadar geçen sürede, Kürt halkının kaygılarını gidermeye özel bir gayret gösterildi. Israrla Kürt halkının artık kandırılamayacağı, eskisinden çok daha örgütlü ve bilinçli olduğu, gerilla çekilse bile rahatlıkla geri dönebileceği vb. sözlerle, kitleler rahatlatılmaya çalışıldı. Öcalan’ın fikirlerinden vazgeçmediği, döneme uygun bir esneme gösterdiği, içinde bulunulan durumu en iyi onun kavradığı, zor koşullarda kalmasına rağmen bugüne dek doğru politikalar izlediği işlenerek, Öcalan’a güven tazelenmesi yapıldı.

Kürt basını, AKP’li bakanların “entegre süreci” dedikleri süreci, daha önce  “PKK’nin tasfiyesi” olarak nitelendirirken, adım adım sürece destek veren, bu yöndeki kaygıları gidermeye çalışan bir yayın çizgisine evrildi. Newroza artan katılımı, Öcalan’ın görüşlerine destek olarak sundular ve halkı daha kitlesel bir şekilde katılmaya çağırdılar.

Kürt halkı, her yıl olduğu gibi, bu newroza da yerel kıyafetleriyle kitlesel bir şekilde bayram havasında geldi. Estirilen onca havanın üzerinden bu yılın daha kitlesel geçmesi normaldi. Fakat BDP’nin ve Kürt basınının sürece dönük umut pompalanmasına rağmen, Kürt halkının kaygıları ve soru işaretleri tam olarak giderilmemişti. Diyarbakır newroz alanındaki ender pankartlardan biri, fırça ile yazılmış olan “Savaşa da Barışa da Hazırız!” sloganıydı. Bir diğeri ise, Kürtçe “barış” demek olan “aşiti” sözcüğü ile bir kelime oyunu oynanarak “aşiti şaşiti” yazılmıştı ki, “barış şaşırma” uyarısını içeren bu yakıştırma, kitle tarafından çok tutulmuştu. Öcalan’ın mesajından önce, yüzleri puşi ile kapalı, ellerinde PKK bayrakları taşıyan bir grup gencin kürsüye çıkması ve Kürtçe bir metin okumaları, mitingin barış havasına aykırı bir tabloydu. Gençler, AKP’ye asla güvenmediklerini, sadece PKK’ye güvendiklerini ve savaşa hazır olduklarını bildiriyordu. Newrozu izlemeye giden bazı gazeteciler de, Kürt halkının, özellikle de gençlerin, sürece son derece temkinli yaklaştıklarını, hatta Öcalan’ın mesajının devlet tarafından değiştirilmiş olabileceği ni düşündüklerini bildiriyorlardı.

Newroz sonrası KCK Başkanı Murat Karayılan ile Hasan Cemal’in yaptığı röportajda da, Karayılan üst yönetim olarak sürece destek verdiklerini, fakat “orta kademe”de sorunlar olduğunu, onları ikna etmeye çalıştıklarını söylüyordu. Benzer şekilde BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Kürt gençlerinin rahatsız olduğunu yineledi.

Bunları, Kürt hareketinin AKP’yi sıkıştırmak, ona istediği adımları attırtmak için kullandığı şeklinde yorumlayanlar oldu. Yer yer bu tür yöntemlerin devreye sokulduğu bir gerçekti de. Fakat bugün BDP yönetiminin, Kürt basının onca çabasına rağmen, Kürt halkının kaygılarını gideremedikleri de ortadaydı. Kandil’den de çelişkili açıklamalar geliyordu. AKP’nin istedikleri yasal düzenlemelere yanaşmaması, meclisi devreye sokmaması, ısrarla “muhatap hükümettir” demeleri ve hiçbir tavizin verilmeyeceği yönündeki demeçleri, PKK tabanında hoşnutsuzluğu büyütüyordu. Bu durum, daha önce sürece destek verdiklerini açıklayan Kürt liderleri de zorluyor, bunları ifade etme gereği duyuyorlardı.

 

Katliamların üstü kapatılıyor

AKP, şoven kesimleri rahatsız etmemek adına, BDP ve Kandil’den gelen hiçbir isteği yerine getirmediği gibi, “tek millet, tek vatan, tek bayrak” tekerlemesini yineleyip duruyor. Bununla da kalmıyor, Roboski (Uludere) katliamının üzerinden bir yılı aşkın süre geçtikten sonra hazırladıkları raporu, “kasıt yok”, “hata olmuş” diyerek geçiştiriyor. Hem de bunu, tam da “barış süreci”nin ortalığı kapladığı Newroz sonrasında yapıyor. Başka zaman büyük bir tepkiye, protestolara yol açacağını bildiği için, özellikle böyle bir zamanı seçiyor.

Diğer yandan Ocak ayında Paris’te katledilen, PKK’nin kurucularından Sakine Cansız’ın içinde olduğu üç kadın devrimcinin soruşturmasına dönük hiçbir gelişme olmadığı halde, bu konu gündeme alınmıyor, üstüne gidilmiyor. Oysa Paris’teki cinayetin ardından tutuklanan Ömer Güney’in son aylarda sık sık Türkiye’ye geldiği ve MİT mensuplarıyla görüştüğü yönünde  bulgular ortaya çıkmıştı. Cinayetin arkasında ABD, Fransa ve Türkiye’nin bulunduğuna dair güçlü emareler vardı. Başlangıçta BDP de dahil Kürt hareketi bu cinayetin sorumluları olarak Fransa ve Türkiye’yi göstermiş, bir an evvel suçluların ortaya çıkarılmasını istemişti. Öcalan ile görüşmelerin ardından salt “sürece zarar vermemek” adına, bunun da üzerine gidilmediği görülüyor.

Daha birkaç ay önce, BDP’li vekillerin Karadeniz turunda, Sinop ve Samsun’da uğradıkları saldırıların da akameti farklı değildir. Her şey çok açık olduğu halde, saldırganlar ve o illerin valileri hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Ama yine “barış süreci” adına BDP’lilerden bu yönde herhangi bir demeç, uyarı gelmedi.

Öcalan’ın ve BDP’nin sıkça gündeme getirdiği, mecliste bir “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulması ve geçmişteki katliamların sorumlularının ortaya çıkarılması talebi, devletin soğuk yüzüne çarpıp duruyordu. Kürt hareketi, Güney Afrika Cumhuriyeti örneğinden yola çıkarak, bu komisyona çok büyük misyonlar da biçiyordu. Oysa örnek gösterilen Güney Afrika’da, bu komisyonun misyonu, bir iç sağıltım sağlayarak, cellat ile kurbanı barıştırmaktan öte değildi. Türkiye’de ise, Uludere Komisyonu, katliamları sürece yayarak unutturma, suçluları gizleme, hatta aklama görevini yerine getirmenin somut göstergesiydi.

Şimdi bırakalım geçmişi, çok yakın zamanda işlenen cinayet ve katliamlar bile aydınlatılmaz, aksine üstü örtülürken, Kürt hareketi sessiz kalıyor, ya da yeterince ses çıkarmıyor. Hem de bu “barış sürecine zarar vermeme” adına yapılıyor. Öyleyse bu kimin barışı? Bu süreç, kimin/kimlerin işine yarıyor? Barış adına yapılan görüşmelerde neler konuşuluyor, hangi tavizler veriliyor? vb. birçok soru işareti,  bir çengel gibi asılı duruyor.

Hal böyleyken Kürt hareketi, başta devrimci demokrat kesimler olmak üzere herkesten “sürece destek olmaları”nı istiyor. Masada neler konuşulduğu, ne tür vaatlerde bulunulduğu bilinmeden ve bu yönde hiçbir açıklama yapılmadan, sorgusuz-sualsiz bir destek istemi, Kürt hareketine biat çağrısından başka birşey değildir. Bu yaklaşımla bırakalım devrimcileri, tutarlı demokratları, halkı ikna etmek bile mümkün olmaz.

 

Kimin barışı?!

Kürt ulusal hareketinin toplumsal tabanını, yoksul Kürt köylüsü, emekçisi oluşturuyor. Gerillanın da ağırlıklı kısmı, bu sınıflardan geliyor. Buna karşın vaat edilen “barış” Kürt işçi ve emekçisinin yaşamına dair hiçbir değişiklik içermiyor. Söylendiği gibi anayasada vatandaşlık tanımının değişmesi, KCK’lilerin tahliyesi veya bir af ile herkesin eve dönmesi, Kürt halkının taleplerini karşılamaya yeterli midir? Kürt işçisinin, emekçisinin yaşamında bir farklılık, bir iyileştirme getirmeyen “barış” ile “toplumsal barış” sağlanabilir mi?

Öcalan’ın newrozda okunan mesajının içeriğine, bir bütün olarak “barış süreci”ne dair söylenecek çok şey vardır. Bugüne dek bu konuda çok şey söyledik de, daha da söyleceklerimizden başka… Ama meselenin asıl nirengi noktası burasıdır: İşsizin iş, köylünün toprak, halkın özgürlük talebinin karşılanmadığı bir yerde “toplumsal barış”tan söz edilemez. Bu olsa olsa emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin barışı olur ki, onların barışı da halkın üzerindeki baskı ve sömürünün daha da artmasından başka bir amaca hizmet etmez.

Şu andaki “barış süreci”nden memnun olanlara bakmak bile, bu “barış”ın kimin barışı olduğunu görmeye yeter. ABD ve AB emperyalistleri, Türk tekelci burjuvazisi ve Kürt burjuvaları, bu sürecin mimarları ve en büyük destekçileridir. Süreç başladığından bu yana hepsinin ağzı kulaklarındadır. Obama’dan Merkel’e, Sabancı’dan Koç’a kadar hepsi, açıktan memnuniyetlerini ifade etmişler, “ekonomik olarak uçmak”tan sözetmişlerdir. Kürt cephesinden ise başta Barzani olmak üzere Kürt illerinin Sanayi Odaları’nın başkanları, yani Kürt burjuvazisi bayram havasındadır.

Öcalan’ın gerek yayınlanan tutanaklarda, gerekse de newrozda okunan mesajında, “misak-ı milli”den, “İslamiyetin birleştiriciliği”nden söz etmesi, ABD ve işbirlikçilerinin argümanlarıyla örtüşmekte, onların bölgeye dönük yayılmacı politikalarına ideolojik kılıf işlevi görmektedir.

 

Yeni saflaşmada yer arayışı

Adına “barış” ya da “çözüm” denilen bu süreç, ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme savaşının doğal ve zorunlu bir sonucu olarak işlemeye başladı. ABD’nin Afganistan ve Irak işgali ile başlattığı yeni emperyalist savaş, dünya ölçeğinde bir saflaşmayı da beraberinde getirdi. Bugün ABD, Ortadoğu’da İran’ı çevreleme stratejisini büyük bir hızla yaşama geçiriyor. Suriye’de kışkırttığı iç savaş, İran savaşının provası niteliğinde.

Bu stratejide, Türkiye ve İsrail gibi işbirlikçilerine çok iş düşüyor. Buna son yıllarda Irak Bölgesel Yönetimi de katıldı. Böylece ABD, Kürt burjuvalarının bir kesimini de yedeklemeyi başardı. Türk egemenlerini, Kürt burjuvalarıyla ekonomik çıkarları üzerinden buluşturdu. Burada tek engel, halen sürmekte olan Kürt ulusal mücadelesiydi. Bunu sonlandırmadan ne Irak Kürdistanı’ndaki petrol ve doğalgazı Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara açabilir; ne Türkiye Kürdistanı’nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini istediği ölçüde sömürebilir; ne de İran ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’daki yayılmacı politikalarını yaşama geçirebilirdi.

Sürecin başlamasının, Obama’nın ikinci ve son dönemiyle, ABD’nin bölgedeki planlarını bu süre içerisinde mutlak biçimde sonlandırma zorunluluğu ile doğrudan bağı vardır. “Neden başka zamanda değil de, şimdi” sorusunun yanıtı da burada saklıdır. Keza Türkiye ile İsrail arasındaki sorunların çözümünün aynı döneme denk gelmesi, tesadüf değildir.

Ortadoğu’daki emperyalist kapışmada sadece Türkiye değil, Irak Kürt Yönetimi de, tercihini ABD’den yana yapmıştır. Öyle ki, Suriye’de özerkliğini ilan eden Kürt bölgesinde PYD’nin hakim olması yüzünden sınırlarını kapatıp, onları zor durumda bırakmayı bile göze aldı. Yani ulusal çıkarlara göre değil, bağlı olduğu emperyalistin çıkarlarına göre hareket etti. PYD’yi Amerikancı Hür Suriye Ordusu HSO ile anlaşma yapmaya ve Esat rejimine karşı birlikte savaşmaya zorladı.

Bir yandan Türkiye, kendi topraklarında eğitip silahlandırdığı çetelerle PYD’ye saldırılar düzenledi, bir yandan Irak Kürt Yönetimi, PYD’yi tecrit ederek, tam bir kıskaca aldılar. Bunun önemli bir ayağını, Öcalan ile görüşmeleri başlatmak oluşturdu. Öcalan’ın ilk olarak kardeşi ile gerçekleşen görüşmenin ardından, PYD’ye Suriye muhalefeti ile uzlaşma mesajı iletildi ve kısa bir süre sonra PYD ile HSO’nun anlaşması gerçekleşti. (Öcalan’ın PYD’ye gönderdiği haber: “Söyleyin onlara, Esad’ı desteklemekten vazgeçip Suriyeli muhaliflerle hareket etsinler. Hatta buna karşı çıkan Kürtleri gerekirse elimine etsinler. Araplarla yakınlaşsınlar.” aktaran Eyüp Can, Radikal, 15.1.2013)

* * *

ABD, PKK’yi bölgede bir engel olmaktan çıkarıp, kendi planlarının bir parçası haline getirmek istemektedir. Türk egemenlerini PKK ile böyle bir “barış süreci”ne zorlayan da onlardır. Fakat bunu ne kadar başarabilecekleri halen meçhuldür. Benzer bir süreci Irak işgali döneminde denemişler, fakat bir dizi faktör devreye girdiği için başaramamışlardı. Bugün de her şey istedikleri gibi gitmeyecektir. ABD’nin karşı kampında yer alan İran-Rusya-Çin blokunun manevraları bir yana, bölgedeki halkların tutumu, emperyalistlerin birçok planını alt-üst edebilir. Bunların başında da Kürt halkı gelmektedir.

Sonuçta bu süreç, başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına ne barış, ne demokrasi, ne de özgürlük getirmektedir. Aksine emperyalist paylaşım savaşının bir parçası haline getirmeyi amaçlamakta, adeta “savaş için barış” yapılmaktadır. Ama bilinmektedir ki, emperyalistlerin ve Türk-Kürt tüm işbirlikçilerinin barışı, halklara her zaman daha fazla savaş, daha fazla acı ve gözyaşı getirmiştir; bugün de farklı olmayacaktır.

Onun için emperyalistlerin “savaş için barış” politikalarına, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların “barış için savaş” şiarıyla yanıt vermesi, sadece kendi özgürlükleri açısından değil, tüm insanlığın emperyalist savaş çığırtkanlığı altında büyük acılar çekmesini, kan deryası içinde boğulmasını önlemenin de tek yoludur.

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …