Türkiye tarihinin en büyük halk hareketini yaşadık. Etkileri halen devam eden çok önemli günlerin içindeyiz. Bu günlere dair çok şey yazılıp konuşulacaktır. Daha şimdiden önemli bir külliyat oluştuğunu söyleyebiliriz. Direnişin siyasal analizinden sınıfsal yapısına, sosyolojisine, psikolojisine kadar, incelenmesi gereken pek çok yönü bulunmaktadır gerçekten de. Fakat henüz tamamlanmamış bir süreçten sözediyoruz. Halen sıcaklığını koruyan ve her an yeniden alevlenecek bir hareketle karşı karşıyayız.
Biz burada direnişe dair en temel noktaları belirtmekle yetineceğiz. Zaten direniş süreci boyunca çıkan bildirilerimizle, sıcağı sıcağına yaptığımız tespitler olmuştu. Direnişin bir ayını geride bıraktığımız bugünlerde, hem bu tespitlerin altını çizmek, hem de belli başlı özelliklerini ortaya koymak; direnişin geleceğine dair öngörülerde bulunabilmek açısından da gereklidir.
* * *
1- Bu bir halk hareketidir. Hareketin içinde işçi, emekçi, işsiz, öğrenci, sanatçı, pek çok kesim yer almıştır. Sadece şehir merkezlerinde değil, birçok emekçi semtte de eylemlere büyük bir katılım olmuştur. Toplamda 10-15 milyon kişinin eylemelere katıldığı söylenmektedir. Ve bu eylemlerin içinde deyim yerindeyse 7’den 70’e her yaştan insan vardır.
Burjuva medya, bunu özellikle “gençlik hareketi” olarak göstermek istemiştir. Ancak gençliğin yoğun katılımının olması, onu “gençlik hareketi” yapmaz. Gerçekte her halk hareketinde gençler doğallığında çoğunluğu oluşturur. Hele ki Türkiye gibi genç nüfusun fazla olduğu bir ülkede, tabi ki, direnişlerin, isyanların başını gençler çekecektir. Bu, ya işçi, emekçi gençlik olacaktır, ya da öğrenci gençlik… Eşyanın doğası gereği böyledir. Çünkü gençlik, her zaman ileriyi, geleceği temsil eder. “Bütün devrimler gençtir” sözü, boş yere söylenmemiştir. Hem nitelik, hem de sayısal bakımdan böyledir. Fakat bu hareketin ne niteliği, ne de bileşimi, ona gençlik hareketi dememize olanak tanımıyor.
Gençlik hareketi olmadığı gibi, işçi, köylü veya memur, işsiz diye tanımlayabileceğiz sınıfsal bir hareket de değildir. Halk kavramı bütün bunları içine alan, ama hiçbir sınıf veya katmanı öne çıkartmadan, adeta hepsini eşitleyen, bir kabın içine koyan bir kavramdır. “Ulus”tan farklı olarak, burjuvazi dışında, ezilen-sömürülen tüm kesimleri kapsar. Bu direniş de sömürücü sınıflar dışında herkesin yer aldığı bir direniş olmuştur.
2- Bu hareket, siyasal niteliğe sahiptir. Çevre duyarlılığı ile başlayan direnişe polisin saldırısıdır, onu tetikleyen. Yani doğrudan devletin güvenlik güçlerine, onların estirdiği teröre karşı halk ayağa kalkmıştır. Direnişin başından bugüne dek en sık atılan slogan, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Hükümet istifa”dır. Her ikisi de siyasal bir duruştur, dahası hükümeti hedefe çakmaktadır. Direniş, polis terörüne karşı başlamış, fakat AKP hükümetinin son yıllarda daha da artan tüm baskıcı yöntemlerine duyulan tepkinin patlaması olmuştur. Dolayısıyla “hükümet istifa” sloganı, hareketin muhtevasına en uygun slogan olarak kitleler tarafından benimsenmiştir.
Bu sloganı yanlış değildir. Yanlış olan, hükümetle iktidarı, hükümetle devleti bir ve aynı görmektir. Kaldı ki, AKP hükümeti, ordudan polise, bürokrasiden yargıya devletin tüm kurumlarını ele geçirme- kadrolaşma konusunda, kendinden önceki hükümetlere rahmet okutacak bir çabanın içine girdi. Böyle olunca, kitlelerde AKP ile iktidar, hatta AKP ile devlet adeta özdeşleşti. Zaten burjuvazi, devletin sınıfsal karakterini gizlemek ve halkın öfkesini hükümetle sınırlı tutmak için, bu şekilde göstermek ister. Bu konuda reformistler de burjuvaziye yardımcı olurlar. Hükümetle iktidarı birlikte kullanırlar. “AKP iktidarı” derler mesela. Ve mücadeleleri esas olarak işbaşındaki hükümetle sınırlıdır. Yanlış olan da budur.
Şimdi ise bu kesimler, direnişteki kitlelerin “hükümet istifa” demesine karşı çıkıyor, atılmamasını istiyor! Deniyor ki, “bu hükümet gitse, yerine gelen daha mı iyi olacak”? Adeta “sol” gösterip sağ vuruyorlar! ML’ler, kitlelerin düzen-içi iyileştirmeleri içeren taleplerini de sahiplenir. (“Hükümet istifa” böyle bir taleptir.) Fakat gerçek kurtuluşun devrimde, sosyalizmde olduğunu sürekli işlerler (yani hükümeti değiştirmenin yetmeyeceğini anlatırlar). Ama bu gerçeğin, kitlelerin kendi özdeneyimleriyle bilince çıkarılmasına ihtiyaç vardır. Bunu da ancak hükümeti devirdikten sonra anlayabileceklerdir.
Açıktır ki, kitleler mücadele ile bir hükümeti devirmeyi başardığında, kendi güçlerine büyük bir güven duyacaklar ve sonraki hükümetlere karşı da bu özgüvenle hareket edeceklerdir. Zaten CHP’nin direnişin başında yer alıp, sonrasında uzak durmasının asıl nedeni de bu değil midir? Hükümet deviren bir halkın gücü, tüm düzen partilerinin en büyük korkusudur.
Bütün bunlardan dolayı “Hükümet istifa” sloganı yanlış değildir ve zaten bu hareketin temel sloganı olmakla kalmamış, somut talebi, “eylem sloganı” haline gelmiştir.
3- Hareket, kendiliğinden başlamıştır ve halen de öne çıkan bir siyasal önderi yoktur. Kitleler, başta 1 Mayıslar olmak üzere, devrimcilerden etkilenmiştir, keza hareketin belli bir aşamasından sonra devrimcilerin katılımı ve etki gücü de artmıştır. Fakat devrimcilerin önderliğinden sözedilemez. Hareketin yönetim aygıtı olarak “Taksim Dayanışma” öne çıkmıştır, ama bu İstanbul için geçerlidir. Ayrıca “Dayanışma”nın içinde çevreci, feminist her tür burjuva akımdan tek tek bireylere kadar geniş bir kesim yer almaktadır.
Örgütsüzlük bu direnişin en büyük eksikliği iken, tam da bu nedenle burjuvazi ve onun sözcüleri tarafından örgütsüzlüğe methiyeler dizilmiştir. Böyle yaparak, direniş kitlesinin devrimci örgütlerlerle yakınlaşmasını durdurmayı amaçlamaktadırlar. En büyük korkuları bu kitlenin devrimci bir örgütlülük içine girmesidir çünkü. Direniş boyunca kitle ile devrimciler arasına kama sokmaya çalışmaları, devrimcileri “provokatör”, örgütsüz kesimleri “genç çocuklar” diye göstermeleri bundandır. Ancak direnişin varlığı, kitlelerle devrimcileri yakınlaştıran nesnel bir zemin yaratmıştır. Ayrıca direniş sürdüğü müddetçe, kitleler örgütlenmek gerektiğini anlayacak, hem direnişin iç örgütlülüğünü kurma, hem de devrimci bir örgütlülük içinde yeralma konusunda giderek artan bir bilinç açıklığına kavuşacaktır.
Bununla da bağlantılı bir şekilde “gençliğin apolitikliği” üzerine çok vurgu yapılmıştır. Oysa gençlik tabii ki “apolitik” değildir. 12 Eylül’den bu yana apolitik bir gençlik yaratmak istemişler, ama başaramamışlardır, başaramazlar da. Çünkü politika, hayatın her alanını kapsar.
Onlar, “politika” yapmayı, herhangi bir düzen partisine üye olmak, ya da oy vermekle eşdeğer gördükleri için, kolayca “apolitik” damgasını vurmaktadırlar. Ayrıca politika yapmak, seçilmiş insanlara, milletvekillerine özgüymüş gibi gösterirler. Sadece gençliğin değil, tüm halkın “apolitik” olmasını isterler. Çünkü “apolitiklik” aslında burjuva politikasına angaje olmaktır.
Gerçekte hiç kimse “apolitik” değildir, hele gençler hiç değildir. Farkında olmasalar da gerici, faşist, liberal, ya da ilerici, devrimci, sosyalist düşüncelerden etkilenirler ve safların keskinleştiği anlarda, bu akımlardan birinin içinde yer alırlar. Son olarak direnişte yaşananlar, bunun bir kez daha pratikte kanıtlanmasıdır.
4- Harekete Kemalizm damgasını vurmuş değildir. Direnişin bir halk hareketi boyutu kazanarak tüm ülkeye yayılması üzerine “ulusalcı” kesimlerin katılımı ve onu etkileme çabasına giriştikleri bir gerçektir. Fakat özellikle büyük şehirlerde bunu başaramamışlardır.
Başını İP’in çektiği “ulusalcılar” daha önce askeri darbe yoluyla, ya da 28 Şubat benzeri bir girişimle AKP hükümetini devirmek istedi. Buralarda başarısız olunca, şimdi AKP’yi halkın eylemleriyle devirmeye meyletmiş görünüyorlar. Aslında başka çareleri kalmadığından, halk hareketine sarılmış durumdalar. Direnişe katılan birçok grup ve örgütten daha organize oldukları için de, özellikle küçük illerde etkili olabiliyorlar. Ancak direnişin bütünü için bu söylenemez.
Diğer yandan eline her Türk bayrağı alan da “ulusalcı”ların militanı değildir. Kuşkusuz bu, milliyetçiliğin kitleler üzerindeki etkisinin bir göstergesidir. Böyle bir etkinin yaygınlığı, zaten bilinen bir durumdur. Ancak aşılamaz da değildir. Milliyetçilik ve dincilik, tüm gerici sınıfların sarıldıkları iki temel ideolojidir. Komünist ve devrimcilerin görevi de kitleleri bu etkiden kurtarmaktır.
Hal böyleyken BDP’nin “ulusalcılar”ın varlığını, direnişten uzak durma gerekçesi yapması, kabul edilemez. Esasında BDP’nin direnişe karşı mesafeli tutumu, içine girdikleri “çözüm süreci” ile bağlantılıdır. Yoksa her fırsatta egemenlere “bizim Türk bayrağı ile bir sorunumuz yok” diyen de kendileridir.
BDP, direniş henüz Park ile sınırlı iken, Sırrı Süreyya Önder aracılığıyla içinde imiş gibi göründü. Fakat ne zaman ki, direniş Park’ı aştı, hükümete karşı bir halk hareketine dönüştü, BDP’nin tavrı da değişti. Zaten o günden sonra milletvekilleri de direnişin dışına çıktılar. BDP, halk hareketinin AKP’yi devirmesinden ciddi olarak korktu. Bunu, “çözüm süreci”nin tehlikeye girmesi olarak gördü. Süreci AKP ile birlikte örmüşlerdi. Onun yerine gelecek hükümetin ne yapacağı bilinemezdi. Bu durum onu bir kez daha AKP’ye yanaştırdı. Ve AKP’nin en fazla sıkıştığı bir anda, ona yine büyük bir destek sunmuş oldu.
Belki de ilk kez, Kürt bölgesindeki polisler, İstanbul’a, Ankara’ya sevk edilerek direnişi bastırmaya geldiler. İçişleri Bakanı’nın açıklamasıyla 73 vilayette eylemler olurken, bunun dışında kalan tek yer, ne yazık ki Kürt illeriydi. Böylece yıllar sonra ilk kez Kürt ve Türk halkının birleşik direnişinin zemini heba edildi. Halkların kardeşliğinin pratikte vücut bulması engellendi. Türk halkında oluşturulan milliyetçiliği, şovenizmi kırmak, tam da buradan geçiyordu oysa. (Kürt hareketinin direnişe yaklaşımı başlı başına ele alınması gereken bir konudur, burada sadece “ulusalcı” etkiyle bağına değinerek geçiyoruz.)
5-Kitleler yüzbinler halinde sokaklara dökülmüştü. Genel bir direniş yaşanıyordu, ama “genel grev” eksikti ve hep eksik kaldı. Bu durum, varolan sendikaların gücünü ve niteliğini bir kez daha ortaya koydu.
KESK ve DİSK’in 4 ve 17 Haziran’da yaptıkları “genel grev”ler, hayatı durdurmaktan çok uzaktı. Diğer sendikalar zaten tamamen dışındaydılar. Sendikaların 12 Eylül’den bu yana güç kaybettikleri biliniyor. Üye sayıları oldukça düştü. Fakat varolan üyelerini de harekete geçirmek için çabalamadıkları bir gerçektir. Her iki sendika da özellikle 17 Haziran’da çok sınırlı bir kitle ile gelmişler ve Taksim’e girmeyi hiç zorlamadan, orada kalan devrimcileri de yalnız bırakarak çekip gitmişlerdir.
Elbette işçi sınıfı, bu sendikalardan ibaret değildir. Ve sendikalı-sendikasız işçiler, direnişin içinde yer almışlardır. Fakat bugün halihazırda tek örgütleri sendikalardır. İşçi sınıfı kendi taban örgütlerini yaratarak ya bu sendikaları değiştirecekler, ya da onları aşarak yeni bir sendikal oluşum yaratacaklardır. Aksi halde işçi sınıfının bırakalım kendisi için mücadelesini, halk hareketi içindeki yeri bile sınırlı kalacaktır. Ve bu durum, hareketin başarısını belirleyen temel bir sorun olmaya devam edecektir.
* * *
Beş madde halinde özetlediğimiz hareketin bu temel özellikleri, onun olumlukları kadar, zaaflarını, eksiklerini de ortaya koyuyor. Ve ancak bunları aşabildiği oranda zafere ulaşabilecektir.
Başında da belirttiğimiz gibi, hareket bazen alçalarak, bazen yükselerek devam edecek. Zaten Gezi Parkı’nın dağıtıldığı günden bu yana, direnişin yeni sloganı “Bu daha başlangıç, MÜCADELEYE DEVAM” olmuştur. Kitlelerde mücadele isteği ve kararlılığı sürmektedir ve öfkesi dinmemiştir.
Burjuvazi çare olarak, bir kez daha “seçim”diyor. “Erken seçim” üzerinde duruyorlar. Mart ayında gerçekleşecek olan yerel seçimleri, genel seçimle birleştirmeyi, ya da daha erkene çekmeyi düşünüyorlar. Hareketin gelişimine göre buna karar vereceklerdir.
Burjuvazi için demokrasi, “sandık demokrasisi”nden ibarettir. Direniş, gerçek demokrasinin nasıl işlemesi gerektiğini açık bir şekilde ortaya koydu. Kitleler direniş okulunda eğitiliyor. Demokrasiyi öğrendiği gibi, örgütlenmeyi de öğrenecektir.
İşte o zaman sadece hükümetleri değil, bir bütün olarak sistemi hedefe çakacak, ve gerçek kurtuluşa doğru adımlarını atacaktır…