Antakya, geçmişten beri Ortadoğu’nun en stratejik noktalarından birisi olageldi. Eskiden Doğu’nun kraliçesi olarak geçen Antakya, tarihin ilk metropollerinden biriydi. Hem topraklarının verimliliği, hem de esas olarak Ortadoğu’ya giden en kısa yol olması nedeniyle, binlerce yıldır egemenler tarafından üzerinde hesaplar yapılan bir kent oldu. Geçmişte, Roma ve İskenderiye’yle birlikte dünyanın en büyük üç kentinden biri olan Antakya, M.S. 526 yılında meydana gelen ve tarihin en büyük felaketlerinden biri sayılan depremi yaşadığında, 250 binden fazla insan hayatını kaybetti ve kent uzun bir zaman kendini toparlayamadı; bir daha o görkemli zamanlarına dönemedi. Geçmişten beri yaşanılan felaketler, insanların dayanışma içinde birbirine karşı hoşgörüyle yaşamayı, egemenlerin baskılarına, zulümlerine karşı birlikte direnmeyi öğretti Antakya halkına.
1939’da Türkiye’ye katılmasıdan sonra da, Antakya üzerinde dönen hesaplar bitmedi, bitemezdi de. İsminin değiştirilerek asimilasyon uygulamalarından; o bölgeye yerleştirilen farklı etkin kökenlerden, farklı dinlerden olan insanların birbirlerine düşürülmeye çalışılmasına kadar birçok oyun oynandı Antakya’da. Ama Antakya halkı, geçmişten beri kardeşçe yaşadığı komşularından hiçbir zaman korkmadı.
Uzun zamandır durağan geçen insanların hayatları, son iki yıldır değişmeye başladı. Suriye savaşının fiilen başlamasıyla, savaştan kaçarak Antakya’ya yerleşen insanların yanında, emperyalistlerin kendi çıkarları için, silahlandırıp Suriye’ye savaşmaya gönderdiği çetecilerin de bölgeye yerleşmesiyle olaylar başladı.
İlk olarak Suriye’den gelen çetecilerin dolmuşlara binip para vermemesi, lokantalara girip yiyip içtikten sonra parası istendiğinde “parasını Tayyip ödesin” diyerek kavga çıkarması, sokaklarda o bölgeye yabancı olan giyim tarzıyla sakallı adamların dolaşması bölge halkını rahatsız etmeye başlamıştı. O güne kadar akşam sokaklarda rahat rahat dolaşan kadınların korkudan dışarı çıkamamaları; çetecilerin hastanelerdeki doktorları “alevi doktor istemiyoruz” diyerek tehdit etmeleri; ambulansların sürekli çetecileri taşımasından kaynaklı, halktan yaralıların olduğu durumlarda ambulansların gelmemesi gibi günlük yaşama damgasını vuran olaylar, halkın rahatsızlığını büyüten etmenlerdendi. Bu günlerden sonra Antakya’da merkezinden köylerine kadar, Suriye ve savaş meselesi esas gündemi oluşturdu.
Geçen sene Ağustos ayında Yeşilpınar’da ve diğer belde ve köylerde yapılan forumların ardından, Hatay’daki mülteci kamplarından birinin Suriye’ye karşı savaşan bir askeri kamp olduğu, burada çeteci askerlerin eğitildiği gerçeğinin ortaya çıkmasıyla büyüyen öfke, sokaklara aktı. Her yaştan insanın katıldığı eylemlerde savaş karşıtlığı ve hükümetin istifası en belirgin söylemlerdi. Yapılan eylemlere polisin sert müdahalesi, bunun üzerine gelen Reyhanlı saldırısı, öfkeyi daha da büyüttü. Reyhanlı’da yaşanan olay insanların korkuyla olacağını sezdiği, sadece yeri ve zamanı kestirilemeyen bir saldırıydı. Bunun içindir ki, burada yapılmak istenen Alevi-Sünni çatışması, hükümete karşı bir tepkiye dönüştü.
31 Mayıs’ta patlayan Gezi Parkı eylemleri ve polisin şiddetli saldırısı, Suriye olaylarıyla büyüyen öfkenin sokaklara dökülmesine neden oldu. Olaylar başladığı andan itibaren, Antakya halkı evlerine girmedi.
Bir Antakyalı olarak Gezi Parkı olayları başladığı gün memlekete gitmek için yola çıkmıştım. Telefondan sürekli arkadaşları arayarak neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyordum. Gezi Parkı’nda şiddetli çatışmaların yaşandığını duyuyor, orada olamadığım için içim içimi yiyordu. Antakya’da köyüme gidip merkezdeki arkadaşlarımı aradığımda, yürüyüşe polislerin saldırdığını, olayları bitirmek için polislerle eylemcilerin arasına jandarmanın girdiğini, halkın jandarmayı kenara çekerek polisle çatıştığını anlattılar. Çatışmalar bütün gün sürdü. Ertesi gün Saray Caddesi’nden Uğur Mumcu Meydanı’na çok kitlesel bir yürüyüş yapıldı. İnsanlar akın akın yürüyüşe katılıyordu. Eylemden erken ayrılmak zorunda kalanlar köylerine ulaştıklarında, eyleme polisin müdahale ettiği haberini aldı. Özel araçları olanlar merkeze geri gidebildi. Ertesi gün Abdullah Cömert’in o gece öldürüldüğü haberi alındı. Abdullah’ın ölüm haberini gece internetten öğrendim. Sonra birçok arkadaşım ölüm haberini öğrenip aradılar, kimisi öfkeyle kimisi ağlayarak…
Uzun zamandır Antakya halkı, Abdullah Cömert’in cenazesindeki gibi bir kalabalık görmemişti. Antakya’nın her kesiminden insan, en büyüğünden en küçüğüne herkes oradaydı. Antakya’nın mücadelesi sadece Gezi sürecinde uygulanan şiddete değildi; birkaç yıldır yaşadığı sıkıntıların patlamasıydı. Bunun içindir ki, en uzun süreli direniş ve en çok şehit Antakya’da oldu.
Antakya’dan döndüğüm ilk gün sabırsızlıkla Gezi Parkı’na gittim. Metrodan Gezi Parkı’na “Her yer Taksim Her yer direniş” sloganıyla çıkmak çok güzeldi. Müthiş bir kalabalık vardı. O kalabalıkta tanıdıklara rastladım. Bazı arkadaşlar baret ve gözlük almamız gerektiğini söylediler, gittik aldık. Bütün parkı ve meydanı gezdik. Her tarafta çadırlar vardı. Her kesimden insan gelmişti Gezi Parkı’na; renk cümbüşüydü adeta. Bütün duvarlar yazılarla süslenmişti. O gece yol yorgunluğuna rağmen, gece boyunca her tarafı sindirmek istercesine dolaştık. Burası hep böyle kalsın istedik.
Sabaha karşı birkaç saat uyudum, bir ara gençler geldiler ve üzeri açık olanların üzerlerini örttüler battaniyelerle.
Oraya çok fazla yardım malzemesinin gelmesine, herşeyin fazla fazla olmasına rağmen, insanların sadece ihtiyaçlarını alması, kimsenin fazlasını almayı bile düşünmemesi çok etkileyici bir görüntüydü. Gezi Parkı’na müdahale olduğu sırada, arkadaşlarla parkın içindeydik. Saldırı ses bombalarıyla başladı. Harbiye tarafına geçtik. Kargaşanın başladığı zamanlarda ellerimizi kaldırıp “sakin olun, birbirinizi ezmeyin” diye bağırdığımızda, insanlar sakin hareket etmeye başlıyordu.
Ertesi gün Şişli Cami’nin önünde polis müdahalesiyle karşılaştık. Taksim’e yakın her noktada olduğu gibi burada da sabahtan akşama kadar çatışmalar yaşandı. İlk defa bir eylemde bu kadar yorulduğumu bilirim. Gece saatlerinde hem yorgunluk, hem yağmurun başlamasıyla diğer arkadaşlarla görüşüp Şişli’den ayrıldık; ama Taksim’de cisimleşen sloganda dendiği gibi “bu daha başlangıç”tı.
Abdullah’ın ölüm haberinden sonra yürekleri dağlayan bir şekilde öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın ölüm haberi Antakya’da ikinci bir infial yarattı. Ali İsmail’in ölümünün ardından Antakya Armutlu’da sokaklar hiç boş kalmadı. Gündüz işte / gece direnişte, Antakya halkı Armutlu barikatlarında destan yazıyordu. Vali’nin zor durumda olduğu, iki aya yakın bir zamandır polisin Armutlu sokaklarına giremediği haberleri gazete başlıklarını doldururken, çatışmalarda barikat malzemesi olarak kullanılan televizyonlar, çamaşır makineleri, arabalar, çatılardan TOMA’lara atılan su depoları, ev eşyaları, TOMA’ları etkisiz hale getirmek için atılan ziftler, yokuşlara dökülen zeytinyağları, Antakya direnişinin dilden dile dolaşmasını sağladı ve diğer illerdeki direnişçilere ilham verdi.
Abdullah Cömert ve Ali İsmail Korkmaz’ın acısı dinmeden Ahmet Atakan’ın ölüm haberini aldık. Devletin polisi “destan yazmaya” devam ediyor, ama şairin dediği gibi “durduramayacaklar halkın coşkun akan selini”.
Antakya’da polisin saldırısının şiddeti de halkın direnişinin görkemi de en çok şehidin buradan çıkması da gösteriyor ki, egemenler istediği kadar şiddet ve baskı uygulasın, Antakya’ya dönük ne tür hesaplar yaparsa yapsın, onların bu hesaplarını yerle bir edecek olan halkın direnişidir. Örgütlü mücadele edildiği zaman, ölüm gözlerde küçüldüğü zaman; hem Antakya halkının özgürlüğü, hem de insanlığın kurtuluşu o zaman gelecektir. İşte o zaman savaşsız ve sömürüsüz bir dünya özlemimiz son bulacaktır.
“Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.”