31 Mayıs günü patlak veren Haziran Ayaklanması sürecinde en çok konuşulan konulardan biri de “gençlerin mizah gücü” idi. Vahşetin tam da ortasında, yağan gaz fişeklerinin, ölümcül gaz bulutunun, tomaların, panzerlerin içinde… “inanılmaz” bir biçimde mizah yapılıyordu. Hem de en güçlü, en pervasız, en “orantısız” dozda!
Bu durum, hem direnişin meşruiyetini artırıyor, hem de kitleler nezdinde “sıcak” yönünü oluşturuyordu.
Ancak gençlerin bu “performansı”, burjuvazi tarafından iki farklı biçimde örgüt düşmanlığının ve örgütsüzlük propagandasının malzemesi haline getirildi.
Birincisi, ‘80’lerden bu yana süren, devrimcilerin son derece katı, asık suratlı ve sekter oldukları yönündeki propagandanın pekiştirilmesinde kulanıldı. İkincisi, Haziran Ayaklanmasının en önemli unsurunun mizah olduğu, “90 kuşağı”nın, devrimcilerden farklı, çok “neşeli-sevimli-zararsız” gençler olduğu, bu yanıyla da “terörist” olmadıkları propagandasının zemini haline getirildi. Oysa bu iki sav da, gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildi.
‘70’lerin mizahı
Karşıdevrimci 12 Eylül edebiyatının en önemli unsuru, asık suratlı, mutsuz, hırçın ve marjinal devrimcilerdir. ‘80’lerden dönüp de ‘70’lere bakıldığında görülen tek şey, kan-revan içinde bir ülkedir. Öyle ki, bu ülkede yaşayan devrimciler, “kardeş kavgası” içinde insanlıkları unutacak kadar kendinden geçmiş, ailelerine düşmanlaşacak kadar sekterleşmiş, yaşamdan ve yaşamın güzelliklerinden kopuk, mutsuz, kasvetli, adeta uzaydan gelmiş yaratıklar olarak tanımlanıyor.
Ancak bu tablo, burjuvazinin karanlık kafasının ürünüdür; karşı-devrimin, devrimcileri gözden düşürme çabasının malzemesidir. Yaşam böyle değildir; zaten böyle olması da mümkün değildir.
Zaten gerçek durum da tam tersidir. ‘70’li yıllar, kahkahanın, coşkunun, umudun doruk yıllarıdır. Ve bu gerçeklik, yaşamın her alanında kendini gösterir.
Mesela devrimcilerin kolunun altına kıstırarak gezdiği Gırgır dergisi, ‘70’li yıllarda “dünyada tirajı en yüksek mizah dergisi” ününe sahiptir. Dünyaca ünlü mizah ustamız Aziz Nesin’in kitapları, 60’lı, 70’li yıllarda yazılmış ve en çok okunan kitaplar arasında yerini almıştır.
Mesela film sektöründe ‘70’li yılların filmlerine damgasını vuran unsurlar, “fakir ama onurlu insanlar”, “gerçek aşklar”, “kalabalık aile dayanışması” ve hepsine damgasını vuran güçlü bir mizah unsurudur. Öyleki Hababam Sınıfı serisinden Şaban filmlerine kadar pekçok film, bugün televizyonlarda tekrar tekrar gösterilmesine rağmen hala yaygın biçimde seyredilmekte ve yapılan espriler hala içten gülmelerin vesilesi olmaktadır. Filmler umut, sevgi, coşku ve özgüven doludur ve bunu seyircisine de aşılamaktadır. Ya da tersten, seyircisinde varolan bu unsurlar, filmlerin konusu olmuştur.
İlginçtir; burjuva propaganda tarafından, ülkemiz tarihinde en karanlık dönem olarak lanse edilenin aksine, ‘70’ler değil ‘80’lerdir alay ve kınama konusu olan. ‘70’lerin mizahı kimse için alay konusu olmazken, ‘80’lerin mizahı bugün çekilen komedi dizilerinin en önemli malzemesidir. Keza ‘80’lerin filmleri genel olarak kasvetli, melankolik, karanlık, umutsuz, güvensizdir. Kısacası ‘80’lere ait hemen her şey, esprilerinden sanatına, modasına kadar, adeta bir “kitch” örneği olarak görülmektedir ve bu yargı da haksız değildir.
‘80’lerin bu tablosu iki cümleyle özetlenebilir: Bir tarafta, 12 Eylül cuntasının saldırganlığı, vahşeti ve bunun kitlelerde yarattığı korkulu, karanlık, umutsuz, güvensiz ortam durmaktadır. Diğer tarafta ise, Amerikan emperyalizminin (ekonomik siyasi unsurlarının yanında) kültürel baskısı; bu baskının bireyselleştirmeden yapmacık mizahına kadar her alana yansıyan zorlama ve yapay şekillenişi vardır.
Güçlü mizah, güçlü direnişlerden doğar
Mizahı doğuran en önemli unsur, umut ve coşkudur. Kendisiyle ve yaptıklarıyla barışık insanlar, yaşamın güzellikleri karşısında gülmeyi bilirler. Umutsuz ve karamsar insanların kendisinin gülmesi mümkün olmadığı gibi, başkalarını güldürecek üretimler gerçekleştiremesi imkansızdır. İkinci önemli unsur ise, toplumsal ilişkinin düzeyidir. Mizah, insanal ilişkinin gelişkinliğine bağlı olarak ve bu ilişkinin içinde ortaya çıkar. Bireysellik mizahı üretemez. Toplumsal ilişkiler ne kadar güçlü, tek tek bireyler ne kadar sosyal, insanlar arası ilişkiler ne kadar köklü ise, üretilen mizahın gücü de o kadar yüksektir. Kitlesellik, mizahın üretim ve yeniden üretim sürecini sonsuz kılar. Yapılan her espri, bir sonrakinin zeminini oluşturur. Mizahın da kolektif üretimi sözkonusudur.
Mesela işkence kendi başına ne kadar vahşi ve korkunç görünürse görünsün; direnen insanlar o vahşetin içinde bile komik-gülünesi unsurlar bulurlar. Direndikleri için mizah yapar, mizah yaptıkça direnişi yaygınlaştırırlar. İşkence seansından direnmiş olarak dönen, görünüşü paramparça ve kan-revan içindeki devrimcilerin, işkenceye-işkenceciye ilişkin bitmek tükenmek bilmez komik anekdotları, şaşırtıcı görünebilir; ama oldukça yaygındır. Koğuş ortamı, bu tabloyu daha da güçlendiren bir etki yaratır.
Mesela Haziran ayaklanması sırasında, çatışmanın en şiddetli anında, üstelik Taksim Meydanı’nın tam ortasında “anne merak etme, ben arkalardayım” yazılamasını görmenin yarattığı etki, güçlü bir kahkahadan başka birşey olamaz.
Yine Haziran ayaklanması sırasında çekilen bir fotoğrafa da yansıyan, Odakule’de gazbombalarının gri bulutunun içinden koşarak kaçan insanların yüzündeki gülümseme, ayaklanmaya katılanlar açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Sıkılan gazın vahşetine karşı en etkili savunma olarak, kolektif mizahla ortaya çıkılmıştır. Saldırının en şiddetli anında bile, herkes gülecek bir unsur bulabilmektedir.
Çünkü korku kadar, cesaret de, gülmek de bulaşıcıdır. Gerçekten içten gelen bir kahkahayla gülmesini ve güldürmesini en iyi başaranlar, kendine güvenen, direnen, yaptığı işten mutluluk, geleceğe ilişkin umut duyan, başarmanın zevkine varan insanlardır.
İşkencede ya da hapiste olan bir insanın, genel olarak moral bozukluğu yaşadığı zannedilir. Oysa, devletin en yıldırıcı saldırısı olan işkenceye karşı direnen insan, işkenceciden daha güçlüdür. Yaşamın o ‘an’dan ibaret olmadığını bilir, sınıf mücadelesinin kazanacağına inanır. Bedeni ezilmektedir, ancak bilinci o ‘an’ın da, o ortamın da çok üzerindedir. İçine atıldığı küçücük hücresinde, sosyalizmin uçsuz bucaksız refahını, görkemini ve güzelliğini hayal edebilmektedir. İşkenceci sürekli olarak “ben devletim, sen devletle başedemezsin” derken, direnen insan o devletin yıkılmaya mahkum bir çürük ağaç olduğunu bilmekte ve bu bilinçle direnirken kendisi devleşmektedir. Bu nedenle, o ortama ait herhangi bir şeyle rahatlıkla alay edebilmekte, gülebilmekte, güldürebilmektedir.
’68 kuşağının, ’70 devrimcilerinin ve 12 Eylül’de direnenlerin, o günlere ait anılarının genel olarak “komik” olmasının nedeni budur.
Her direniş, kendi mizahını üretmiştir. Bu 12 Eylül öncesinde de böyledi, Haziran ayaklanmasında da… Bugünü farklı kılan, üretilen mizahın yaygınlaşma biçimidir. Geçmişte direnişin mizahı, yaşayanların içinde kalmakta, en fazla birebir sözlü aktarımların konusu olmaktaydı. Bugün ise iletişim araçları, mizahın yaygınlaşmasını kolaylaştırmakta ve hızlandırmaktadır. Teknoloji, mizahı görünür hale getirmiştir.
Korkunun gücü de derindir
Elbette ki çözülenlerin, direnmeyenlerin, saldırılar karşısında yılgınlık ve korkuya kapılanların, gülmesi ve güldürmesi sözkonusu bile değildir.
Haziran ayaklanmasına katılan gençlerin önemli bir kısmı, ’80 öncesi devrimcilerin çocuklarıdır. Herbirinin ailesinde en az bir eski devrimci vardır. Ve bunların ezici çoğunluğu, yenilgi ve yılgınlık ile mücadeleyi bırakmış kişilerdir. Barikat başlarında, grevlerde, sokak çatışmalarında, mahalle nöbetlerinde direnmiş; fakat birçoğu gözaltında çözülmüş, hapishanelerde yaptırımlara boyuneğmiş, içlerinde umutsuzluğu ve yılgınlığı büyütmüşlerdir. Burjuvazinin o dönemi “karanlık yıllar” ilan etmesinde en büyük yardım, korkunun ve yılgınlığın pençesindeki eski devrimcilerden gelmiştir. Çünkü onlar geçmişe baktıklarında, bu duyguları hissettmektedirler.
Çocukları onların duygularının yansımasıdır. Sokak çatışmalarının kahramanlık hikayeleriyle, şube ve cezaevlerinin vahşetinin yansıtılmasıyla büyümüşlerdir. Bu bir biçimde ’90 kuşağında kendisini göstermektedir. Bu gençler barikat başlarında son derece militan bir şekilde direnirken, gözaltı ve hapishane korkularını açıkça ifade etmektedirler. Diğer taraftan, ‘70’lerin devrimciliğini küçümsemelerinde, yenik-eski devrimcilerden aldıkları ruhsal şekillenişin etkisi büyüktür.
Elbette ki, bu durum onların suçu değildir. Genel olarak Türkiye devrimci hareketinin 12 Eylül’de iyi bir sınav vermemesinin, “dövüşsüz yenilgi”nin sonuçlarıdır bunlar.
* * *
Herşey bir yana, hangi yıl olursa olsun, gençler genel olarak şamatacıdır. Bu durum, “genç” olmanın doğası gereğidir. Nazım’ın “Benim en güzel yaşım, 19 yaşım” şiirinin anlamı buradadır zaten. “Gençlik”, insan yaşamının en rahat, en mutlu, en coşkulu, en fütursuz dönemidir. Bu duygular yaşamın her alanına yansır; en sıkıntılı sorunlar bile gençliğin coşkusu-fütursuzluğu içinde hafifleşir.
Bu nedenle gençlerin içinde espri yapma oranı genel olarak yüksektir. Ancak her espri, her şamata, doğru ve sağlam temellere oturmaz. “Zevzeklik” ile “güçlü mizah” arasındaki fark, sanıldığından daha derindir.
Haziran ayaklanması sırasında, gençler genel olarak iyi bir performans sergilediler. Bir yandan barikatların başında nöbet tuttular, en önde çatıştılar, bir yandan da direnişin mizahını ürettiler…
Aileler, çocuklarını devrimci yaşamdan, hatta genel olarak toplumsal yaşamdan uzak tutarak onların “zarar görmesini” engellemeye çalışmışlardı. Çocuklarını kavanozda-cam fanusun içinde büyüttüklerinde “dışarının kötülüklerinden” koruyabileceklerini düşünmüşlerdi. Böyle yaparak dünyaya kendi merkezinden bakan, bencil, yüzeysel, özgüvenden yoksun, kafaca büyüyüp olgunlaşamayan, sürekli depresif, bireysel sorunlarıyla boğuşan, bu nedenle de mutsuz gençler yetiştirmişlerdi.
Direniş, gençleri de değiştirdi ve bugüne kadar yaşamlarında olmayan, onlardan uzak tutulan pekçok şeyi keşfetmesini sağladı. Kolektifin gücünü, paylaşmanın zevkini, mücadelenin coşkusunu tattılar. Kazanmanın özgüveniyle, toplumun sorunlarını kendi benliğinde hissetmenin onuruyla, “büyüme”nin umuduyla, çevresindekilere güvenmenin doğallığıyla tanıştılar. O çok yakından tanıdıkları “eski” devrimcilerden farklı olarak, hala mücadelenin içinde olan “eskimemiş” ama ortayaşlı devrimcilerle tanıştılar. İlginçtir, hayatında ilk defa barikat gören, ilk defa polisle çatışmayı öğrenen ’90 kuşağı, yaşamı barikatların başında, direnişlerde, çatışmalarda geçmiş olan eski kuşağı korumak, kendisini siper etmek için özel bir çaba da gösterdi. Birçok “ortayaşlı” devrimci, barikatların başından adeta “kovuldu”, sıcak çatışma anlarında gençler tarafından korundu, kollandı…
Gençler yaşamlarına yeni giren bu kavramlardan, yaşadıkları her bir andan sonsuz ve doyumsuz bir zevk aldılar. İnancın ve coşkunun kanatlandırıcı etkisi, hem direniş boyunca yaşamlarını farklılaştırdı, hem de mizah güçlerini artırdı.
Burjuvazi, istediği kadar gençlerin çatışmalardaki rolünü hafifsetmeye çalışsın. Haziran ayaklanması, cep telefonu başındaki gençlerin komik “tweet”leriyle değil; cep telefonuyla birlikte sapan, taş ve eline geçirdiği her türden aleti silahlaştıran gençlerin aktif çatışmalarıyla, barikat başlarında gözükara direnişleriyle, korkularını çatışmanın içinde yenerek cesaretle ileri atılmalarıyla gerçekleşti.