Geride bıraktığımız ay, Ortadoğu savaşının dengelerinde iki önemli gelişmeye sahne oldu. Suriye ve İran konusunda ortaya çıkan iki hamle, ABD’nin savaş politikalarını, en azından bir süre için geri plana itmesini zorunlu kıldı.
ABD’nin “kırmızı çizgileri”
Suriye’de 21 Ağustos günü Şam yakınlarındaki bir kasabada, sarin gazı kullanılarak çok sayıda sivilin ve çocuğun öldürülmesinin ardından, ABD emperyalizmi önemli bir açmaza girdi. Bir taraftan bütün dünyaya Suriye’de kimyasal silah kullanılmasının “kırmızı çizgileri” olduğunu ilan etmişti; bugün kimyasal silah kullanıldığına göre, artık Suriye işgalini başlatması gerekiyordu. Diğer taraftan ise, doğrudan Obama, ABD’nin “savaş yorgunu” olduğunu ilan ediyor, Afganistan ve Irak’taki savaşları bile bir türlü kazanamazken, Suriye’de üçüncü bir cephe açmaya istekli olmadığını belirtiyordu. Savaşı başlatmazsa, başta Suriye’deki çeteler olmak üzere ona bağımlı tüm kesimlerin, işbirlikçilerinin güvensizliğini derinleştirecek; savaşı başlatırsa, nasıl çıkacağını bilmediği bir cehennemin ortasına dalmış olacaktı. Her iki durumda da, Amerikan hegemonyasının dünya genelinde aldığı darbelere bir yenisi daha eklenecekti.
ABD bu durumda, mecburen, “sınırlı bir bombardıman” gerçekleştireceğini duyurmak zorunda kaldı. Kara harekatına girişmeyecek, bombardımanı da uzatmayacaktı. Böylece orta bir yol bulmaya çalışmaktaydı. Ancak ABD’li bir komutan, “sınırlı başlayabilir, ama sonuçları sınırsız olabilir” sözleriyle bu hamlenin bile çok riskli olduğunu ifade ediyordu.
Gerçekten de Suriye’de bütün dengeler adeta pamuk ipliğine bağlı durumda; üstelik kontrolü hiçbir güç tek başına elinde tutmuyor. Bölgede, savaşla doğrudan ilgili olan her bir gücün, Rusya’nın, Suriye’nin, İran’ın, El Kaide’nin, Türkiye’nin, Rojava’nın, muhalif çetelerin, Irak’taki her bir iktidar odağının vb, kendi çıkarları sözkonusu; ve bombardıman başladığında, bunu kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için bir fırsat olarak görüp, tümüyle kontrolden çıkan bir süreci başlatabilirler.
ABD’yi kurtaran adım ise, Dışişleri Bakanı Kerry’nin “dil sürçmesi”nden geldi. Kerry bir konuşmasında, “Suriye kimyasal silahlarını teslim ederse, saldırıdan vazgeçeriz” deyince, Rusya bunun üzerine atladı. Aslında Kerry’nin konuşması, “ama Suriye bunu yapmaz” diye devam ediyordu, ama artık bunun bir önemi kalmamıştı. Rusya hemen devreye girdi, Suriye kimyasal silahlarını, imha edilmek üzere BM’nin denetimine açacağını ve teslim edeceğini açıkladı. 14 Eylül’de ABD ile Rusya arasında imzalanan anlaşma ile resmileştirildi.
Aslında bu adım, Suriye’den çok ABD’nin işine yarayan bir adımdı. ABD’nin saldırmakla saldırmamak arasındaki derin çelişkisini çözen; sorunu sürece yayan; üstelik de Suriye’nin geri adım atmış görüntüsü verdiği bir tabloydu. İngiltere parlamentosundan savaş karşıtı kararının çıktığı, ABD’de savaş karşıtlığının giderek büyüdüğü, Ürdün gibi Suriyeli muhalifleri eğiterek Suriye’ye savaşmaya gönderen bir ülkenin bile, açıktan, saldırıyı erken bulduğunu söylediği, Türkiye dışında destekçisi olmayan bir savaştan, böylece çark etmiş oldu ABD.
Gerçekte ise, başta Suriye’deki El Kaide’ci çetelerin elindeki kimyasal silahlar olmak üzere, Türkiye’den İsrail’e kadar bölgedeki bütün güçlerin kimyasal silahlarını tartışmalı hale getiren; Suriye’deki silahların imhasını ise, sürece ve bir sürü yan şarta bağlı kılan bir durum oluşturmuştu. Öyle ya, hem Suriye, alınan kararları çeşitli biçimlerde erteleyebilir, sürüncemeye sokabilirdi; hem de artık herkes Suriye’deki muhaliflerin elinde bulunan kimyasal silahların nereden geldiğini ve ne yapılacağını tartışmaya başlamıştı.
Radikal islamcı vahşet
ABD’yi en fazla zorlayan unsurlardan birisi, El Nusra başta olmak üzere radikal islamcı cihatçıların, halk üzerinde uyguladığı vahşettir. Esir aldıklarına yaptığı işkence, öldürülenlerin başının kesilmesi ve bu sırada video kaydı yapılırken cihat yeminleri edilmesi, bütün dünyada dehşetle seyredilmektedir. Onların vahşeti, “Suriyeli muhalifler”in meşruiyetini genel olarak tartışmalı hale getirmektedir.
ABD’nin Libya’da başardığı, ama Suriye’de bulamadığı şey budur. Örgütlediği ve harekete geçirdiği “muhalefet”, hem ABD’ye mutlak bağımlılık içinde değildir, hem de Esad’ın halka yaptığı iddia edilen şiddetin çok daha fazlasını gerçekleştirmektedir.
El Kaide’ci vahşet, sadece Suriye’de değil, bugün müslüman ülkelerin ezici çoğunluğunda her geçen gün giderek büyüyen bir tehdide dönüşmektedir. Kenya’da AVM’ye saldırı gerçekleştirerek onlarca insanı katleden, Nijerya’da okul basan, Mali’den Cezayir’e, Afganistan’dan Libya’ya kadar çok geniş bir coğrafyada pervasızca katliamlar düzenleyen El Kaide için, bugün Suriye toprakları, savaşmak, kadro yetiştirmek ve emperyalistlerin açtığı silah ve para olanaklarından yararlanmak, belli alanlarında kendi iktidar mekanizmalarını oluşturmak açısından son derece elverişli bir zemin sunmaktadır.
ABD’li istihbarat servislerinin raporlarına göre, Suriye’deki yaklaşık 100 bin muhalifin 80 bin kadarı islamcı, bunların 50 bini de radikal islamcı savaşçılardır. Ve bu muhalefet, kendi içinde son derece parçalı bir yapıya sahiptir. Suriye yönetimine karşı savaşmakta olan silahlı grupların sayısının 700’e çıktığı tespit edilmiştir. Ve bu gruplar, kimi zaman kendi içlerinde ve birbirlerine karşı da savaşmaktadır. Radikal islamcılar, bunların içine en örgütlü kesimdir ve ÖSO’ya karşı savaşmaktan kaçınmamaktadırlar.
Suriye’ye dönük bir savaşın en kararlı savunucusu olan Türkiye, muhaliflerin, özellikle de radikal islamcı cihatçıların yatağı-cephe gerisi durumundadır. Bu durum artık çok daha geniş bir kesim tarafından ortaya konulmaktadır.
Mesela İngiliz Times gazetesi, Irak-Şam İslam Devleti (ISİS) savaşçıları başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanından gelen cihatçıların Türkiye’den kolayca Suriye’ye girebildiğini söylüyor. BBC Türkçe’nin yansıttığı haberde, Türkiye’nin geçen yıl ÖSO’ya lojistik destek için Suriye sınırındaki “denetimi gevşettiği, devriyelerini geri çektiği, binlerce cihatçının da bu durumdan faydalandığı” iddia ediliyor.
PYD’nin resmi yayın organı Pydrojava’nın haberine göre, Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi, El Nusra ile MİT’in işbirliği yaptığına ilişkin bir belge yayınladı. Belgede Türkiye’nin verdiği kimyasal silahları, El Nusra’nın ÖSO’ya bağlı İslam Tugayı ile birlikte kullanacağı belirtiliyor. Habere göre geçtiğimiz nisan ayının sonlarında, Antep’te MİT, El Nusra, SUK (Suriye Ulusal Koalisyonu) ve ÖSO’nun katıldığı bir toplantı yapıldı ve toplantıda MİT, El Nusra’ya orta-ağır silahlar ve uçaksavar füzeleri vermeyi taahhüt eti.
Türkiye’nin cihatçılara kimyasal silah verdiği de ortaya çıkan bir başka gerçek. Geçtiğimiz mayıs ayında Türkiye sınırları içinde Suriyeliler ve Türklerden oluşan bir grup, sarin gazıyla yakalandılar. Bu gazın Irak’tan Türkiye’ye sokulduğu ve Suriye’ye gönderileceği ortaya çıktı. Üstelik bu ilk kimyasal silah sevkiyatı da değildi. Keza Libya’da kalan ABD silahlarının da Türkiye üzerinden Suriye’ye aktarıldığı düşünülüyor.
Muhalifler ise, bu silahları sadece Suriye ordusuna karşı değil, ABD ve diğer emperyalistleri savaşa ikna etmek için provakasyon yapmada da kullanıyorlar. Mesela Reyhanlı saldırısını El Kaide üstlendiğini açıkladı. Keza, 21 Ağustos’ta gerçekleşen ve 1400 kadar sivilin öldüğü kimyasal saldırının da muhalifler tarafından gerçekleştirildiği konusunda güçlü veriler ortaya çıktı. Tam da BM heyetinin Şam’da olduğu bir sırada gerçekleştirilmiş olması, “el yapımı” kimyasal silah olması, ilk müdahaleyi gerçekleştirenlerin koruyucu giysi giymemelerine rağmen gazın kalıntısından etkilendiğinin görülmemesi gibi unsurlar, provakasyon ihtimalini güçlendiriyor.
Türkiye de kendi cephesinden savaşı kaçınılmaz hale getirecek adımlar atmaya devam ediyor. Hatay Yayladağı sınırında, sınır ihlali yapan Suriye askeri helikopterinin düşürülmesi bunlardan biri. Sınır ihlali kısa süreli olmasına, üstelik de helikopterin geri dönmekte olmasına rağmen Türkiye’nin onu düşürmesi, adeta geçtiğimiz yıl Suriye tarafından vurulan Türkiye savaş jetinin misillemesi ve Suriye’yi karşılık vermeye zorlaması anlamına geliyor. Diğer taraftan, cihatçılar ile Türkiye arasındaki ilişkinin sıkılığını gösteren bir unsur da, düşürülen helikopterin sağ kurtulan pilotunun hemen cihatçılar tarafından yakalanarak başının kesilmesi ve helikopterin kara kutusunun Türkiye’ye teslim edilmesiydi.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, geçtiğimiz Temmuz ayında, Suriye’deki bütün grupların ve oluşumların “Türkiye’nin dostu” olduğunu söylemişti. Türkiye’nin “dostları”nın icraatları işte böyleydi.
Ayrıca, Türkiye’den Suriye’ye sadece silah ve savaşçı değil, uyuşturucunun da sokulduğu; Suudi Arabistan’da azılı idam mahkumlarının, Suriye’de savaşma karşılığında af vaadedilerek Suriye’ye gönderildiği; CIA’nın Türkiye’deki cihatçılara tanksavar ve ağır silah kullanma eğitimi verdiği; Suudi Arabistan ve Katar’ın da cihatçılara kimyasal silah gönderdiği; bazı Arap ülkelerinin, ABD’nin gerçekleştireceği bir Suriye saldırısına mali destek verme vaadinde bulunduğu gibi haberler de, Suriye’de “vekaleten” sürdürülen savaşın boyutlarını ortaya koyuyor.
İran’la “yeni sayfa” mı?
Savaşa ilişkin bir diğer gelişme de İran cephesinde yaşanıyor. İran’da 3 Ağustos’taki cumhurbaşkanlığı seçimlerini Hasan Ruhani’nin kazanmasından bu yana, ABD ile karşılıklı “barış rüzgarları” estiriliyor.
Ruhani, “kan davaları devrinin bittiğini” açıklıyor, Humeyni döneminde ABD’yi tanımlamak için söylenen “büyük şeytan” ifadesini kaldırıyor, “dünyanın değiştiğini, değişmek gerektiğini” ifade ediyor. Türkiye ile yürütülen temaslarda “bölgede mezhep çatışması istemediğini” belirtiyor ve işbirliği öneriyor. Washington Post’a bir yazı yazarak ABD’ye “barış dalı” uzatıyor ve “yapıcı angajman” aradığını belirtiyor. Ve önce İngiltere ile görüşerek, arkasından BM Genel Kurulu sonrasında, Obama ile “telefonda” konuşarak, İran Devrimi’nden bu yana iki ülkenin devlet başkanları düzeyinde kesilmiş olan ilişkiyi yeniden kuruyor.
Sadece dışarıya karşı değil, ülke içinde de “reformlar” peşpeşe geliyor. Bireysel hak ve özgürlüklerden sözedilmesi, internet üzerindeki kısıtlamaların azaltılması, kimi muhaliflerin hapisten çıkarılması, Devrim Muhafızları’nın etkinliğinin azaltılması gibi adımlar, İran’da bir değişim başladığı yolundaki yorumları güçlendiriyor.
Kimileri bu durumun, İran’ın ABD karşısında direnemez hale gelmesinden kaynaklandığını ileri sürüyor; yaptırımlardan dolayı İran ekonomisinin zora girdiğini, 2011’den bu yana petrol gelirlerinin yüzde 58 azalmış olmasının İran’ı buna zorunlu kıldığını iddia ediyorlar.
Gerçekte ise, bu adımlar taktik olmanın ötesine geçmiyor. İran, ne Suriye, ne Irak ne de bölge geneline dönük olarak “liderlik” pozisyonundan ve hedefinden vazgeçmiş değil. Tersine, bölgedeki her bir sorunda aktif olarak rol oynamaya devam ediyor. Mesela Devrim Muhafızları Suriye’de radikal islamcı cihatçılara karşı savaşıyor, Irak’ta hem hükümette etkinliğini korumaya, hem de Kürt yönetimi ile ilişkilerini güçlendirmeye çalışıyor. Bahreyn’deki Şiilere verdiği destekten, Lübnan Hizbullahı ile olan bağlarına kadar, İran’ın dış politikasında değişiklik yok. Keza İran’ın Çin’le olan ilişkileri ve bölge hegemonyasına dönük olarak hedefleri değişmek bir yana giderek güçleniyor.
Öyleyse değişen ne? İran bu tutumuyla, bölge dengeleri içinde kendi ağırlığını, başta ABD olmak üzere dünyaya tescil ettirme amacıyla böyle davranıyor. İran’ın ABD’ye verdiği temel mesaj, “bölgedeki şiddet ve gerilimi birlikte azaltalım” olarak formüle ediliyor. Bu mesaj, diplomasi alanında İran’ın elini güçlendirme amacını taşıdığını gösteriyor. Bir taraftan üzerindeki yaptırımları hafifletirken, diğer taraftan, Suriye ya da başka bir bölge ülkesi sözkonusu olduğunda “masaya da” oturan ülkeler arasında yer almak istiyor.
“Rüzgar Esad’dan yana”
Son bir ayda yaşanan gelişmeler, Rusya ile İran’ın bölgede daha etkin bir rol oynamakta olduğunu gösteriyor. Öyle ki, Rusya’nın “liderlik” etmesiyle, ABD’nin Suriye saldırısı erteleniyor; öte yandan Suriye’nin kimyasal silahları konusunu, nasıl uygulanacağı belirsiz bir takvime, böylece sürüncemeye ve belirsizliğe bırakıyor. İran ise, bir taraftan uluslararası kamuoyu nezdinde kendi destekçilerini çoğaltacak bir adım atarak, Ortadoğu’da söz ve karar hakkını güçlendirmiş oluyor.
Bu tablonun “gizli özne”si Çin ise, hem bölge ülkelerinin herbiriyle kurduğu ekonomik ilişkilerle, hem Suriye savaşına BM vetosundan askeri-mali yardıma kadar çeşitli biçimlerdeki desteğiyle, İran’la kurduğu giderek güçlenmekte olan ilişkileriyle bölgedeki gücünü artırıyor. ABD’nin bölgede kaybettiği pazar alanları ve hegemonyası, her geçen gün biraz daha Çin’in etki alanına giriyor.
Çin’in bölgedeki en önemli hamlelerinden biri, Türkiye üzerinden gerçekleşiyor. Emperyalist savaşa ilişkin bütün yazılarımızda, Türkiye’nin ABD uşağı bir ülke olmadığını, işbirlikçi burjuvazinin farklı kliklerinin farklı emperyalistlerle işbirliği yaptığını; Türkiye’nin bölge politikalarındaki dalgalanmaların da bu işbirliğinin düzeyine, o dönem hangi emperyalistle ilişkinin ağır bastığına bağlı olduğunu, Türkiye’nin bu ilişkiler nedeniyle manevra alanını geniş tutmaya çalıştığını anlatırız. Çin’le geçtiğimiz günlerde imzalanan füze savunma sistemi projesine de bu kapsamda bakmak gerekir. AKP hükümeti, 2001 yılında savaş çığlıklarının atıldığı ilk günden bu yana, ABD politikalarına entegre olmaya çalışmış, ancak sürekli çeşitli engeller çıkmıştır. Suriye savaşına cengaverce atılması da, tıpkı Libya’da Fransa’nın oynadığına benzer bir “öncülük” rolü oynama ve sonrasında “parsayı toplama” isteğinden kaynaklanmaktadır. Ancak ABD’nin, Türkiye’nin bu hamlelerine rağmen savaşa girmeyi geriden alan tutumu, Türkiye bütün politikasını Esad’ın gitmesi üzerinden kurmuşken ABD’nin “Esad’lı çözüm”e razı olması, en son Paris’te yapılan toplantıya Türkiye’yi çağırma gereği bile duyulmaması; açıkçası Türkiye’nin önce öne itilip sonra da yalnız bırakılması, Türkiye’nin tepkisini çekmiştir. Çin’le imzalanan askeri anlaşma, bu yanıyla ABD’ye bir meydan okuma ve “alternatifsiz” olmadığını gösterme girişimidir.
Rusya, İran ve Çin üzerinden oluşan bu tablo, bölgede savaşa dönük hazırlıkların bittiği anlamına gelmiyor. İsrail, eylül ayının ilk günlerinde ABD ile birlikte Akdeniz’de balistik füze denemesi yaptığını duyurdu. Rusya’nın son aylarda Akdeniz’deki savaş gemisi sayısı 7’ye çıktı; bu sayıyı 10’a çıkarmayı hedefliyor. Yani yeni savaş gemileri de yolda. ABD’nin Akdeniz’deki savaş gemisi sayısı 4’e, uçak gemisi sayısı ise 6’ya çıktı. Türk Donanması’na bağlı gemi ve denizaltılar Akdeniz’e açıldı; böylece Suriye sınırına zaten asker sevkiyatı hızlanmıştı, denizden de bir kuşatmaya hazırlandığını gösterdi. Keza eylül ayının ilk günlerinden itibaren, ABD’nin muhaliflere silah sevkiyatını (ağır silahlar olmamakla birlikte) artırması da önemli bir gelişmeydi.
Aslında bütün bu gelişmeler, ABD emperyalizminin yaşadığı “kazanamama korkusunu” değiştirmiyor. ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey’in, geçtiğimiz haftalarda kendisine “Esad kazanıyor mu” sorusunu soran gazeteciye verdiği “rüzgar Esad’dan yana esiyor” cevabı, gerçek durumu özetliyor.
Bu arada, Suriye savaşı artık “dünya imparatorluk tahtına” kimin oturacağı sorusunu belirleyecek bir öneme ulaşmış durumda. Bir taraftan 2008’de başlayan kısmen ötelenen ancak son günlerde yeniden kendisini hissettirmekte olan ekonomik krizin baskısı, diğer taraftan ABD’nin siyasi-ekonomik-askeri gücünü yeniden kanıtlama ve kaybettiği hegemonya alanlarının en azından bir kısmını geri alma niyeti, savaşı -bugün olmasa bile- kaçınılmaz kılıyor.
250 yıl boyunca “toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olan İngiltere’nin bugün siyasal-askeri ve ekonomik olarak dünya sahnesinde son derece etkisiz ve belirsiz bir konuma düşmüş olması, ABD açısından önemli bir veri. ABD emperyalizminin de birçok biçimde güç kaybetmesi ve durumunun tartışmalı hale gelmesi, ona benzer bir geleceğin korkusunu yaşatıyor. Bu nedenle, ABD’nin savaşmadan yenilmeyi göze alması ihtimali, mümkün görünmüyor.