Rojava, Kürtçe “Batı” demek. Yani Batı Kürdistan. Suriye’nin Kuzeyi’ni oluşturuyor. Derik’ten Efrin’e Türkiye sınırının yaklaşık 700 kilometrelik bir alanını kapsıyor. Esasında Kürdistan’ın Türkiye’de kalan bölgesinin bir devamı. Türkiye’deki Kürtlerin, tren yolunun karşı yakasında yaşayan akrabaları…
I. emperyalist paylaşım savaşı sonrası, oradan geçen “demiryolları” sınır yapılmış, şehirler, kasabalar, köyler bölünmüş. Dönemin en güçlü emperyalist ülkesi İngiltere’nin Fransız emperyalistleriyle birlikte hazırladıkları, sonrasında Rusya’nın da eklendiği “Skyes-Picot” anlaşması ile Ortadoğu, emperyalistlerce paylaşılmış. Şimdi yeni bir emperyalist savaşının yaşandığı günümüzde, sınırlar yeniden çizilirken, Afganistan, Irak ve Libya’nın ardından Suriye’de de iç savaş çıkartıldı.(*)
Bu planların içinde Türkiye, önemli bir yer tutuyor. Türkiye’nin Suriye ile 900 km uzunlukta bir sınırı bulunuyor. Bu sınırlar, çoğunluğu radikal İslamcı grupların oluşturduğu “muhalifler” tarafından kevgire çevrilmiş durumda. Ellerini kollarını sallayarak girip çıkıyorlar. Buralarda eğitiliyor, tedavi ediliyor, yedirilip içiriliyor, silahlandırılıyor, sonra Suriye’ye gönderiliyorlar. Esad rejiminin tıpkı Libya’daki gibi çok kısa bir sürede yıkılacağını düşünen Türk egemenleri, Suriye pastasından en iyi şekilde nasiplenebilmek için, bu uğursuz rolü iki yıldır oynuyor.
Fakat hiçbir şey umdukları gibi olmadı. Rusya, Çin ve İran, Ortadoğu’daki çıkarları için, Esad rejimini cansiperane savundular. İslamcı grupların gerici niteliği ve savaş boyunca sergiledikleri vahşet, başta Suriye halkı olmak üzere tüm dünya halklarının büyük tepkisini çekti. Buna bir de Rojava’daki Kürtlerin geçtiğimiz yıl ilan ettikleri özerklik eklendi. Ve Rojava, sadece Suriye’nin dengelerini değil, Türkiye’deki ve dünyadaki gelişmeleri de etkileyen önemli bir faktör oldu.
Kürtlerin yönetimi ele geçirme süreci
Suriye’de iç savaş başladıktan sonra, Kürt nüfusunun yoğun olduğu Rojava’da (Suriye’de Kürt nüfusun 3.5 milyon olduğu söyleniyor) uzun süre bir bekleyiş hakimdi. Kürtler, on yıllardır baskı altında tutuldukları Baas rejimine karşıydılar, fakat Baas’a savaş açan “muhalif”lerin de Kürt düşmanlığında onlardan farkı yoktu. Üstelik savaştan kimin galip çıkacağı da belli değildi. Kürt halkı bir yandan uzun yılların getirdiği “rejim korkusu”nu yaşıyor, bir yandan da muhaliflere güvenmiyorlardı. Bu ruh hali, yaklaşık bir yıl sürdü.
Rojava’da bulunan Kürt örgütleri içinde en güçlü olanı, PKK’nin Suriye kolu olarak 2004’te kurulan Demokratik Birlik Partisi PYD’dir. Fakat PKK’nin Suriye’de yıllar öncesine dayanan bir geçmişi, faaliyeti vardı. Başta Öcalan olmak üzere birçok PKK’li, ’80 sonrası Suriye’ye geçti ve orada kamp kurdular. Ta ki, 1999’da Öcalan Suriye’den çıkartılana kadar, Baas rejimi PKK’nin varlığına göz yumdu. Fakat Baas, iktidara geldiği andan itibaren Suriyeli Kürtler üzerinde baskı kurmuştu, hatta kimlikleri bile yoktu. Asimilasyon politikası güdülüyor, Kürt bölgelerine Araplar yerleştirilerek ulusal varlığına son vermeye çalışılıyordu. Buna karşın Kürt halkı direndi. Son olarak 2004 yılında Kamışlı’da yapılan katliama karşı büyük bir direniş sergiledi.
2011 yılında emperyalistlerin de kışkırtmasıyla Baas rejimine karşı muhaliflerin savaşı başladı. İlk başlarda Kürtler, Irak’takine benzer bir sürecin yaşanacağını sandılar ve öyle bir beklentiye girdiler. “Rejim yıkılacak, bölge bize kalacak” diye düşünüyorlardı. Bununla birlikte PYD’nin silahlı gücü YPG (Halk Savunma Birlikleri) kırsal kesimde konumlandı, kentlerin belli başlı yerlerine güç yığıldı vb… Fakat yönetimi ele geçirme teşebbüsleri olmadı.
18 Temmuz günü Kobane’de, devletin karar organlarının bulunduğu kriz merkezinde büyük bir patlama meydana geldi ve birçok yönetici öldü. Bölge yönetiminde bir boşluk oluştu. Devlet, yöneticisiz kaldı. Ve bu boşluğu ÖSO doldurmaya kalkınca, 19 Temmuz’da PYD, kentin yönetimini ele geçirdi. Bu tarih, Rojava’da bir dönüm noktası oldu. (**)
Kobane’yi diğer şehirler izledi. Ardından bu yerlerde kurumsallaşma çalışmaları başladı. Diğer Kürt partileriyle birlikte Kürt Yüksek Konseyi (KYK) oluşturuldu. Konsey’e bağlı olarak “Sosyal Hizmetler”, “Savunma”, “Diplomasi” komiteleri kuruldu. YPG, kentlerde tugay ve tabur şeklinde örgütlendi ve “ulusal savunma gücü” olarak kabul edildi. Yönetimde kurumsallaşmayı sağlayacak kent ve köy halk meclisleri oluşturuldu. Bu meclislere değişik ulusların temsilcileri de katıldı. Ayrıca kentlerde güvenliği sağlamak amacıyla “asayiş güçleri” kuruldu. Yüzlerce okul açıldı ve buralarda anadilde eğitime başlandı.
Bütün bu kurumsallaşma çabalarında, kadınların oynadığı rol, Rojava’yı sadece Suriye’de değil, Ortadoğu’da öne çıkaran bir öneme sahiptir. Emperyalizm eliyle pompalanan gericilik, bölgede en fazla kadınları etkilemektedir. Buna karşın Rojava’da kadınlar, eğitimden, sanata, askerlikten yönetim organlarına kadar her alanda görev almakta, kendi kurumlarını oluşturmaktadır.
Esad rejimi, Türkiye’yi zor durumda bırakmak için bu duruma zımmen göz yumduğunu ima eden açıklamalar yaptı. Bir röportajında Esad, askeri üslerin PYD’ye kendileri tarafından bırakıldığını, fakat PYD dışındaki partilere izin verilmeyeceğini söylüyordu. Suriye ordusunun PYD ile çatışmadan uzak durması, sınır yerlerinde durmakla yetinmesi, Esad’ın sözlerini doğrular niteliktedir. Esad rejimi ÖSO ile savaşan ve hatta ilerlemesini durduran bir silahlı gücün varlığından memnun olur. Çünkü objektif olarak, Esad ile PYD, aynı düşmana karşı savaşmakta, aynı safta yer almaktadır. Diğer yandan Türkiye’nin en büyük korkusu olan Kürtlerin Suriye’de özerk bir yapıya ulaşması, Türkiye’yi zor durumda bırakan, Suriye politikasını zorlayan bir rol oynayacaktır. Bu açılardan Esad rejimi, Rojava’daki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmiş olmaktadır. Elbette kimi plan ve hesaplar, sonrasındaki gelişmelerle bozulur, bazen bumerang gibi kendini vurur. Bu durum Rojava için de geçerlidir.
Kesin olan, Kürtlerin yönetimi ele geçirip kurumsallaşıyla Rojava, başta Türkiye olmak üzere Suriye ile ilgili tüm ülkelerin dikkatlerini üzerine topladı ve Suriye üzerine yapılan planlarda mutlak hesaba katılması gereken bir güç olarak ortaya çıktı.
Türkiye’nin Rojava’ya saldırısı
Türkiye, Suriye’nin kuzeyinin PYD ağırlığında bir Kürt yönetiminin eline geçmesini büyük bir tepkiyle karşıladı. “Seyirci kalmayız”la başlayıp “tampon bölge”den, “askeri müdahale”ye kadar birçok tehdit savurdu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, apar-topar Barzani’ye koştu. Federe Kürt Yönetimi ile birlikte Rojava’daki durumu nasıl değiştireceklerinin planlarını yaptılar. Hem sınır kapılarını sıkı sıkıya kapatarak Rojava’ya tecrit uyguladılar, halkı aç, susuz, ilaçsız bıraktılar; hem de El Nusra çetesini üzerlerine saldılar.
Rojava, Türkiye’den ve Güney Kürdistan’dan gelen saldırılara bir yıl boyunca direndi. Bu süre zarfında Esad rejimi de muhalifler karşısında güç kazanmaya başladı. Bunun üzerine Türkiye, PYD ile diplomatik ilişkiye geçti. Temmuz ayında PYD Başkanı Salih Müslim ile iki kez görüştüler. Bu görüşmeler tam da Rojava’daki meclis seçimleri, anayasa yazım süreci ile ‘dönemsel Rojava yönetimi”nin oluşturma aşamasında yapılıyordu. Türkiye’nin bu görüşmelerdeki gayesi, Rojava’da yönetimin oturmasını ve resmileşmesini engellemekti. Zaten Davutoğlu, Rojava’daki bu adımları, “sınırlarımızda farklı siyasi oluşumların ortaya çıkmasına izin veremeyiz” diyerek karşılamıştı. Başbakan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan ise, “bu türden gelişmelere Türkiye eyvallah edemez” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.
Görüşmelerle ilgili açıklama yapan PYD lideri Müslim, Türkiye’nin kaygılarına “özerk yönetmin ilan edilmesi gibi bir durumun olmadığını” söyleyerek yanıt verdi. “Siyasi bir çözüm buluncaya kadar herkesin yer alacağı gecici bir yönetim kurulmasını istediklerini” ifade etti. Türkiye’den ise, ambargonun kaldırılmasını ve islami gruplara verdikleri desteği durdurmalarını istedi. Suriye’yi parçalamak gibi bir niyetlerinin olmadığını, seçimleri kim kazanırsa yönetimi onların oluşturacağını söyleyerek Türkiye’yi yatıştırmaya çalıştı.
Fakat PYD ile bu görüşmelerin hemen ardından, El Nusra ile birlikte ÖSO, Rojava’nın en stratejik bölgesi Serakaniye’ye saldırıya geçtiler. PYD’nin kurucularından ve tüm Kürt gruplarının içinde yeraldığı Yüksek Kürt Konseyi’nin de Dışilişkiler Başkanı olan İsa Huso, bir suikast sonucu öldürüldü. Yani Türkiye bir yandan diplomatik görüşmeler yaparken, bir yandan da bu saldırıları organize etmekten geri durmadı.
İslamcı gruplar, daha önce çıkardıkları bir haritada, Rojava bölgesinde bir “İslam devleti” kuracaklarını açıklamışlardı. Bu devletin hükümetini de Ramazan Bayramı’nda duyurmayı planlamışlardı. Bunların arkasında Türkiye’nin bulunduğu kimse için sır değil. Ancak amaçlarına ulaşamadılar. Kürtler bu saldırıyı püskürtmekle kalmadı, bu grupların hepsini Serakaniye’den çıkardı.
Çetelerin terk ettiği yerlerde, Türkiye, Mısır, Tunus, Bahreyn ve ABD yurttaşlarına ait pasaport ve kimlikler çıktı. Keza ölü ve yaralı ele geçirilen çete üyelerinin üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kimlikler vardı. Bu kişiler ifadelerinde Türkiye’den geldiklerini söylediler. Türk ordusundan ayrılmış subaylar tarafından eğitildikleri ve Türkiye hava alanlarını kullandıkları belgelendi. Çatışmalarda yaralananlar ise Ceylanpınar ve diğer hastanelerde tedavi ediliyordu. Bunu protesto eden Ceylanpınar halkına polis TOMA’larla saldırdı.
Türk devletinin saldırılarının yanı sıra, gerici kitle örgütleri de Rojava’ya saldırıya geçtiler. Özgür-Der, yaşanan çatışmalardan PYD’yi sorumlu tutarak, El Nusra’ya destek verdi. Mavi Marmara olayından bildiğimiz İHH, Türkiye genelinde ortaöğretim okullarından “her sınıfın bir yetim kardeşi var” projesi altında para toplamaya başlamıştı. Bazı valiler buna karşı çıkınca, Milli Eğitim Bakanlığı “yardımcı olun” talimatı göndermişti. Bu paraların El Kaide’ye gönderildiği ileri sürüldü.
Kısacası devlet ve gerici örgütlenmeleriyle Türkiye, Suriye’deki radikal islamcı gruplara her tür desteği verirken, Rojava’daki Kürtlerin kazanımlarını boşa düşürme çabalarını sürdürdü, sürdürüyor. Bu konuda da en büyük yardımcılarından biri ne hazindir ki, Güney Kürdistan yönetimidir.
Güney Kürdistan’ın tutumu
Rojava’da Kürtlerin ilaca ve yiyeceğe en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde, Güney Kürdistan yöneticileri, sınır kapılarını kapattılar. Hatta silahlı birliklerle sınırı çok sıkı biçimde korumaya aldılar. Oradaki Kürtleri açlıkla terbiye etmeye kalkıştılar.
Bununla da kalmadılar, Rojava’ya saldırıya geçen çetelerin Güney Kürdistan’dan girişlerine izin verdiler. Kürt halkına sıkı sıkıya kapatılan sınırlar, çetelere açık haldeydi. Savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü bir dönemde ise kapıları açtılar, Rojava’nın boşalmasını istediler. Daha fazla Kürdün savaşa katılması gerektiği bir sırada, kaçanları “Kürdistan’a hoşgeldiniz” pankartıyla karşıladılar. Sanki Kürdistan sadece Güney’den ibaretmiş ve Rojava Kürdistan’ın bir parçası değilmiş gibi…
Rojava’da Barzani’nin partisi KDP yörüngesinde El Parti, Azadi gibi Kürt partileri bulunuyor. Güney yönetimi bu partiler aracılığı ile Rojava’de etkinlik kurmaya çalışıyorlar. Onları Güney’e çağırıp ayrı toplantılar gerçekleştiriyor, silahlandırıyorlar. Elbette bu durum, Kürtlerin birliğini dinamitliyor, Rojava’da kurulan Yüksek Kürt Konseyi’ni çatırdatıyor. Öyle ki, Barzani’ye bağlı bu partilerin, ÖSO ile görüştükleri, ve birlikte bazı çatışmaların içinde yer aldıkları söyleniyor.
Güney Kürdistan’ın yetkileri, Türkiye ile sıkı ilişkilerini bu dönemde arttırdılar. Neçirvan Barzani birçok kez Türkiye’ye geldi ve AKP hükümetiyle görüşmeler yaptı. Görüşmelerin ardından Davutoğlu, “Suriye ve Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelere ilişkin (Rojava kastediliyor-nba) ortak tutum ve kaygılara sahibiz” dedi.
Güney Kürdistan Yönetimi’nin Rojava’da Türkiye ile birlikte hareket etmesi, PYD başta olmak üzere birçok Kürt partisinin de tepkisini çekiyor. Bunun yeniden “birakuji” (kardeş kavgası) çıkarmasından duyulan kaygılar ifade ediliyor. KDP, Rojava’ya hiçbir yardımı sokmazken, “peşmergelerimiz hazırdır, Rojava’ya girebilir” şeklindeki açıklamaları, bu kaygıları daha arttırdı.
KDP’nin Rojava halkını sıkıştırarak ve kendine muhtaç hale getirerek PYD’yi zayıflatma çabası, uzun süredir beklenen “Kürt ulusal kongresi”nin de sürekli ertelenmesine yol açtı. Barzani yönetimi, Rojava’da PYD’nin güçlenmesi ile birlikte PKK’nin ağırlığını koyacağı bir kongreyi istemiyor. En son Kasım ayına ertelenen kongrenin, bu koşullarda yapılıp yapılmayacağının da garantisi yok.
Emperyalistlerin Rojava’ya yaklaşımı
ABD ve bölgedeki işbirlikçileri Türkiye ile Güney Kürdistan, Rojava’yı boğmaya çalışırken, başta Rusya ve Çin olmak üzere Esad rejiminden yana olan ülkeler, Rojava’daki gelişmeleri sevinçle karşıladı, PYD yöneticileriyle diplomatik görüşmeleri başlattı.
Rusya Devlet Başkanı Putin’den Genelkurmay Başkanı ve Dışişleri Bakanı’na kadar en üst düzey yöneticileri, Rojava’da radikal islamcı grupların katliamlarını kınadılar. Bununla da kalmayarak Dışişleri Bakanı Lavrov, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni, saldırıları kınamak için harekete geçmeye çağırdı. Ve Cenevre’de yapılan görüşmelere Kürtlerin de katılmasını istedi.
Elbette bu tutum, Rusya’nın Kürt halkının yanında yer almasından kaynaklanmıyor. Aynı Rusya, Esad rejiminin bir süre önce Halep’teki Kürt mahallelerinde yaptığı katliamı görmezden gelmişti. Rusya’nın Suriye’deki çıkarları, Esad rejiminin sürmesini gerektiriyor. Bu rejimi yıkmaya çalışan radikal islamcıların güçten düşmesi ve dünya kamuoyu nezdinde teşhir olmaları, Rusya’nın işine geliyor.
Benzer şekilde Çin de Suriye’deki Kürtlerle diplomatik ilişkileri başlattı. Bazı Avrupa ülkelerinin de görüşmeler yaptığı söyleniyor.
Sonuçta her emperyalist ülke, Kürt sorununa kendi çıkarlarından bakıyor. Suriye’deki çıkarları, Rusya’yı en azından şu kesitte Kürtleri desteklemeyi gerektiriyor. Fakat sonrasında bu desteğin sürüp sürmeyeceği gelişmelere bağlı olacaktır.
Bölgede Rusya dışında Suriye’ye en büyük desteği sunan bir diğer ülke İran. İran da radikal islamcıların Rojava’daki saldırılarını kınadı. Dahası PYD lideri Müslim ile görüşmelere başladı. Yeni cumhurbaşkanı seçilen Hasan Ruhani, mecliste yaptığı yemin töreninde “milli ve dini azınlıkların hakları için adımlar atılmış olsa da, maalesef istenilenin çok gerisinde. Ben azınlıkların haklarının verilmesini kendime borç biliyorum” diyerek, İran sınırları içindeki Kürtlere de yeşil ışık yaktı. İran Kürdistanı, yani Doğu Kürdistan’da PKK’ye bağlı PJAK ile İran hükümeti arasında yapılan “ateşkes”e genel olarak uyulmakla birlikte, her an bozulma ihtimali bulunuyor.
Emperyalistler ve bölge ülkeleri, genel olarak Kürt sorununa, özelde Rojava’daki gelişmelere kendi çıkarlarından bakıyorlar. Bu, eşyanın doğası gereği böyledir. Türkiye’yi de bu konuda ikna edebilmek için, doğuracağı “ekonomik fırsatları” ileri sürüyorlar. Tıpkı Güney Kürdistan’da olduğu gibi Türk ihracatı için yeni bir pazar olacağı söyleniyor mesela. (Türkiye’nin Irak ile 20 milyar dolarlık ticaretinin 11 milyar dolarlık bölümü Kürt yönetimiyle yapılmış durumda.) Öte yandan Suriye’deki petrolün yüzde 60’ının Kürt bölgesinde olduğu hatırlatılarak, Türkiye’nin bu durumdan yararlanması isteniyor. Öcalan’ın savunmalarında ve en son newrozda okunan mesajında geçen “genişletilmiş misak-ı milli” projesi, Türkiye’nin Güney ve Batı Kürdistan’ın özerkliğini tanıyarak kendi sınırları içine almasıdır ki, bu Türk egemen kesimlerden bazılarının iştahını kabartıyor. Dahası içte Kürtlerle “çözüm süreci”nin geleceği, Rojava’daki gelişmelerle doğrudan bağlantılı hale geliyor.
Hatırlanacağı gibi Öcalan’la görüşmelerin başladığı ilk aylarda, Öcalan PYD’ye haber göndererek, Suriye’deki muhaliflerle birlikte hareket etmesini istemişti. PYD o yönde bazı girişimlerde de bulundu. Fakat yaşananlar buna olanak tanımadı. Ve PYD tekrar “üçüncü yol” dediği, hem Esad’a hem muhaliflere karşı duran tutumuna döndü. Emperyalist bir müdahaleye karşı çıktı ve kimyasal silahların Esad tarafından değil, muhalefet tarafından kullanıldığını söyledi. Ayrıca ABD ve bölgedeki işbirlikçileri tarafından kuşatılırken, Rusya, Çin, İran gibi ülkelerden destek görmesi, o tarafa yaklaştırdı.
Diğer yandan Güney Kürdistan’dan gördüğü düşmanca tutum, Kürdistan’ın her parçasının kendi kaderini kendisinin çizmek zorunda olduğunu ve her parçanın kendine özgü farklı sorunlarla karşılaşacağını bir kez daha ortaya koydu.
* * *
Rojava’da Baas rejimi yıkılmış, yerine Kürtlerin ağırlığında yeni bir yönetim şekillenmeye başlamıştır. Bu yönüyle bir “devrim”den sözetmek mümkündür. Ancak henüz tamamlanmamış bir süreçten geçilmektedir. Savaşın halen sürüyor olması, ekonomik ve sosyal dönüşümlerin gerçekleşebilmesini zorlamaktadır. Ve bu sürecin başını çekenler, birçok dengeyi gözeterek hareket etmektedir. Örneğin “geçici yönetim” oluşturma ve özerkliği resmileştirme yönündeki adımlar bile, bundan dolayı atılmamıştır. Ayrıca devrimin niteliği de netleşmiş değildir. Bu, önderliğin kimde kalacağına ve gelişmeler karşısında nasıl bir tutum alacaklarına bağlı değişebilir. Fakat daha da önemlisi, bir devrim girişimi ya da tamamlanmamış bir devrim olarak kalma tehlikesi de vardır.
Bütün bunlardan bağımsız olarak bugün Rojava’da Kürt halkı kendi yönetimini oluşturma çabası içindedir ve verdikleri mücadele, saldırgan emperyalistlere, onların işbirlikçilerine, gericiliğe karşıdır. Emperyalizme darbe indirdiği sürece de ilericidir, desteklenmelidir.
Dipnotlar:
(*) Adını anlaşmayı imzalayan iki diplomattan alan “Skyes-Picot”, Ekim devrimi ile birlikte Bolşeviklerin eline geçmiş ve onlar tarafından dünya kamuoyununa açıklanmıştır. Anlaşmanın ifşası, Ortadoğu’da ulusal kurtuluş savaşlarını da tetikleyen bir rol oynamıştır.
(**) Kaynak, 23 Temmuz 2013 tarihli Gündem gazetesi’nde “Yönetimin adını koyma zamanı” başlıklı yazı. KCK Yürütme Konseyi üyesi Şahin Cilo ile yapılan röportaj.