Başbakan yine konuştu!
Bu defa konu öğrenci evleri. Devletin artık öğrenci evlerinin içini de kontrol edeceğini, “nizamı-ı alem”e aykırı bir durum varsa müdahale edeceklerini söyledi. Devlet, öğrenciler için temiz, sağlıklı ve ucuz yurt olanakları sağlamakla uğraşmıyor; diğer taraftan, öğrenci evlerinin penceresinden içeri baktığında, evlerin pahalı, sefil ve sağlıksız koşullarını değil, içinde kızlarla erkeklerin birlikte kaldığını görüyor sadece. Ve buna müdahale etmeyi görev biliyor.
Valileri, kolluk kuvvetlerini ve ev sahiplerini de harekete geçmeye çağırıyor başbakan. Öğrenci evlerinin içi “dikizlensin”, evlerde olup bitenler ihbar edilsin, “nizam-ı alem”e, “toplumsal ahlak”a aykırı durumlar hemen cezalandırılsın diye fetvasını vermiş durumda.
Aslında “dikizcilik” ilk defa gündeme gelmiyor devletin katında. Daha önce de, yine başbakan, Beşiktaş’taki başbakanlık ofisinin penceresinden, vapurdan inen kadınları seyrettiğini, onların giysilerini kontrol ettiğini söylemişti.
Kadın evine!
Egemen sınıfların “kadın”a bakışı, “kadın bedenini kontrol etme” üzerinedir. Sınıf mücadelesi içerisinde, kadınların haklarında genel bir artış olur, önemli kazanımlar elde edilir. Ama mücadele genel olarak geriye düşerken, haklarını en hızlı kaybeden kesim, yine kadındır. Hele ki devletin yapısı gericileştikçe, kadına -özellikle de emekçi kadına- dönük saldırılar, adım adım, ama hızla tırmanır. Kadını yaşamdan silmek, görünürlüğünü ortadan kaldırmak, kazanılmış haklarını peşpeşe gaspetmek, bedenini metalaştırırken kendisini de köleleştirmek için her tür saldırı gerçekleştirilir. Kimi zaman fiili tavırlar, kimi zaman yasal düzenlemeler, çoğunlukla ikisi birden devreye sokularak, kadın cendere içine alınmaya çalışılır.
AKP hükümeti, kadınlara verdikleri “haklar”la ve kadınlar lehine düzenlemeler yapmakla övünüyor. Son dönemde kadınlara verilen “haklar”a bir bakalım: Mecliste ve genel olarak kamuda türban takma hakkı; anaokuluna türbanla gitme hakkı; ilk dört yıllık temel eğitimden sonra okulu bırakma ve eve kapanma hakkı; okul devam ederken evlenme hakkı; işçi kadınların çocuk doğurdukları için işten atılma hakkı, hatta patronların kadın işçi çalıştırmama hakkı; karma öğrenci yurtlarının kaldırılıp “harem-selamlık” olan yurt hakkı; lisede ayrı kantinlere gitme hakkı, istemediği hamileliği kürtajla sonlandıramama hakkı, sezaryanla doğum yapamama hakkı…
Devletin kadınlarla ilgili tüm yeni kanun ve düzenlemeleri, kadınları daha fazla eve kapatmaya, sosyal yaşamdan silmeye dönüktür. “Kadın görünce abdesti bozulan yobaz” gibi, kadınların sözkonusu olduğu her durumda “ya gözlerini kapatmaya, ya kadını kapatmaya” zorlayan bir tutum, artık günlük yaşamda karşımıza sistemli biçimde çıkarılmaktadır.
Mesela, hamile bir kadın görmek, genel olarak insanlarda bir “sevecenlik” duygusu ile karışık bir “saygı” uyandırır. AKP’lilere göre ise, hamile kadın utanmalı, saklanmalı, evden ancak “akşam üstleri-kocasının arabasında-yarım saat” kriterlerine uygun olarak dışarı çıkmalıdır.
Mesela kadının başı açık gezmesi “kirlenmektir”, öyle ki, türbana giren AKP’li kadın milletvekillerinden birisi, açıktan “artık başımı açarak kirlenmeyeceğim” diyebilmektedir. Yakında “kamusal alanda kadınlar türbansız bulunamaz” diye bir düzenlemeye de kalkışabilirler.
Mesela, gencecik kızlarla erkeklerin biraraya geldikleri her ortam (okul, yemekhane, lise bahçesi, otobüs, kafe, öğrenci evi vb.), “fuhuş odakları”dır AKP’ye göre. Ve derhal yasaklanmalıdır!
Mesela Haziran Ayaklanması sırasında Taksim Dayanışma’yı temsilen başbakanla görüşmeye giden heyetin içinde, başbakanı en fazla rahatsız eden durum, kadın sendikacının konuşmasıdır. Öyle ya, kadın, sendika yöneticisi ve bir ayaklanmanın sözcüsü konumunda bile olsa, haddini bilmeli ve konuşmamalıdır!
Saldırılardaki artış
Son on yıl, kadınlara dönük öldürme ve yaralama saldırısının her geçen gün arttığı bir süreçtir. Eski kocası, sevgilisi, abisi, sonuçta bir erkek yakını tarafından öldürülen kadınların artık hesabı bile tutulamıyor. Bazen günde 2-3 kadının ölümü çıkıyor gazete haberlerine. Bıçaklanan, dövülen, yaralanan kadınların ise haddi hesabı yok.
Bu saldırıların önemli bir kısmında katiller “iyi hal indirimi” almakta ve hızla hapisten çıkmaktadır. Yaralamaktan yakalanan saldırganların da büyük çoğunluğu, tutuklanmaya bile gerek görülmemekte ve genellikle sonrasında aynı kadına yeniden saldırmaktadır.
Yapılan araştırmalara göre, evli her on kadından üçü eşinden cinsel ya da fiziksel şiddet görmektedir. Üstelik, kocasından gördüğü fiziksel şiddet nedeniyle kendisini suçlayan ya da “sevildiği” için şiddet gördüğünü iddia eden, kıskançlık kaynaklı saldırganlığın övünülecek bir durum olduğunu düşünen; yaşadığı cinsel şiddeti ise zaten “doğal” ve “meşru” zanneden, cinselliğin böyle yaşandığını sanan kadınların sayısı, bu istatistiklere dahil değildir.
Bir başka artış, çocuklara toplu tecavüzlerde ve çocuk gelinlerin sayısında yaşanmaktadır. 9-12 yaşındaki çocuklar, fuhuş sektöründe pazarlanmakta, birçok devlet görevlisi de içinde olmak üzere çok sayıda tecavüzcünün saldırısına uğramaktalar. Üstelik saldırı bununla sınırlı da kalmıyor; sonrasında adli tıpta “bekaret muayenesi”ne birden fazla defa gönderilerek, bunun yarattığı psikolojik yıkımla da uğraşmak zorunda kalıyorlar. Yetmiyor, “direnmediği”, ya da “şikayet etmediği” gerekçesiyle, çocuklar suçlu çıkarılıyor, adeta tecavüze uğradıkları için yargılanıyorlar.
Ve en dinci, en muhafazakar görünen erkeklerin, küçük yaştaki kızlara tecavüzleri ile, küçük yaştaki kızlarla evlilikleri ile gündeme gelmeleri hiç bitmiyor. Hüseyin Üzmez gibi yobaz bir gazetecinin, küçük yaştaki bir kız çocuğuna sistemli tecavüzü, en çarpıcı örneklerden biridir.
Deniz Baykal ile kimi CHP’li ve MHP’li milletvekillerini “kasetler” üzerinden etkisiz hale getiren AKP’nin, bazı kurmaylarının “kasetler”i olduğu ve bu kasetlerin tehdit amaçlı olarak cemaatin elinde bulunduğu dedikoduları, zaman zaman gündeme gelmektedir. Başkalarına ahlak bekçiliği yapmaya kalkanların, kendilerinin ciddi ahlaki sorunları olduğu, toplumsal kabul görmüş genel doğrular arasındadır.
Dahası, kızlarla erkeklerin biraraya geldiği son derece doğal ortamları, devlet “kirli” ve “ahlaka aykırı” ilan ederken, gerçek kirleri ve ahlaksızlıkları saklamak için seferber olmaktadır. Mesela, reşit olmuş, kendi kararlarını alabilecek durumda, üstelik de ailesinin bilgisi ve onayı dahilinde özel olarak kiraladığı bir evde kalan üniversite öğrencisi için, “ailesi onu bize emanet etti” diyerek ahlak bekçiliği yapabilmektedirler. Ama, ailesi olmadığı ya da istemediği için devletin yetiştirme yurdunda kalan, yani doğrudan devlete “emanet” edilmiş olan, 18 yaşının altında, korunmasız, savunmasız, derdini bile anlatmaktan aciz çocukların bulunduğu yetiştirme yurtlarında, ya da çok daha küçük yaştaki çocukların bulunduğu çocuk esirgeme yurtlarında bulunan çocuklar, orada görevli hademelerin, müdürlerin tecavüzüne uğramakta, ya da fuhuş sektörüne pazarlanmaktadır. Bu konuda devletin attığı tek bir adım, bunu kesin olarak durduracak caydırıcılıkta hiçbir yasa yoktur. Keza, yine 18 yaş altındaki çocukların “emanet” edildiği hapishanelerde çocuklar gardiyanların, müdürlerin ve hapisteki mafya babalarının sistemli tecavüzüne, şiddetine, her türden saldırısına maruz kalmaktadır. Pozantı Hapishanesi’ndeki çocukların, bu durumu basına duyurdukları için sürgüne gönderildikleri, tehdit edildikleri ve saldırıların sürdüğü, yakın dönemde haberlere yansıyan olaylardan biridir.
Yasalar, öldüren, yaralayan, tecavüz eden erkeği korumaktadır. Mahkemelerde caydırıcı cezaların verilmeyişi, “töre” gibi unsurların özellikle dizilerle meşrulaştırılması, toplumsal olarak kadına şiddeti artıran unsurlardır. Birçok durumda, şiddet gördüğü için polise-jandarmaya şikayete giden kadın, burada da saldırıya uğramakta ve kocasına geri teslim edilmektedir. Keza adli tıp raporlarının tecavüzcünün lehine verildiği durumlar hiç de az değildir.
Mücadeleden başka yol yok
Devletin görevi, öğrencilerin hayatını denetlemek, yargılamak ve “suç unsuru” aramak değildir. Devletin görevi, öğrenciler için, insanca yaşama koşullarına sahip ucuz-ücretsiz, sağlıklı yurtlar inşa etmektir. Bir taraftan öğrenciler, yurt bulamadıkları ya da yurtlardaki balık istifi yaşantı, ders çalışmaya ve insanca yaşamaya uygun olmadığı için eve çıkmak zorunda kalacak; üstelik de bu evlerde en kötü koşullarda ve fahiş fiyatlarla yaşamaya mahkum edilecek; diğer taraftan evlerde kalan her öğrenci potansiyel suçlu ilan edilecek!
Devletin görevi, “vatandaşına hizmet” ve “özgürlükleri anayasal güvence altına almak” olarak tanımlanmıştır. Bu doğru olsaydı, devlet ihtiyacı olan her öğrencinin barınacağı yurtlar yapar, eğitimi ücretsiz hale getirir, kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmelerini mutlak biçimde önleyecek tedbirler alır, kadın katillerine en ağır cezaları verir; 18 yaşına kadar eğitimi zorunlu kılardı vb… Kısacası kitlelerin gerçekten “insanca” yaşamasını sağlayacak, her konuda yasal ve sosyal düzenlemeleri yapardı.
Ancak devletin gerçek yüzü de, gerçek görevi de bu değildir. O sadece, egemen sınıfların çıkarlarını korumakla ve bu çıkarlara bir tehdit farkettiğinde, bu tehdidi bertaraf etmekle yükümlü bir aygıttır. “Vatandaş”ın değil, burjuvazinin hizmetindedir. Ve kitleleri ne kadar baskı altında tutarsa, kimi zaman dinci-gerici, kimi zaman burjuva yoz kültürle ne kadar uyuşturursa, o kadar başarılıdır. “Batı demokrasileri”nde gençlerin “özgürlük” adı altında yozlaştırılması da, geri bıraktırılmış toplumlarda dinci-gerici kuşatma ile bunaltılması da, aynı amaca hizmet etmektedir. Öğrenci evlerine dönük bugünkü saldırı, bu tutumun doğal sonuçlarından biridir.
“Kimsenin özel hayatına karışmıyoruz” sözü, sadece boş bir nakarattan ibarettir. Egemen sınıflar her dönem özel hayatlara müdahale etmişlerdir; kimi zaman ideolojik bombardımanla yönlendirmiş, kimi zaman terör estirmiş; ama her dönem kitlelerin kendisine tehdit haline gelmesini engellemek için her tür önlemi almıştır.
Dinci gericilik ise, bunu bir adım daha ileri götürerek, kazanılmış hakların gaspında pervasız davranmıştır. Çünkü dinci gericiliğin özünde, başkasının yaşamına müdahale zorunludur; dini argümanlar, “dine aykırı” davranışların ve yaşamların “günah”ını tanık olanlara da yükler, “dini bütün”lere, bunları değiştirme görevini verir. Dolayısıyla onlar açısından din “Allah ile kul arasında” değildir; toplumun tüm kesimlerine, diğerlerini denetleme ve “dini yayma” zorunluluğunu yükler.
Bu nedenle, AKP hükümeti döneminde, içkiden genel ahlak kurallarına kadar, özel hayata her türlü müdahale artmıştır. Ve yine bu nedenle, bundan sonra da bu türden saldırıların arkası kesilmeyecektir. Yurtların ardından öğrenci evleri, sonrasında kantinleri, yemekhaneleri, sınıfları, giderek okulları, otobüsleri bile ayrılacak, “harem-selamlık” uygulamasını, yaşamın her alanına yansıtılmaya çalışılacaktır. Kızlarla erkekler arasında en sıradan dostluk ilişkilerini bile “ahlaksızlık” olarak tanımlayan, kadını salt cinsel bir meta olarak gören anlayış, onu “erkeğin görüş alanından” çıkarmak için her yol ve yönteme başvuracaktır.
Bunu durduracak tek unsur, her türden dinci gerici baskıya karşı mücadele etmektir. Gençler, kendi yaşamlarına, geleceklerine sahip çıktıklarını, egemen sınıfların baskılarına boyun eğmediklerini, Haziran Ayaklanması sırasında en çarpıcı haliyle gösterdiler. Kendi özgür iradelerini kullanarak sokaklara döküldüler, eylemlere katıldılar, polisi taşladılar, barikatlar kurdular, kendi özgürlük alanlarını açtılar. Gençlere bu müdahale, Haziran’da patlayan kitle hareketini yoketme, sindirme, her cepheden kuşatarak ezme müdahelesidir aynı zamanda. Ve gençler, buna karşı da harekete geçecek, kolektif mücadelenin gücünü gösterecek, AKP yönetimini bir kere daha yenilgiye uğratacaktır.
Gençlik gelecektir ve gençler bu geleceğin sokakta kurulduğunu anlamış durumdadır!