Komünist önder İsmail Cüneyt, 21 Aralık 1983 tarihinde İstanbul-Gayrettepe’de işkencede katledildi. 12 Eylül sonrası “gözaltında kayıp”ların belki de ilkiydi O. Ama onun naaşını gizli bir şekilde gömmek yerine, gözaltına aldıkları yoldaşlarına göstererek, daha etkili kılmak istediler. Fakat yanıldılar! Öfke ve kin daha da bilendi, direniş daha da harlandı, yaygınlaştı…
İsmail Cüneyt, Balıkesir’in Sındırgı ilçesinde yoksul bir köylü ailesinin çocuğuydu. Ailesi tarlada tütün toplayarak geçimini sağlıyordu. O, küçük yaştan itibaren sefalet içinde büyüdü. Devrimci bir yaşamı seçmesine zemin hazırlayan doğal bir sebepti bu.
Daha lise yıllarında devrimci düşüncelerden etkilendi ve mücadeleye atıldı. 12 Mart 1971’den sonra yalnız kalmasına rağmen lise çevresinde devrimci çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Devrimci gençliğin nispeten toparlandığı ’73 yılında Hacettepe Üniversitesi’ne girdi. Üniversitede gelişen anti-faşist mücadelede, ön saflarda yer aldı. Bir keresinde devrimcilerden fena halde dayak yemiş bir faşisti okula getirdiler. Polis, ondan kendisini dövenleri göstermesini istiyordu. Herkes kendini saklamak için uğraşırken, O kitlenin içinden ileri fırlayarak polislerin içindeki faşistin gözüne yumruğu indirmişti. İsmail yoldaş, kararlı militan dövüşçülüğü ile devrimci gençlerin güvenini kazanırken, polisin ve sivil faşistlerin boy hedefi olmuştu.
Sezai yoldaşla da Hacettepe’deki anti-faşist mücadele içinde tanıştılar. Bu yıllardaki beraberlikleri, ölünceye dek devrim ve sosyalizm mücadelesi içinde hep sürdü. ’75 yılında profesyonel devrimciliğe karar verdi ve proletaryanın içinde örgütlenmek için İstanbul’a geldi.
Kartal bölgesininde, merdiven altında bir ev tuttular. Burası onun “sırça köşk”üydü artık. Evin adını böyle takmışlardı. Kendisine bir iş de buldu. İşçi sınıfını örgütleme çalışmasına burada başladı.
* * *
İsmail Cüneyt, örgütsel önderliği bütün gün koşuşturan dar pratikçilikle sınırlı tutan kadrolardan değildi. Aksine, örgütsel önderliğin siyasal bir perspektifle yürütülmediği koşulda mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verilemeyeceğini iyi kavramıştı. Pratik mücadele koşullarının yaygınlık kazandığı ‘70’li yıllarda genel devrimci kadroların teoriye karşı ilgisizliği ağır basarken, o, yüksek bir sorumluluk bilinciyle kendini teorik olarak da geliştirdi. ML klasikleri yalnızca okumakla kalmaz, onları inceler ve tartışırdı.
O yıllarda ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) başını çektiği uluslararası sağ oportünist çizgi, Türkiye devrimci hareketi içinde de yankı bulmuştu. Hatta sınıf işbirliğini vaaz eden ÜDT (Üç Dünya Teorisi) bile savunuluyordu. İsmail Cüneyt, sağ oportünizme ve ÜDT’ye karşı mücadeleyi yükseltenlerin başını çekti. Bir etkinlikte, “Kahrolsun Uluslararası Sağ Oportünizm” sloganını attığında, yanında yine Sezai yoldaşı vardı. Bu aynı zamanda ihtilalci komünist hareketi yaratmanın ilk adımıydı.
Öyle dönemler vardır ki, komünist kimlik ve dava adamlığı kendisini bu anlarda gösterir.
Komünist bir örgütü oluşturmanın bütün zorluklarının yaşandığı ’77-79 yılları arasında İsmail,
il komitesinde yer aldığı Adana’da bu sorunları neredeyse hiç yaşat
madı. Bir örgüt gibi hareket etti, ‘sağlam köşetaşı’ diye tabir ettiği işçi kadrolara önem verdi. Birçok fabrikada, semtlerde örgütlülüğü sürdürdü.
Adana’daki adı Yılmaz’dı. Orada yılmaz bir kararlılıkla, sabırla yürütmüştü faaliyetleri. Gelecekte örgütü ileriye taşıyacak kadroları özenle yetiştirdi. Ele avuca sığmayan gençleri proleter ahlakla eğitti, ML klasikleri sevdirdi, onlara militan özellikler kazandırdı.
Gevşek, hantal yapılanmayı yıkıp, genç, dinamik ve disiplinli, yeraltı kurallarına sıkıca sarılan çekirdek kadrolardan oluşan bir örgüt yarattı. Bölgeden ayrılmak zorunda kaldığında, ardında bir dolu yetişmiş kadro ve azımsanmayacak bir çevre bırakmıştı.
19 Şubat 1979’da İMT’ye (İleri Militanlar Toplantısı) bu sağlamlık ile gitti ve geriye çeken görüşlerle kararlılıkla savaştı. Toplantıdaki kararlı tutumu ve önder özellikleri ile tartışmasız MK’ya aday gösterildi. Faşizme ve oportünizme karşı öylesine derin bir kin ve uzlaşmaz bir karakter taşıyordu ki, yoldaşları ona Stalin adını vermişlerdi.
GRANİT Taş haline gelmiş damarlarım Atomlarım bir kaya içine sıkıştırılmış Kır ve kabayım Sıcaktım bir çağda. Donmuşum şimdi Sertleşmişim Hiçbir güneş eritemez beni Hiçbir soğuk çatlatamaz Delemezler zırhımı öyle kolay kolay Kaldıraçlar oynatamaz beni yerimden Kayayım ben GRANİT Ama istekliyim tüm koşullara Yeşermek dilerim ormanlar gibi Kuzey ışıkları gibi yanmak alev alev Ya da ateşten yıldızlarla ışıldamak göklerde Devinmek Zaman ve sonsuzluk arasında Kayayım ben GRANİT Elmer Diktonius
|
Bu toplantı, ihtilalci komünistlerin kuruluş kongresiydi. Örgütün ideolojik, siyasi ve örgütsel inşasında İsmail Cüneyt’in katkısı büyük oldu. En genç üye olarak MK’ya seçildi ve “siyasi büro”da görev alarak, MK çalışmalarına dinamizmini taşıdı. Bir yıl sonra yapılan TİKB’nin 1. Konferans Raporu’nun hazırlanmasını bizzat kendisi üstlendi. Önemli kararların alındığı bu konferans, 12 Eylül askeri faşist cuntasına hazırlık niteliğindeydi.
* * *
12 Eylül’ün karanlık günlerinde, kan ve kurşun kokan sokaklarında, ateş hattında bir mücadelenin en önündeydi İsmail. Her anı yeni bir tuzak, yeni bir kadro kaybıydı. Fakat durmak yoktu, boşlukları doldurmak gerekiyordu. Bir çok örgüt ve partinin dağıldığı, devrimci safların terk edildiği o günlerde, İsmail Cüneyt şaşılası bir güç ve enerjiyle çalıştı. Güçleri topladı, kendisini ve örgütü, boşalan mevzilere uygun bir şekilde yeniden konumlandırdı.
O, “boşlukları doldurma”nın, “görev adamı” olmanın eşsiz bir örneğiydi. Büyük bir cesaret ve dayanıklılığın simgesiydi. Çünkü o, “Stalin Mehmet”ti!
Bu ad, sınıfın uzlaşmaz tavrının adıdır. İşkenceci cellatlar, bu adı ve tavrı iyi biliyorlardı, ancak onun gerçek adını bir türlü öğrenemediler. Ta ki yoldaşları ölümünden sonra bir bildiriyle açıklayana dek…
Onu “Stalin Memed” olarak aramaya başladıklarında, “eğer bir gün sağ ele geçersem” diyordu, “mahkemede Stalin’in büyüklüğü karşısında saygıyla eğildiğimi, bu ‘yakıştırmayı’ tasvip etmediğimi söyleyeceğim”.
Söyleyemedi. Ama adından öylesine korktular ki, göstermelik mahkemelere bile gerek görmediler.
İsmail Cüneyt’e Stalin adı çok yakışırdı. Her alanda sınıfın uzlaşmazlığı onda cisimleşmişti çünkü. Gür bıyıklı küçücük bedeniyle düşmanlarının karşısında devleşirdi. Faşistlere ve oportünistlere karşı olduğu kadar, yoldaşlarının hatalarına karşı da uzlaşmazdı. Örgütte demir bir disiplin yaratırdı.
Disiplinli, konuştuğu gibi yaşayan, kendisini sürekli geliştiren, zor anlarda ‘olmaz’larla savaşan bir komünistti o. En önemli özelliği çok yönlü olmasıydı. Yaşamının odağında devrim ve sosyalizm mücadelesi ve onu ete-kemiğe büründürerek önderlik edecek olan örgütü olunca, hiçbir zorluktan ve sorumluluktan kaçmayan güçlü bir karakter çıkmıştı ortaya. Proleter önsezileri güçlü, insan sarrafı olmuş iyi bir örgütçü, teorisyen, tekniği en iyi şekilde öğrenen ve kullanan, gözüpek ve atılgan bir önderdi.
* * *
İsmail Cüneyt, 21 Aralık’ta İstanbul’da işkenceci katillerin eline geçti. Adil Özbek haini (örgütün saflarından çıkan tek hain olan Adil Özbek, 12 Eylül sonrasında, örgütün yeniden toparlanmaya başladığı bir dönemde, ’89 yılında Osman Yaşar Yoldaşcan müfrezesi tarafında cezalandırıldı) tarafından kesin teşhis edildi ve aynı gün Gayrettepe 1. Şube bodrumunda kurşuna dizildi.
İşkenceci katiller, onu en son Sefaköy direnişinden bilirlerdi. 24 Mart 1983 günü, İsmail Cüneyt, Mehmet Ali Doğan ve Aslan Tel, Sefaköy’de kuşatıldıkları bir evde, biri komiser üç polisi öldürmüşlerdi. Mehmet Ali Doğan ve Aslan Tel’in şehit düştüğü eylemde, İsmail Cüneyt kurtulmayı başarmıştı. İşkenceci katiller, o günün intikamını almak için İsmail Cüneyt’i buldukları anda katlettiler.
İsmail Cüneyt, görev adamı olmanın boşlukları doldurmanın adı oldu hep. Pekçok özellikten oluşan bir bütündür onun yaşamı. Bugünün genç kadroları, yüzünü İsmail’e döndüklerinde ondan büyük bir güç alacaklardır.