AKP savaş istiyor SAVAŞ PROVOKASYONLARI

internette-arkasayfa-yazilari-icin

Son günlerde giderek artan biçimde, savaş çığırtkanlığının yoğunlaştığına tanıklık ediyoruz. Suriye uçağının düşürülmesinden Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan toplantıdan sızan konuşmalara kadar, birçok biçimde savaş tamtamları daha güçlü çalınmaya başlamış durumda.

23 Mart günü bir Suriye uçağının düşürülmesi, Niğde’de ve Ümraniye’de El Kaidecilerle gerçekleştirilen çatışmalarda polislerin ölmesi, El Kaidecilerin Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik tehditleri, Suriye’ye girme senaryolarını arttırdı. Suriye ve savaş gündemi zaten bir süredir sıcak tutuluyordu. Üstüne bir de Erdoğan seçim sonrası “balkon konuşması”nda “Suriye ile savaş halindeyiz” deyince, AKP hükümetinin Suriye’ye savaşmaya ne kadar istekli olduğu görüldü.

 

Savaşacak kitleyi ikna etmek

Bugüne kadar, pekçok savaşın provokasyonla çıkarıldığını biliyoruz. Mesela 1898 yılında yaşanan ve “tarihteki ilk emperyalist savaş” olarak tanımlanan ABD-İspanya savaşı, ABD’nin kendi gemisini batırıp suçu İspanya’nın üzerine atmasıyla başlamıştı. Gemiyi batıranın İspanya olmadığı sonradan ortaya çıktı, ama bu savaşla ABD, İspanya’yı kıtadan çıkarmayı başardı. Bu savaş, ABD’nin Hawaii’den öteye, Filipinler’e kadar uzanmasıyla sonuçlandı. Sadece 10 hafta içinde, İspanya’nın elinden koca bir imparatorluğu çekip almış, 3 binden fazla adayı ele geçirmiş, Pasifik Okyanusu’nda Guam gibi önemli stratejik adaları kazanmış, kazandığı yerleri doğrudan ilhak etmeye girişmişti.

Ve bu savaşın ardından ABD, artık sömürgeleri olan emperyalist bir ülke oldu. Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu kıyılarına, yani değiştirilemez doğal sınırlara dayanmış olan ülkenin sınırlarını, bir taraftan denizaşırı topraklara, diğer taraftan Güney Amerika’ya doğru genişletmeye başladı. Ayrıca ABD, İspanya’ya karşı savaşı kazanarak, güç ve etkinliğinin ulaştığı düzeyi rakiplerine göstermiş oldu ve emperyalist saldırganlığı şahlandı.

Tarihteki ilk emperyalist savaştan bugüne, savaş çıkartmak için provokasyonlar hep sürdü. Hatırlanacaktır; ABD Irak işgalini gerçekleştirmeden önce, Irak’taki kimyasal silahlarla ilgili ellerinde belge olduğu açıklamıştı. Ve işgalin gerekçesini de buna dayandırmıştı. İşgalden sonra bu iddalarını yalan olduğu, böyle belgenin bulunmadığı ortaya çıktı. Ama Irak işgaliyle Ortadoğu’daki dengeler değişmişti artık.

Egemen sınıflar bu tür yalanlara, provokasyonlara neden başvurur?

Çünkü savaşa girmek isteyen her devlet, kendi halkının desteğini arkasına almak zorundadır. Savaşa gidecek ve ölecek olan halkın çocuklarıdır; savaş nedeniyle açlık, yokluk, aşırı çalışma ve her türden ekonomik-siyasi baskıyı yaşayacak olan da halktır. Halkın üstüne bombalar yağacak, savaştıkları ülke ordusunun her türden saldırısıyla başetmek durumunda kalacaktır. Bu nedenle, halkın bütün bunlara gönüllü olması, savaşı kazanmanın başta gelen koşuldur. Halk savaşa gönüllü olarak katılmadığında, yenilgi kaçınılmaz. Birçok durumda, askerler silahlarını kendi hükümetlerine karşı çevirmişler, ya da gelen cenazelerin çokluğu karşısında, ülke içinde savaş karşıtı hareketler, hükümetleri kıpırdayamaz hale getirmiştir. ABD’nin Vietnam savaşının dünya genelinde bir savaş karşıtı harekete ve anti-emperyalist bir direnişe dönüşmesi, ’68 devrimci rüzgarını estirmesi en çarpıcı örnektir. Lenin’in “ya devrimler savaşları önler, ya savaşlar devrimlere yol açar” sözü de, halkların savaştan ne düzeyde etkilendiğinin en somut ifadesidir.

 

Savaş gibi bir vahşete kendi rızasıyla katlanmak, mantıklı bir durum değildir; hiçbir halk durduk yere bunu kabullenmez. İşte bu aşamada, devreye provokasyonlar, demagojiler, maniplasyonlar girer. “Milli değerlerimize saldırı”, “yanıbaşımızda patlayan ve en yakınlarımızın ölmesine neden olan bir bomba”, “komşudaki yangına duyarsız kalmama, söndürmek için yardıma koşma” vb. birçok demagoji, savaşa girmek için öne sürülen en temel gerekçeler arasındadır.

Bugün AKP hükümetinin yaptığı da budur. 1993’te ABD’nin Irak savaşı başladığından bu yana, Türkiye’yi savaşa sokmak için pekçok girişimde bulunmuştur. Bugün ise, Reyhanlı’da patlayan bombadan El Kaidecilerin saldırılarına kadar pekçok argümanı denenmektedir. Ancak bugüne kadar bunların hiçbiri işe yaramamış, halkı savaşa ikna edememişlerdir.

Süleyman Şah türbesi üzerinden kopartılan fırtına ve internete son düşen ses kayıtlarının gösterdikleri, bu doğrultuda atılmış yeni bir adım, yeni bir provakasyondur.

10 Mayıs 2013’te Antakya-Reyhanlı’da patlayan, 50’den fazla insanın ölmesine neden olan ve Suriye yönetiminin attığı söylenen bombanın da MİT tarafından organize edildiği, sonradan çıkan bilgiler arasındadır.

 

Kasetlerdeki provokasyon planları

İnternete düşen ses kayıtlarına göre, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, Dışişleri Bakanlığı’nda, Mart ayı ortalarında yapılan gizli bir toplantıda, Suriye topraklarına fiilen asker sokmak ve Suriye ile savaşa girişmek için gerekçeler üretmeye çalışıyorlar.

Bir süredir El Kaideci çeteler tarafından hedef alınan Süleyman Şah Türbesi (El Kaideciler ‘türbe’ kavramına karşı oldukları için adı ‘Süleyman Şah Saygı Karakolu’ olarak değiştirildi), etkili bir demagoji malzemesi sunuyordu zaten. Türkiye’nin “sınırları dışındaki tek toprak parçası” olarak tanımlanan ve Osmanlı mirası olan topu topu 10 dönümlük bu küçük alanda, Türkiye askerleri nöbet tutuyor. El Kaideciler, ordunun türbeyi terketmesini, üzerindeki Türk bayrağının indirilmesini istediklerini internet üzerinden duyurmuşlardı. Dışişleri Bakanlığı’ndaki toplantıda da, özellikle bunun üzerinde duruluyor ve bu durumu kullanarak nasıl bir provakasyon yaratılacağı tartışılıyor.

Sinirlioğlu, Suriye’ye tümden girerek bir savaşa başlamak için gerekçe üretemeyeceklerini, ancak türbe ile ilgili gerekçe bulabileceklerini söylüyor. Bu koşullarda dünyanın da kendi arkalarında olacağını, bu saldırganlığın “savunma” olarak haklı görüleceğini öne sürüyor. El Kaide’ye karşı müdahalenin uluslararası hukukta meşru olduğunu öne sürüyor.

Aslında bu saldırının 2011 ya da 2012’de de yapılabileceğini, o dönem Suriye yönetiminin çok daha zayıf olduğunu konuşuyor ve o zaman yapılmamış olmasına hayıflanıyorlar.

Bu tartışmada en etkili sözler MİT Müsteşarı Fidan’dan geliyor. “Öbür tarafa 4 tane adam gönderirim, 8 tane füze attırırım, problem değil” diyor. Bugüne kadar sayısız provokasyon yaptıkları için tecrübeliler. Hatta daha ileri gidiyor, “gerekirse türbeye de biz saldırı düzenleriz” diyebiliyor. Sonrasında Türkiye’nin içinde de bombalar patlayabileceğini konuşuyorlar; Fidan, bunun da doğal olduğunu, “sınırlarda zaten kontrolün kalmadığını” bu nedenle içeride bombaların patlamasına hazır olmak gerektiğini söylüyor.

Son derece büyük bir pervasızlıkla konuşuyorlar. Bir taraftan “milli değerler”den, türbede nöbet tutan “mehmetçiği korumak”tan sözediyorlar; diğer taraftan kendi topraklarını bombalamayı ya da o “mehmetçiğe” saldırıyı, savaşı başlatma yöntemlerinden birisi olarak planlayabiliyorlar.

 

Suriye uçağı neden düşürüldü

23 Mart günü, bir Suriye jeti, “sınır ihlali yaptığı” gerekçesiyle ve “angajman kuralları” gereğince Türkiye tarafından düşürüldü. Ancak AKP hükümetinin öne sürdüğü bu gerekçeler, kimse tarafından kabul görmedi; asıl meselenin Suriye’nin IŞİD’e (Irak-Şam İslam Devleti) saldırısını durdurmak, ona  “hava desteği” vermek olduğu son derece belirgindi.

Türkiye’nin güneyinde Suriye’ye olan uzun sınırı boyunca, artık hiçbir nokta Suriye’ye ait değil. Sınır kapıları da Suriye’nin kontrolünden çıkmış durumda. Bu sınırın bir kısmı Rojava’nın elinde, diğerleri ise, El Kaide’nin çeşitli kolları, özellikle de IŞİD tarafından kontrol ediliyor.

Son olarak, Antakya’nın güneyindeki Keseb kasabası ve sınır kapısı IŞİD’in eline geçti. Bir Ermeni kasabası olan Keseb’deki cihatçıları havadan bombalamak üzere harekete geçen Suriye uçağı, Türkiye sınırını “1.5 kilometre” ihlal ettiği gerekçesiyle Türk F-16’ları tarafından düşürüldü.

Oysa bir jet uçağı için 1.5 km’nin çok uzun bir mesafe olmadığı, jetlerin manevra kabiliyetinin daha geniş bir alanda sözkonusu olabildiği biliniyor. Üstelik haritada Keseb kasabasının Türkiye’nin içine doğru giren küçük bir toprak parçası olduğu da rahatlıkla görülebiliyor.

Sonuçta, Türk devletinin asıl amacının, Suriye’nin IŞİD’e darbe vurmasını engellemek, IŞİD’i korumak olduğu açıkça ortada. Zaten bu nedenle, Suriye, Türkiye’nin bu tutumunu Birleşmiş Milletler’e taşıdı.

Son dönemde, Suriye’de dengeler Esad’ın lehine dönmüş durumda. Türkiye’nin ABD’den aldığı destekle, adeta zorla kurdurduğu ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) güç kaybetti ve dağıldı. Hatta bir kısmının savaşı bırakarak Esad’ın ordusuna katılması sözkonusu. Keza El Kaideci çeteler de üstüste önemli darbeler yedi. Esad özellikle son haftalarla önemli zaferler kazanıyor, hakimiyetini giderek güçlendiriyor. Bazı bölgeler cihatçılardan temizlendi, yüzlercesi Lübnan’a kaçtı.

İşte bu koşullarda Türkiye’nin radikal islamcı çetelere verdiği destek daha bir önem kazanıyor. Cihatçılar Keseb’i işgal ederken Türkiye ateş desteği sağladı, arkasından Suriye’nin uçağını düşürdü. Üstelik düşen uçağın kurtulan pilotu, sınır ihlali yapmadığını, Türkiye’nin ateş açtığı sırada, uçağın Suriye toprakları üzerinde olduğunu söylüyor.

 

Türkiye “terör destekçisi”

Suriye, savaş başladığından bu yana, Türkiye’nin El Kaideci çetelere verdiği desteği sıkça gündeme getirdi. Ortaya çıkan bütün bilgiler, Suriye’nin haklı olduğunu, Türkiye’nin oradaki savaşta doğrudan etkili olduğunu kanıtlıyor.

Son olarak Suriye uçağının vurulması bu yanıyla önemliydi. Keza, Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan provokasyon toplantısının kayıtları, Suriye tarafından İngilizce’ye çevrilerek Birleşmiş Milletler toplantısında dağıtıldı, BM’de bu konu üzerine konuşmalar yapıldı, dünya basınında önemli bir gündem maddesi olarak yer aldı.

Suriye’de savaşın başladığı ilk günden itibaren Türkiye’nin cihatçılarla olan ilişkisine dair sayısız veri döküldü ortaya. ÖSO kendi internet sitesinde, adres olarak Antakya’yı gösterdi; Antalya’da, Antep’te lüks otellerde toplantılar yapıldı; Antakya’daki Suriyeli mülteci kamplarının askeri üs olarak kullanıldığı ortaya çıktı; Avrupa basınında, ambulanslarla Suriye’ye silah götürülüp yaralı cihatçıların getirildiğine dair haberler çıktı; Bolu’da cihatçıların kamplarının olduğu duyuldu; Pakistan basını, Afganistan Talibanı’nın Ankara’da büro açtığını duyurdu; Avrupa vatandaşı El Kaidecilerin Türkiye’nin açık sınırlarından rahatça Suriye’ye geçebilmesi nedeniyle Avrupa birçok kez Türkiye’yi uyardı, vb.

El Kaide’nin finansörlerinden Yasin El Kadı’nın AKP ve Erdoğan ile gizli ve kirli bir ilişki içinde olduğunun ortaya çıkması da, verilen desteği gösteren çarpıcı bir diğer örnek.

Son haber Nijerya konusunda geldi. Yine geçtiğimiz günlerde ortaya dökülen tapelerde, THY uçağının Nijerya’daki El Kaidecilere silah taşıdığı konuşuluyordu. Nijerya’daki “Boko Haram” adlı cihatçı örgüt, okullara, siviller ve çocuklara dönük vahşi saldırılarıyla tanınan, yüzlerce Nijeryalı’nın ölümünden sorumlu olan, en kanlı radikal islamcı örgütlerden birisi. İşte bu örgüte, Türkiye’nin yasadışı yollardan silah taşıdığı, onları desteklediği ortaya çıkıyor.

MİT Müsteşarı’nın son tapelerde söylediği, “Suriye’ye 2 bin tır silah ve mühimmat gönderdik” sözü, verilen desteğin devasa boyutlarını ortaya koyuyor. “AKP-Cemaat savaşları” hız kazandığında, Adana ve başka bölgelerde tırlar durdurulmuş; “insani yardım tırı” kamuflajı altında ve MİT eskortuyla ilerleyen bu tırların Suriye’deki cihatçılara silah taşıdığı ortaya çıkmıştı. Ama “2 bin tır” itirafı, Suriye’deki savaşta Türkiye desteği olmasaydı, işlerin bu kadar boyutlu hale gelemeyeceğini açık biçimde ortaya koydu.

Dökülen bütün bilgiler, Türkiye’nin, ABD’nin çizdiği sınırları da aşarak, El Kaidecilere çok büyük bir destek verdiğini gösteriyor; bu tablo ABD ve AB emperyalistlerini de rahatsız ediyor. Çünkü Türkiye’nin savaş kışkırtıcılığının ve desteğinin boyutu, ABD tarafından hesaplanamayan farklı sonuçlara neden oldu. El Kaideciler, istenen-belirlenenden daha fazla güçlendiği için, bugün artık ABD “Esad mutlaka devrilmeli”den, “Esad’lı çözüm”e gerilemek zorunda kaldı. Çünkü artık ABD, Suriye’nin bölünmesinin ve El Kaideci çetelerin kendi devletçiklerini kurmasının çok daha büyük bir tehdit olduğunu görüyor.

AKP hükümeti ve Erdoğan’ın savaş politikaları teşhir oldukça, emperyalist ülkeler de uyarılarını artırıyorlar. Bunun bir yöntemi, artık Batı basınında, genel olarak Erdoğan’ın hatalarına (sosyal medyaya dönük yasaklar vb) savaş konusundaki tutumuna ilişkin haberlerde bir artış yaşanıyor. Ayrıca doğrudan uyarı anlamına gelen gelişmeler de oluyor.

Washington merkezli FDD’nin (Demokrasileri Koruma Vakfı) 21 Şubat günü yayınladığı raporda, Türkiye’nin “terörün finansörü” olarak geçmesi, ciddi bir uyarı olarak ele alınıyor. Raporda Türkiye’nin 2013’ün altı ayında Suriyeli cihatçılara 47 ton silah yolladığı; El Kaide’nin finansör Yasin El Kadı ile gizli ilişkiler kurulduğu; yaptırım uygulanan İran’la, yaptırımları delen ticari ilişkiler kurduğu vb. belirtiliyor. Yani artık ABD emperyalizmi de, Türkiye’nin bu desteğinden rahatsızlığını resmileştirmeye başladı.

Bu konuda bir darbe de Suudi Arabistan’dan geldi. Suudi yönetimi, önce Katar ile olan ilişkisini “Suriye’deki muhaliflere silah desteği sağladığı” gerekçesiyle sınırlandırmış, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte, Katar’daki büyükelçiliklerini geri çekmişlerdi. Ardından, İHA (İnsansız Hava Aracı) satışına ilişkin olarak Türkiye Milli Savunma Bakanı’nın randevu talebini aynı gerekçeyle geri çevirdi. Suudi Arabistan’ın kendisi de bugüne kadar Suriyeli muhaliflere silah ve lojistik desteği sağlayan bir ülkeydi. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, radikal islamcıların bu kadar yükselişi, tıpkı batı emperyalistleri gibi, Suudi Arabistan’ın da onaylamadığı bir durum. Çünkü Suudiler de, radikal islamcıların bu kadar güçlenmesini, gelecekte kendileri için bir tehdit olarak görüyor. Ve tıpkı Mısır’da Müslüman Kardeşler’in yükselişinde olduğu gibi, bu gücün etkisizleştirilmesi için uğraşıyor.

Radikal islamcılara verilen bu büyük destek, sadece batılı emperyalistlerin değil, Suriye’nin destekçisi olan Rus emperyalizminin de açık tepkisine neden oluyor. Suriye yönetimini zora sokan her adım, Rusya tarafından da dikkatle izleniyor.

Suriye yönetimi ise, uluslararası kamuoyunda Türkiye’yi teşhir etmek, gayrimeşru tutumunu kanıtlamak için daha fazla harekete geçmiş durumda. Ortaya çıkan bilgilerin “savaş ilanı” olduğunu söylüyor, Türkiye’nin “düşmanlık” yaptığını anlatıyor, Cenevre görüşmeleri, BM toplantıları gibi bütün ortamlarda bu konuyu mutlaka gündeme getiriyor.

Türkiye’nin El Kaidecilere verdiği destek haberlerinin tek başına bir tanesi bile, başta Erdoğan olmak üzere tüm sorumluların, “savaş suçlusu” olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasına yetecek düzeyde suç unsuru taşıyor. Bu durum artık uluslararası kurumlar tarafından da tespit ediliyor.

 

Savaşı halk durdurur

Türkiye’nin 2012 yılından itibaren savaşa girme hazırlıkları yaptığını zaten görebiliyorduk, birçok kere de yazılı hale getirmiştik. Yayınlanan tapelerdeki konuşmalar, bunu doğrulamış oldu. Orada konuşulmayan şey ise, savaşa neden giremedikleri.

2012 yılının bahar aylarından itibaren, Antakya içten içe kaynamaya, El Kaidecilere ve devletin savaş politikalarına karşı tepkilerini ifade etmeye başlamıştı. 2012 yazı sonundan itibaren ise, artık Antakya’da eylemli tepkiler sözkonusuydu ve ülkenin dört bir yanında savaş karşıtlığı yükseliyordu.

Devletin savaş politikalarına en önemli darbe, Haziran Direnişi’nde vuruldu. Ülke genelinde AKP karşıtlığı, savaş karşıtlığı ile birleşti. İstanbul’dan sonraki en güçlü direnişin Antakya’da olması, üç şehit birden verilmesi, Antakya’nın tarihsel-yapısal özelliklerini aşan düzeyde görkemli bir direnişin ve çatışmaların yaşanması, doğrudan savaş karşıtlığı ile bağlantılıydı. Antakya halkı başta olmak üzere, ülke genelinde işçi-emekçi kitleler, Türkiye’nin bugüne kadar savaşa girmesini engelledi.

Ancak savaş bitmiş, sorun çözülmüş değil. Hala bu toplantıların yapılıyor oluşu zaten bunun göstergesi. AKP hükümeti bir taraftan gündemi kaydırmak, farklı tartışmalar yaratmak, işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskı ve terörünü artırmak için yeni provokasyonlar deneyecektir; Suriye’nin bugüne kadar olduğu gibi sabırlı davranacağının, bu provokasyonları yanıtsız bırakacağının garantisi yoktur.

Diğer taraftan, Suriye’de Esad’ın hakimiyetini kurması ve radikal islamcı çetelere vurduğu darbelerle onları etkisizleştirmesi, sorunun, Suriye’nin komşusu ülkelere yayılmasına neden olacaktır.

Suriye’den kaçan cihatçılar, çevre ülkelere sığınacak, buralarda faaliyet ve eylemlerini sürdürecektir. IŞİD’in, Irak’ın en önemli kentleri arasında olan Ramadi ve Felluce’de bağımsız devlet ilan ettiğini, Irak ordusunun ağır savaşımı sonucunda burada hakimiyeti yeniden ele geçirdiğini, ancak oradaki IŞİD kamplarının yokolmadığını, varlığını sürdürdürüğünü unutmayalım. Keza, Lübnan’da Hizbullah’a karşı gerçekleştirilen saldırılarda, Suriye’den kaçan cihatçıların doğrudan payı vardır.

Benzer bir tehlike Türkiye için de geçerlidir. Cihatçılar, Türkiye’nin içindeki kamplarını, güç ve etkinliklerini artırmaya çalışacak, saldırılarını Türkiye’deki halka yönelteceklerdir. Geçtiğimiz günlerde Niğde’de, hemen arkasından İstanbul-Ümraniye’de yaşanan çatışmalar bunun göstergesidir.

Tüm bunlara karşı yapılacak tek şey, devletin savaş politikalarına mutlak biçimde karşı çıkmak, savaş karşıtı hareketi hep canlı tutmak ve kitlelerin savaş konusunda rehavete kapılmasını engellemektir. Savaşı durduracak olan tek şey, kitlelerin eylemli tepkisidir. Bu eylemli tepki, bugüne kadar genel olarak kendiliğinden bir tepki biçiminde kendini gösterdi; devrimci önderliğe sahip örgütlü bir savaş karşıtlığı, mutlak başarının tek koşuludur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …