Birinci yılında HAZİRAN DİRENİŞİ

arkasayfa-

Haziran direnişinin üzerinden bir yıl geçti. Ama geçen bu bir yıllık sürede, direniş canlılığını hep korudu ve kendini sürekli hissettirdi.

Haziran’la birlikte kitlelerin artan kendine güveni ve haksızlıklara karşı tepkilerini eylemli bir şekilde ifade etme, sokakları-alanları doldurma refleksi, hemen her olayda kendini ortaya koydu. En son Soma’daki madenci katliamında görüldüğü gibi, kitleler yurdun dört bir yanında onbinlerin katıldığı protesto gösterileri yaptılar.

Ve tabii ki, egemenlerin korkulu rüyası olmayı sürdürdü. Adeta bir “Gezi heyulası” dolaştı, başta AKP olmak üzere, egemenlerin üzerinde. Onun içindir ki, direnişin birinci yılını kutlama ve şehitlerini anma eylemlerine karşı devasa önlemler aldılar; sokağa çıkan kitleye büyük bir hınçla saldırdılar. Buna rağmen yine yüzbinlerce kişi sokakları, caddeleri doldurdu; sadece İstanbul’da değil, birçok ilde Haziran direnişi kendi ruhuna uygun bir şekilde anıldı.

Türkiye tarihinin bu en büyük, en kitlesel direnişinin birinci yılında, yaşanan gelişmeler ışığında o günlere dönüp bakmak, direnişi yerli yerine oturtmak bakımından yararlı olacaktır. Zaten Haziran direnişi, bu bir yıla damgasını vurdu diyebiliriz. Sadece ülkemizde değil, dünyadaki direnişlere de esin kaynağı oldu. Çünkü Türkiyeli işçi ve emekçiler, Ortadoğu halklarının direnişinden, Amerika’dan Avrupa’ya yayılan eylemlerden etkilendiği gibi, onları da etkileyen bir direniş sergiledi. Ve bir yıl boyunca kimi zaman alçalan, kimi zaman yükselen, ama hiç kesilmeyen bir eylemlilik süreci yaşadı.

Bu durum, Haziran direnişinin gerçekte bitmediğini, yayılarak devam ettiğini gösteriyordu. Tıpkı direnişin sonunda yükselen sloganda olduğu gibi, “bu daha başlangıç”tı ve “mücadele devam” ediyordu. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, direnişin taleplerinin tam olarak karşılanmaması ve kitlelerin öfkesinin yatışmak bir yana, artan polis vahşetiyle birlikte daha da büyümesiydi. Bunun üzerine binen her gelişme, direniş ateşinin yeniden harlanmasına neden oldu.

Direniş şehitlerinin sayısının bir yıl boyunca artması, (son olarak Mehmet İstif’in ölümü) buna karşın katillerin yakalanıp doğru-düzgün yargılanmamaları, direnişi hep güncel kıldı ve öfkeyi büyüttü. Mahkemeler, ayrı bir direniş alanı halini aldı. Son olarak Berkin Elvan’ın cenazesinde milyonlarca kişi yine sokaklara döküldü ve tıpkı Haziran günlerinde olduğu gibi yurdun dört bir yanında protesto gösterileri yapıldı. Liselere kadar yayılan direniş ve okul boykotlarıyla bir üst boyuta sıçradı.

Sadece direniş şehitlerinin cenazeleri ve mahkemeleri değil, her toplumsal gelişmede kitleler sokaklara döküldü. Artık “eskisi gibi yönetilmek istemediklerini” ortaya koydular. Egemenler de artık “eskisi gibi yönetemeyeceklerini” gördüler. Ne var ki, geçen bir yıl içinde ne egemenler yeni yöntemler bulabildiler; ne de işçi ve emekçiler doğru bir önderlik etrafında kenetlenebildiler. Bu yenişememe ve kilitlenme hali, halen sürüyor.

 

Egemenlerin Haziran korkusu

Polis vahşetiyle direnişi bastıran devletin ilk işi, polisi her yönden tahkim etmek oldu. Başbakan’ın “destan yazdılar” diyerek övgüler dizdiği polis teşkilatı, hem ikramiyelerle ödüllendirildi, hem de sayısal güç ve teçhizat bakımından güçlendirildi. ABD’den 5 uçak dolusu biber gazı ithal edildi mesela, TOMA’ların sayısı ikiye katlandı, sıktıkları kimyasallar daha etkili olsunlar diye çeşitlendirildi vb…

Resmi güçlerin yanı sıra kontra güçleri de ortalığa saldılar. Sopalı-coplu sivil polisler ya da palalı, döner bıçaklı gerici-faşist güruhlar, kitleye saldırdılar. Bununla da kalmayıp “muhbir vatandaş” projesini gündeme getirdiler. Her mahalleye kutu koyacaklarını, komşusundan şikayetçi olanların bu kutulara ihbar mektubu yazarak bildirmelerini istediler. Ama yükselen tepkiler üzerine bunu uygulamaya sokamadılar.

İlk köle isyanı Spartaküs’ten, ilk proleter devlet Paris Komünü’ne kadar tüm ayaklanmalar karşısında egemenlerin yaptığı tek şey, daha fazla silahlanmak, daha fazla şiddet olmuştur. Lenin’in “Moskova ayaklanmasının dersleri”nde  söylediği gibi; “gericilik, barikatlara, kalabalığa ve binalara kurşun yağdırmaktan öteye gidemez. Ama devrim, Moskova çarpışma birimlerinden çok daha ileriye gidebilir.” (Kitle içinde parti çalışması sf 41)

İçişleri Bakanlığı’nın 21 Haziran 2013’te yaptığı açıklamaya göre; Haziran direnişi boyunca 4 bin 900 kişi gözaltına alınmış, 4 bine yakın insan yaralandı. Bunlardan 106’sı kafa travması geçirdi, 12 kişinin gözü kör oldu. Ölü sayısı ise, bir yıl içinde 10’u buldu. Gözaltına alınan yaklaşık 5 bin kişiden 150’si tutuklandı. Ve direniş süresince polisin 150 bin gaz bombası attığı tesbit edildi. Bloomberg adlı haber kuruluşunun yaptığı araştırmaya göre; Türkiye, kişi başına düşen polis sayısıyla dünya ikincisi!

Şimdi yaptıkları ve yapacakları; daha fazla polis, gaz bombası, daha çok gözaltı, yaralama ve ölümdür. Geçen bir yıl içinde ve direnişin birinci yılı eylemlerinde bunları bizzat gördük, yaşadık. Fakat kitlelerin Haziran’dan daha fazlasını yapabileceğini henüz görmediler. Ama hergün onun korkusuyla yaşıyorlar. Korksun ve beklesinler…

Hatırlanacaktır, Haziran ayaklanmasından ardından egemenleri bir “Eylül sendromu” almıştı. İstihbarat uzmanları, kalemşorları, okulların açılması ve maçların başlamasıyla birlikte yeni ayaklanmaların olacağını söyleyerek, devletin artan saldırılarını meşrulaştırıyordu. Kuşkusuz direnişin etkileri Eylül’de de sürdü. O güne dek bir “uyku tulumu” olarak ifade ettikleri stadyumlar, “her yer Taksim, her yer direniş” sloganıyla inledi. Gençliğe apolitikleştirmek için yaygınlaştırdıkları “taraftar grupları” -başta Çarşı olmak üzere- direnişin önemli bileşenleri oldular. O yüzden cezalandırıldılar, tutuklandılar. Fakat uluslararası maçlarda bile, ya bir pankart, ya bir sloganla direniş, spor salonlarına, stadyumlara taşındı. Bunun üzerine “e-bilet” uygulaması, ya da girişlerde “TC numarası” zorunluluğu getirildi. “1453” adını verdikleri gerici-faşist taraftar gruplarıyla kontra eylemler gerçekleştirdiler vb… Ama hiçbiri taraftarların direnişini kıramadı.

Üniversite açılışlarına da aynı korkunun verdiği saldırganlıkla yaklaştılar. Çünkü üniversiteler, Haziran direnişinin coşkusuyla kapanmış, mezuniyet törenleri protesto ve gösterilerle geçmişti. Böyle bir kapanışın açılışı da görkemli olacaktı! O yüzden Bakanlar eskisi gibi açılışlara gidemediler. Üniversilerde Özel Güvenlik Birimleri ÖGB’lerin yerini polislerin alacağını duyurdular. Ama öğrencilerin “Katil polisleri üniversitede istemiyoruz” tepkisiyle karşılaştılar ve geri adım atmak zorunda kaldılar. Ardından devrimci öğrencilerin üniversite açılışlarında kurdukları stantlara saldırdılar. Kızlı-erkekli yurtları kapattılar. Bununla da yetinmeyerek, kızlı-erkekli öğrenci evlerine baskın yaptılar. Halkı öğrencilere karşı kışkırtıp ihbarı teşvik ettiler. Fakat bu saldırıları da geri tepti. Her yerde “kızlı-erkekli” eylemler gerçekleşti. Keza ODTÜ arazisinden yol geçirme bahanesiyle ODTÜ ormanına saldırıları da büyük eylemlerle karşılaştı. YÖK’ün kuruluşu 6 Kasım’a bu saldırılar altında ve direnişle girdi. Haziran ayaklanmasının öne çıkardığı forumlar, üniversitelerde de kuruldu ve 6 Kasım’ın örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. Bu yılki 6 Kasım eylemleri, önceki yıllardan çok daha kitlesel ve yaygın yapıldı.

Sadece üniversite öğrencileri değil, liseliler de döneme farklı girdiler. Okullarının “İmam Hatip”lere çevrilmesine tepki gösteren öğrenciler ve aileleri birçok yerde eylem yaptı. AKP’nin “kızlı-erkekli” saldırısına liselilerden de tepkiler yükseldi. “Anadilde eğitim hakkı” başta Kürt illeri olmak üzere birçok yerde daha kitlesel eylemlerle ifade edildi. Ve Berkin Elvan’ın yaşam mücadelesi verdiği dönem boyunca liselilerin “Diren Berkin” eylemleri hep sürdü. 11 Mart’ta Berkin’in ölümü ise, liselileri ayağa kaldırdı. Uzun yıllardan sonra ilk kez liselerde boykotlar gerçekleşti.

Haziran direnişinin en önemli kitle kaynağı olan emekçi semtlere dönük saldırılar iyice pervasızlaştı. Bir yandan çeteler aracılığıyla semt gençliğini uyuşturucuya alıştırma ve mafya örgütlerine tetikçi yapma çabaları, diğer yandan “kentsel dönüşüm” adı altında süren rantsal yıkım planları, emekçi semtleri yıllardır tehdit ediyordu. Özellikle geçmişten beri devrimci faaliyetlerin sürdüğü Gülsuyu, Gazi gibi mahallelerde devlet destekli çeteler cirit atıyordu. Eylül ayında Gülsuyu’nda çeteler, devrimci kurumları basıp silahlı saldırılar gerçekleştirdiler. Devrimciler de bu saldırıları püskürtmek için kitlelerle birlikte protesto eylemleri yaptılar. Bu eylemler sırasında Hasan Ferit Gedik katledildi. Hasan’ın cenazesi Gülsuyu’ndan Gazi’ye büyük bir kitlesellikle kaldırıldı. Ve Hasan, Haziran’dan bu yana düşen şehitler kervanına katıldı.

Emekçi semtlerde çetelere ve kentsel yıkıma karşı mücadele büyüdü. Yıkım tehdidi altındaki semtler, şimdiden örgütlenmeye, tepkilerini ortaya koymaya başladılar. Mitingler yaptılar, yürüyüşler düzenlediler. O mitinglerde biber gazına maruz kalan Elif Çermik, aylardır verdiği yaşam savaşını geçtiğimiz günlerde kaybetti. Elif Çermik, biber gazından dolayı yaşamını yitiren onlarca kişiden biri oldu.

 

İşçi sınıfı ayağa kalktı

Egemenler işçi sınıfına saldırıda da hız kesmediler. Bir kez daha kıdem tazminatını kaldırmaya yeltendiler. Fakat işçilerden yükselen tepkiler, sendikaları da harekete geçmeye zorladı. Türk-İş bile, kıdemin gaspını “genel grev nedeni” sayacağını önceden belirtmişti. Yeniden gündeme gelince, işçi ve kamu emekçileri ve onların öncüleri, platformlar, birlikler kurarak, bir çok yerde “kıdem tazminatını gaspettirmeyeceğiz” eylemleri yaptılar. Bunlar arasında sendika genel merkezleri de vardı. Sendikalar bu yönde zorlandı.

Egemen sınıflar, Haziran direnişinin ardından bir de işçi sınıfının eylemleriyle sarsılmak istemedikleri için, çok arzu etmelerine rağmen bir kez daha kıdem tazminatının gaspı girişiminden vazgeçmek zorunda kaldılar. Kendileri açısından koşulların daha uygun olacağı dönemi beklemeye koyuldular.

Bu süre boyunca yine pek çok işyerinde işçiler başta sendikalaşmak olmak üzere çeşitli nedenlerle işten atıldı. Fakat bu kez eylemler, çok daha etkili ve militan bir tarzda oldu. Kazova’da kooperatifleşme ile yeni bir deneyim yaşandı. İlk AVM grevi olan Leroy Merlin’deki grev, kazanımla bitti. BEDAŞ işçileri aylarca direnerek yeniden işbaşı yaptılar. Grev ve direnişler, işgallerle boyutlandı. Kazova’dan sonra Feniş ve Greif işçileri fabrikayı işgal ettiler. Aylarca süren işgaller, militan gösterilerle zenginleşti. Karşı gazetesinin kapatılması, basın sektöründeki en etkili eylemin, ilk gazete işgalinin gerçekleşmesine de yol açtı. Patronların, işbirlikçi sendikaların ve polisin saldırılarına rağmen, bu işgaller büyük oranda başarıyla sonuçlandı.

İşçi kıyımına karşı mücadele, taşeron ve özelleştirmeye karşı mücadele ile birlikte yürüdü. Çünkü işçiler kendi deneyimlerinden taşeron ve özelleştirmenin, yeni işçi kıyımlarını getireceğini biliyor ve artık güvencesiz bir şekilde çalışmak istemiyor. Yatağan işçilerinin özelleştirmeye karşı yürüttükleri büyük mücadele, bunun bir sonucudur. AKP Hükümeti döneminde, özelleştirme rekor seviyelere ulaştı. Neredeyse özelleştirilmeyen yer kalmadı. Yatağan işçileri, son bir yıldır Ankara’ya yürüyüş de dahil olmak üzere birçok eylem gerçekleştirdiler. Coplandılar, önlerine barikatlar örüldü, yine de Ankara’ya gelmeyi başardılar. Ve halen eylemleri sürüyor.

Özelleştirme ve taşeronlaştırma, sadece güvencesizlik değil, aynı  zamanda ölüm demekti. Günde ortalama 5 işçi ölümüyle Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü olan Türkiye’de, özelleştirme ve taşeronlaştırmayla birlikte, bu cinayetler, katliama dönüştü. AKP’nin işbaşına geldiği son 12 yılda 13 binden fazla işçi bu cinayetlerde yaşamını kaybetti. En son Soma madeninde yaşanan katliam, bardağı taşıran damla oldu. Resmi rakamlara göre 301, gerçekte 700 civarında madencinin katledilmesi ve bunda patrondan müdürlere, devletin her kademesinden sendikaya kadar herkesin payı olması, madencinin yaşadığı kölelik düzeninin tüm çıplaklığı ile görülmesi, büyük bir öfke patlamasına neden oldu. Tıpkı Haziran’da olduğu gibi, ülkenin dört bir yanında milyonlarca kişi sokaklara çıktı, polisin tüm saldırılarına rağmen günler süren eylemler gerçekleştirildi. Bugüne dek hiç bir eyleme katılmamış Balıkesir’in ilçelerinde bile kitlesel ve militan eylemler yapıldı. Buralarda ilk kez polis şiddeti ve TOMA ile tanışıldı.

Katliamın yaşandığı Soma’ya akan onbinler, büyük bir dayanışma örneği sergilediler. Soma halkıyla birlikte eylemler yaptılar. Başbakan “hükümet istifa” sloganlarıyla, protesto gösterileriyle karşılandı. Soma maden işçileri, bu katliamda rolü olan Türkiye Maden İşletmeleri’ni ve Türk-İş’e bağlı Genel Maden İş’i bastılar ve yönetimi istifaya zorladılar. İşçiler, özelleştirilen madenlerin kamulaştırılmasını ve koşullar düzelmeden madene inmeyeceklerini haykırdılar.

Haziran’da işçi sınıfı, sınıf olarak direnişte yerini alamamış, öncü rolünü oynayamamıştı. O günlerde KONDA şirketinin yaptığı bir ankete göre, direnişe katılanların yüzde 52’si ücretli, yüzde 37’si öğrenci, yüzde 6’sı ise işsizdi. Elbette “ücretliler” içinde işçiler de vardı, keza “işsizler” kategorisi içinde yaralanlar arasında da. Fakat “ücretliler”, emekçi memurları, “beyaz yakalı” diye tabir edilen mesleklerde çalışanları, ücretli mühendisleri de kapsıyordu.

Hiç kuşkusuz işçi sınıfının, sınıf olarak direnişe katılamayışında en önemli faktör, büyük çoğunluğunun örgütsüz oluşu, varolan sendikaların ise büyük oranda işbirlikçi olmasıydı. Geçen bir yıl içinde işçi sınıfı, grev, direniş ve işgalleriyle öne çıktı. Buralarda varolan sendikaları aşan bir direniş sergiledi. Sendika ağalarını teşhir etti, Türk-İş bile Soma için “genel grev” kararı almak zorunda kaldı.

Bütün bunlar, önümüzdeki dönemde işçi sınıfının sendikaları daha fazla zorlayacağını ve aşacağını gösteren gelişmelerdir. Ve Haziran direnişinde yaşanan en önemli eksikliklerden birinin, işçi sınıfının örgütleri aracılığıyla sınıf olarak katılmasını giderecek olan, yeni bir döneme girildiğinin işaretleridir. Sınıfın katılımı ve öncülüğü, bir ayaklanmanın başarıyla sonuçlanmasında olmazsa olmaz unsurlardan biridir. Hatırlanacaktır, Mısır’da 40 yıllık diktatör Mübarek’e karşı başlayan halk isyanı, ancak işçi sınıfının katılımıyla, genel grevle hayatın durması sonucunda zafere ulaşmıştı. Dünya tarihinde buna benzer daha pek çok örnek bulunmaktadır.

Özcesi, Haziran’dan bu yana geçen bir yıl içinde egemenlerin baskı ve şiddeti daha da arttı. Aynı zamanda işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve zorbalık, pervasız bir hal aldı ve bunun sonuçları tüm çıplaklığı ile ortaya döküldü. Bu şiddet ve saldırganlık, sömürü ve zorbalık, büyük bir öfke patlamasını da beraberinde getirdi. Başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın çeşitli tabakaları, artan baskılara, sömürüye, yaşanan katliamlara karşı çok daha fazla ve kitlesel olarak sokaklara çıktı, taleplerini haykırdı. Bu, Haziran direnişinin mirasıydı. Çünkü Haziran’da kitleler, korku duvarlarını yıkmayı öğrendi ve kendine güvenini kazandı. Son bir yıl, bunun sonuçlarıyla doludur.

 

Yolsuzluk, rant ve talana

yükselen tepkiler

Haziran ayaklanmasından sonra, egemenlerin en başat sorunu, sokağa çıkan kitleyi, düzen-içine çekebilmekti. Bunun bir yanını, klikler arasında süregelen çatışmada, kitleleri taraflardan birine yedeklemek oluşturuyordu. Diğeri ise, sokağa çıkan halkı, yeniden evlerine döndürme, politikayla ilgisini “sandık”la sınırlama ve umutlarını sandığa gömme çabasıydı.

Önceki yıllarda AKP ile “ulusalcı” kesimler arasında varolan it dalaşı, Haziran ayaklanması sonrasında AKP-Cemaat çatışması şeklinde cerayan etmeye başladı. Bu durum, birçok pisliğin ortaya dökülmesine de vesile oldu. başbakan dahil, bazı bakanların yolsuzlukları, aldıkları rüşvetler, buralardan elde ettileri paralar, ses kayıtlarıyla ve görüntülerle ortaya çıktı. 17 Aralık operasyonu olarak başlayan bu süreçte AKP, eski düşmanlarını yanına alarak Cemaate karşı bir savaş açtı. Cemaat ise, CHP başta olmak üzere AKP’ye karşı olan kesimlerle ittifak yapma yoluna gitti.

Tıpkı AKP-“ulusalcılar” çatışmasında olduğu gibi, AKP-Cemaat çatışmasında da, AKP ile çatışan kesimler, düzen muhaliflerini arkalarına almaya çalıştılar. Ne var ki, cemaat bu konuda “ulusalcılar”dan daha şansızdı. CHP ile kurduğu ittifak bile uzun süreli olamadı. Hele ki sol, “sosyalist” kesimlerden hiç biri Cemaat’in AKP karşıtlığına prim vermedi. Tabi ki, AKP’nin pisliklerinin ortaya dökülmesi ile hükümete karşı eylemler yeniden güçlendi. Sokaklar bir kez daha “Hükümet istifa” sloganlarıyla yankılandı. AKP ve Erdoğan, önüne “katil” ve “hırsız” sıfatları eklenmeden anılmaz oldu.

Haziran ayaklanmasının nedenleri ve talepleri, ortaya dökülen yolsuzluk ve rüşvet belgeleriyle hem yeniden gündeme oturdu, hem de haklılığı bir kez daha kanıtlandı. Kitleler, “Bu pisliği halk (ya da devrim) temizler” sloganını yeniden atmaya başladı. Ne AKP ne de Cemaat, kitleyi kendi çıkarları doğrultusunda yedekleyebildi. Oysa daha önceki klik çatışmasında kendine sol, sosyalist diyen kesimlerden kimisi AKP’nin, kimisi ise “ulusalcılar”ın safında yer tutmuştu. Bu sefer bu tuzağa düşülmemesinin en önemli nedeni, Haziran ayaklanması ve onun yarattığı bilinç sıçramasıdır.

Elbette AKP-Cemaat çatışması ile, AKP-“ulusalcılar” çatışması bir ve aynı değildi. Ama özü bakımından arasında çok da fark yoktu. Sonuçta her iki de egemenlerin bir it dalaşıydı. Geçmişteki olanaklarını yitiren, devlet üzerindeki etkilerini kaybeden kesimlerin iktidarda söz sahibi olma çabasıydı.

AKP’nin işbaşına geldiği günden bu yana, egemen klikler arasında çatışma hiç bitmedi; kimi dönem en öne çıkan sorun oldu. Çünkü AKP, tam da 2001 sonrası yani ABD’nin “yeni emperyalist savaş”ı başlattığı bir dönemde ve bizzat ABD tarafından Ortadoğu’ya dönük planları doğrultusunda işbaşına getirilmişti.

Dünya ölçeğinde şiddetlenen emperyalistler arası kapışmanın işbirlikçilerine yansımaması düşünülemezdi. ABD-AB emperyalistleri ile Çin-Rus emperyalistlerinin bloklaşması ve çıkar kavgası, Türkiye’de ABD işbirlikçisi AKP ile “ulusalcılar” çatışması şeklinde tezahür etti. 2007 yılında en üst seviyeye ulaşan bu çatışmada, darbe dahil her yöntem devreye sokuldu. Fakat buradan AKP galip çıktı.

Bu süre boyunca da en büyük destekçisi Gülen Cemaatiydi. Başta polis teşkilatı olmak üzere devletin belli başlı makamlarında örgütlenmiş olan Cemaat, bu çatışmada, adeta “koçbaşı” rolünü oynadı. Polis ve mahkemeler eliyle “ulusalcılara” büyük darbeler indirdi.

2007’den sonra daha da güçlenen AKP, Cemaat’in alanlarına da el atmaya başladı. Dananın kuyruğu, geçtiğimiz yıl dersanelerin kapatılması girişimiyle koptu. Dolayısıyla işin önemli bir yanını rant kavgası, yani ekonomik çıkarlar oluşturuyordu. Fakat bir de uluslararası boyutu vardı.

ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda işbaşına getirilen AKP, bu dönem boyunca ABD’nin irtifa kaybetmesini de fırsat bilerek, yer yer onun dışında adımlar atmaya başlamıştı. Suriye’de radikal islamcı gruplarla ilişkileri, Mısır’da “Müslüman Kardeşler”le ve onların desteklediği Mursi hükümetiyle kurduğu bağlar, ABD’yi rahatsız etmeye başladı. Diğer yandan ABD’nin 2000’li yıllar için öngördüğü ve AKP’de somutladığı “ılımlı islam” modeli artık çökmüştü. Üstelik AKP, artık içeride de gücünü yitirmeye başlıyordu. Haziran ayaklanması, AKP’nin kitleler nezdinde iyice yıprandığının en açık göstergesiydi. Kitle desteğini yitirmiş bir hükümeti, emperyalistlerin tutması kolay değildi.

Bütün bu faktörlerin üst üste gelmesiyle ABD, Gülen Cemaati’ne operasyon vizesini verdi. Bu sayede AKP’yi kendine daha muhtaç hale getirecek ve isteklerini daha rahat yaptırabilecekti. Yer yer Erdoğan’ın Rusya ve Çin’in etkisi altındaki “Şangay İşbirliği Örgütü”ne girme yönündeki isteklerine de ciddi bir uyarı olacaktı. Kısacası AKP, ABD’nin güç kaybını, ona rakip emperyalistlerle flört etmek ve kendi pazarlık gücünü arttırmak için kullanmaya başlayınca, ABD de benzer bir şekilde yanıt vermiş oldu. Bu tehditi gören AKP, ABD ile ilişkilerini düzeltme çabasına girdi ve seçim öncesi bu yönde adımlar attı.

 

Sokağı sandıkta boğma çabası

Egemenlerin, kitleleri düzen-içine çekme yöntemlerinden en etkilisi, kuşkusuz seçimlerdir. Haziran ayaklanmasından sonra, bir yandan polis şiddetini arttırırken, bir yandan da sandığı göstererek kitleleri sokaktan vazgeçirmeye uğraştılar. Mart ayında yerel seçimlerin yapılacak olması, adeta bir can simidi gibi imdatlarına yetişti. Zaten öyle olmasaydı da, bir “erken seçim”e başvurabilirlerdi.

Haziran günlerinde Erdoğan, “seçimle geldim, seçimle giderim” diyordu; demokrasiden sadece sandığı anlıyor ve sözde meşruiyetini bu şekilde savunuyordu. Oysa gerçekte sandıkla gelmediğini ve sandıkla da gitmeyeceğini en iyi bilen kendisiydi. Başbakan olarak geçen 12 yıl içinde diğer alanlarda olduğu gibi seçimlerde de hile ve entrikada “usta”laşmıştı. Bu ustalığına güvenerek tüm muhaliflerini sandığa çağırıyor ve hepsine meydan okuyordu.

Başta CHP olmak üzere düzen-içi muhalif tüm partiler de, AKP’nin kitlelerin ayaklanmasıyla değil de, seçimle gitmesi için ellerinden geleni yaptılar. AKP’nin bir dizi seçim hilesi yaptığını ve bu şekilde sandıktan yeniden çıkacağını bildikleri halde, bunu sokak eylemleriyle, kitle gücüyle gitmesine yeğlediler. Çünkü kitle hareketinden, AKP’den daha fazla korkuyorlardı. Sonuçta AKP bir düzen partisiydi, miadını doldurunca illa ki gidecekti. Ama kitle hareketi bir sel gibi büyüyüp önüne geleni yıkıp geçtiğinde, ne CHP ne de diğerleri karşısında durabilirdi. Devrim korkusu, hepsinin ortak korkusuydu ve devrim tehdidi karşısında en büyük rakipleriyle bile uzlaşmaktan geri durmazlardı. Devrimin kendisi değil, olasılığı bile, sosyal-demokratların, reformistlerin eteklerini tutuşturmaya yetti. Öyle ki, kendi oylarına bile sahip çıkmadılar! Kendilerine oy veren kitleyi, bir kez daha yüzüstü bıraktılar.

Oysa kitlelerde “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” duygusu o kadar güçlüydü ki, bu duygu ile sandıklara gittiler. Ve yüzde 90’lara varan bir katılım oranı ile, son yılların en yüksek katılımını sağladılar. Bugüne kadar sandığa hiç gitmemiş ya da CHP’ye hiç oy vermemiş olanlar bile, AKP’nin en güçlü alternatifi gördükleri için CHP’ye oy verdiler. Bütün bunlara rağmen öylesine büyük bir seçim hilesi sözkonusuydu ki, AKP yine sandıktan yüzde 43 oyla birinci çıktı. Ve o kadar pervasızlardı ki, 40 ilde birden elektrik kesintilerini “trafoya kedi girdi” diye açıklayabildiler. Dünyaya bile mizah konusu oldular. Ama buna rağmen başta CHP olmak üzere düzen-içi muhalefet, AKP’nin oylarının yüzde 43 olduğunu kabullendi, kitlelerin de bu bariz hilelerle elde edilen sonuçları benimsemesini, ona uygun davranmasını istedi.

Birçok yerde göz göre göre yapılan hilelere halk tepki gösterdi. Antakya’da olduğu gibi kimi yerlerde zamanında koyulan tepkiler işe yaradı ve AKP daha ileri gidemedi. Ankara’da ise başta üniversite gençliği olmak üzere kitleler, Yüksek Seçim Kurulu YSK’nın önüne yığıldılar. CHP Merkezi’ne gelip bizzat çalıştılar. AKP’nin bir yandan hile, bir yandan baskınlarla oyları çaldığı çok açık olduğu halde, CHP üzerine gitmedi. Kitlelerin zoruyla yaptığı itirazla yetindi. Ve YSK önünde toplanan kitlelere “evlerinize dönün” çağrısı yaptı. Bu çağrı ile esasında havlu attığını ilan etmiş oluyordu. Ankara halkının AKP’nin yanısıra 20 yıldır başkanlığı sürdüren Melih Gökçek’e karşı büyük bir öfkesi olduğu halde, bir kez daha Gökçek’in her tür zorbalıkla başkan kalmasına göz yummuş oldu.

Öyle bir seçim yaşandı ki, AKP’ye karşı oy verenlerin işi sandığa gitmekle, oyunu kullanmakla bitmiyordu. Sonrasında da her aşamasını kollaması gerekiyordu. O da yetmiyor, oy verdiği partiyi harekete geçirmesi lazımdı. Önemli bir kesim bunları da yaptı. Ama yine de CHP başta olmak üzere oy verdikleri partiyi, bu hileli seçimlere karşı harekete geçirmeyi başaramadılar. Galibi baştan belli olan bu oyunu bozamadılar. Çünkü seçim hileleri, daha seçim listeleri hazırlandığı dönemde yapılmıştı. Bunu kimi CHP adayları ortaya koydu da. Fakat CHP “ya bunu düzeltirsiniz ya da biz seçimlere girmeyiz” demedi. Çünkü CHP bir düzen partisiydi. Düzenin bekası, seçimleri kazanmasından daha önemliydi. Kendisine verilen misyon neyse ona göre davranır, kitleleri yatıştırmak için elinden ne geliyorsa yapardı.

Bu seçimlerden çıkan en büyük kazanım, özelde CHP-Cemaat ittifakının çökmesi, genelde -ve daha önemlisi- kitlelerin sandığa olan güvenini kaybetmesidir. Düzen partilerinin seçim hilelerinin üzerine gitmemesinin en önemli nedeni de, kitlelerde sandığa olan güveni hala canlı tutma çabasıdır. Fakat halk, seçimlere güvenden değil, çaresizlikten oy kullanmaktadır. Haziran direnişi ile kendi gücünü görmenin verdiği bir güven ve moral üstünlük kazanmış, fakat örgütsüzlüğün acı sonuçlarını her aşamada çekmiştir.

Seçimlerden sonra en başta küçük-burjuva kesimler, liberal aydınlar, halkın AKP’yi sokakta da sandıkta da yenemediğini iddia ederek, kitlelerin kendine güven duygusunu sarsmaya, moral bozukluğu yaratmaya çalıştılar. Oysa AKP hükümeti, Haziran’la birlikte büyük bir güç ve prestij kaybına uğradı. Yolsuzluk dosyalarının ortaya saçılması da, Haziran’ın AKP’ye vurduğu ölümcül darbe üzerinden gerçekleşti. Seçimlerde onca hileye rağmen eski oy oranını tutturamadı.

Küçük-burjuvazinin sınıfsal karakteri, yalpalamaktır. Güce tapar ve onun karşısında diz çöker. Rüzgar kimden esiyorsa, o yönde eğilir. Haziran’da kitlelerin devasa gücünü görür ve çatışma sonrası alanlar zaptedilince, onların yanına koşar. Fakat ilk zorlukta safları terkeder. Egemenlerin şiddeti artınca, korkar ve siner. Kendi durumunu meşrulaştırmak için de onların çok güçlü ve yıkılmaz olduğunu savunur.

Biz bunları en çıplak haliyle 12 Eylül döneminde gördük! 12 Eylül’ün bugün halen sürmesinde, bu kesimlerin faşist cunta karşısında teslim olmalarının, “dövüşsüz yenilgi”yi kabul etmelerinin payı büyüktür. Ama Haziran direnişi, halka güvensiz bu kesimleri silkeledi. “Bu halk adam olmaz” teranesini yerle bir etti. Seçim sonrası yaydıkları karamsar havayı da, 1 Mayıs’ta, Soma’da hızla dağıttı.

Kısacası Haziran ayaklanması sonrasındaki ilk seçimler olan 30 Mart yerel seçimleri, bırakalım bir sistemi, hükümet değişikliğinin dahi gerçekte sandıkta değil, sokakta gerçekleşeceğini ortaya koydu. Tüm düzen partilerinin el birliği ile bunun tersini ıspatlama çabaları fiyaskoyla sonuçlandı. Haziran ayaklanması, hükümeti çok ciddi biçimde sarstı fakat deviremedi. Fakat Haziran sürüyor. Yolsuzlukla mücadelede, Haziran şehitlerini cenazelerinde, mahkemelerinde, 1 Mayıs’ta, Soma’da kendini yeniden gösteriyor. Ve hükümeti sarsmaya devam ediyor.

Haziran’ın somut hedefi, AKP hükümetinin istifasıydı. Fakat talepleri bununla sınırlı değildi. Daha da önemlisi hükümet değişikliği, yaşanan sorunları çözmeyecekti. Fakat kitlelerin bunu kendi deneyimleriyle öğrenmesi gerekiyordu. Bir çevre sorunun bile, hükümet değişikliği ile değil, bir sistem olarak kapitalizmi ortadan kaldırmayı gerektirdiğini yaşayarak anlayacaklardı. Haziran ayaklanması döneminde de belirttiğimiz gibi, kitlelerin “hükümet istifa” talebini sahiplenmek ve bunun gerçekleşmesi için mücadele etmek, doğru bir yaklaşımdı. Marksizm-Leninizmin, “demokrasi mücadelesi”ne bakışı ve “reform-devrim” ilişkisini ele alışı, bunu gerektiriyordu.

 

Haziran kendini aşarak ilerleyecek

Haziran direnişinin talepleri, karşılanmamış görülebilir. Bu yanıltıcıdır. Zaten böylesi büyük direnişlerin önemi de, somut kazanımlar elde edip etmemesine sıkıştırılamaz. Kaldı ki Gezi Parkı’na AVM ve Topçu Kışlası yapma planını çöpe atmak zorunda kalmışlardır. Ama asıl kazanım, kitlelerin bilincinde yarattığı sıçramadır. Sistemin empoze ettiği şeyleri yıkarak, yeniden paylaşım, dayanışma, kolektivizm duygusunu yaşatması, kendine ve kendi gibi olanlara güveni sağlamasıdır. Haziran’dan bu yana geçen bir yıl içinde bunun sonuçlarını yaşadık, yaşıyoruz.

Bu bir yıl içinde önemli sınav günlerinden biri de 1 Mayıs’tı. Haziran ayaklanmasında, 2013 1 Mayısı’nın direngenliği önemli bir rol oynamıştı çünkü. Büyük mücadeleler sonucu kazanılan Taksim’in 2013’te yeniden kapatılmasına duyulan öfkeyle sokaklara çıkan kitleler, polisin üzerine üzerine yürümüş, bir çok yerde onları püskürtmüştü. Haziran ayaklanmasını provasının 1 Mayıs’ta yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Kitleler, korku duvarını yıkmış ve artık polisten kaçmayıp üzerine gitmeye başlamıştı. Bu durum, kitlelerin ruh halinde önemli bir değişiklik olduğunu ve bundan sonraki eylemlerin farklı geçeceğini müjdeliyordu. 1 Mayıs’tan 31 Mayıs’a kadar geçen bir ay boyunca, kitle eylemlerine kapatılan Taksim defalarca zorlandı. Ve 31 Mayıs günü dört bir yandan akan kitle seliyle kuşatılarak zaptedildi. Arkasına bakmadan kaçan, bu kez polisti.

O açıdan 2014 1 Mayısı’nın nasıl geçeceği, daha bir önem kazanmıştı. Devlet, Haziran’ın yıldönümü kutlamalarının önünü 1 Mayıs’tan kesme planıyla tüm gücüyle yüklendi. Fakat yine onbinlerce kişinin sokaklara çıkmasını, Taksim etrafında gün boyu çatışmasını önleyemedi. 2014 1 Mayıs’ı bir kez daha yasaklara ve polisin azgın saldırısına rağmen, yüzbinlerce kişiyle kutlandı. Tıpkı 31 Mayıs’ta direnişin yıldönümünde tüm tedbirlerine rağmen kitlelerin sokağa çıkmasını durduramadığı gibi…

Devlet, Haziran’dan bu yana yeni ayaklanmalar korkusuyla yaşıyor. O yüzden sürekli yasaklar çıkarıyor, yeni yasalarla güvenlik önlemlerini arttırdıkça arttırıyor. MİT yasası ile istihbarat örgütünü dokunulmazlık zırhıyla kaplaması veya internete engelleme, twitter yasakları vb…

Marks, “Fransa’da sınıf savaşları” adlı eserinde; “devrim, kuvvetli ve birleşik bir karşı-devrimi yaratarak ilerler” der. “Yani devrim, düşmanı gitgide daha aşırı savunma tedbirlerine başvurmaya zorlar ve böylece daha güçlü saldırı vasıtaları bulur” diye devam eder. Haziran sonrası Türk egemenlerinin yaptığı da budur.

Fakat binlerce yıllık insanlık tarihi göstermiştir ki, egemenler zulümlerini ne kadar arttırırlarsa arttırsınlar, yıkılmaktan kurtulamazlar. Ezilen, sömürülen kesimler, bir gün mutlaka kendi örgütlülüklerini yaratarak, imparatorlukları devirmiş, diktatörleri yıkmış, bu sistemleri tarihin çöplüğüne atmışlardır.

Haziran ayaklanmasının en büyük eksikliği, örgütsüzlüğüydü. Ne yazık ki geçen bir yıl içinde bu eksiklik giderilebilmiş değil. Fakat bunun farkına varması ve o yönde adımlar atması, çok sürmeyecektir.

Direniş esnasında ortaya çıkan forumlar bunun ilk nüveleriydi. Nasıl ki, Paris’te Komün, Rusya’da Sovyetler, savaşın içinde çıkan örgüt biçimleri olduysa, Türkiye işçi ve emekçileri de mücadeleyi yükselttikçe bu örgütleri yaratacaklardır. Somalı madencilerin, işbirlikçi sendikayı basmaları ve istifaya zorlamaları, bunun güzel bir örneğidir.

Direniş, safları sıklaştırdığı gibi, ayrıştırır da. Her tür uzlaşmacılığı, düzen-içi çözümü bir kenara fırlatılarak, daha radikal taleplerle militan bir mücadele hattını dayatır. Reformizmin soluğu buna yetmez, çeşitli çelmelerle durdurma girişimleri de bir noktadan sonra sökmez; devrimci bir önderlik ve devrimci bir mücadele çizgisi gerektirir. O günlere doğru ilerliyoruz.

Rosa Lüksemburg, “Rus Devrimi Üzerine” adlı makalesinde şöyle diyor: “Hiçbir devrimde ‘altın orta yol’ ayakta tutunamaz. Devrimin doğa kanunu hızlı karar verilmesini gerektirir: Lokomotif ya tüm gücüyle tarihsel yükselişin en üst noktasına getirilecektir; ya da kendi ağırlığı ile başladığı noktaya geri kayacak ve zayıf güçlerle onu durdurmaya çalışanları uçuruma atacaktır.”

Son sözü Lenin’e bırakalım. Bolşeviklere düşen görevleri hatırlayalım ve gereğini yerine getirelim!

“Bu durum uzun sürecek mi ve daha ne kadar şiddetlenecek? Bir devrime yol açabilecek mi? Bunu bilmiyoruz, kimse de bilemez. Bunu sadece deneyim, yani devrimci ruh halleri ve en devrimci sınıf olan proletaryanın devrimci eylemlere geçmesi gösterecek… Hiçbir sosyalist, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, (bundan sonrakilerin değil de) ille de bu savaşın, (yarın yaşanacak bir devrimci durumun değil de) ille de bugünkü devrimci durumun, devrime yol açacağının garantisini vermemiştir. Burada sözkonusu olan, tüm sosyalistlerin en tartışılmaz ve en temel görevidir: Kitlelere devrimci durumun varlığını anlatma, genişliğini ve derinliğini açıklama, devrimci eylemlere geçme ve bu yönde faaliyetler yütümek için devrimci duruma uygun örgütler yaratmada ona yardımcı olma görevi…” (Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kausky sf. 161)

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …