Cumhurbaşkanı seçimlerine yaklaşık bir ay kadar bir zaman kaldı. Adaylar belli oldu, nasıl bir cumhurbaşkanı olacaklarına dair “vizyonlarını” sundular… Ayrışma; cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini daha da geliştirme ile varolan durumu sürdürme arasındaymış gibi gösterildi. Ya da “parlamenter sistem”le “başkanlık sistemi”ni isteyenlerin kapışması gibi…
Elbette işin böyle bir yönü var. Fakat aslolan, “sistem” arayışlarının altında yatan nedenler… Cumhurbaşkanının halk tarafından seçiliyor olması, işin sadece biçimsel yanı. Daha çok da demogojisi… Amaç; kitlelerin devlet yönetimini belirliyormuş gibi bir yanılsama ile düzen-içine çekilmesi…
Rejim krizi
Bir kez daha cumhurbaşkanlığı seçimi, “sistem” tartışmaları ile atbaşı gidiyor.
Esasında TC’nin kuruluşundan bu yana cumhurbaşkanlığı seçimi, hep bir krize neden olmuştur. Başka bir ifade ile, rejim krizi kendini en somut olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya koymuştur.
‘80 öncesi bunun en bariz yaşandığı dönemdir. Mecliste defalarca seçim turu yapılmasına rağmen bir cumhurbaşkanı seçilememiştir mesela. Hatta bu durum, 12 Eylül şeflerinin darbeyi meşrulaştırmak için kullandığı malzemelerden olmuştur.
Kuşkusuz “yönetememe krizi”nin başlıca göstergelerinden biridir cumhurbaşkanını seçememek… Ama aslolan o dönem yükselen halk hareketidir ve egemenleri son çare olarak “askeri darbe”ye götüren de budur.
Egemen sınıflar, ’80 öncesi “yönetememe krizini” 12 Eylül askeri faşist cuntası ile çözdü. ’82 Anayasası ile hem cumhurbaşkanının yetkilerini genişlettiler, hem de Kenan Evren’i 7 yıllığına cumhurbaşkanı seçtiler. Fakat bu, rejime kısa süreli nefes aldırmanın ötesine geçemedi. Evren’den sonraki tüm cumhurbaşkanları; Özal’dan Demirel’e, A. Necdet Sezer’den Abdullah Gül’e kadar hepsi büyük bir çekişme içinde belirlendi.
En son 2007’de Gül’ün cumhurbaşkanlığı dönemi hatırlardadır. Görünürde “laik-ulusalcı” kesimle, “dinci-gerici” kesimlerin (gerçekte farklı emperyalist bloklar ve işbirlikçilerinin) arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmıştı. Askeri darbe girişimlerinden, hukuk savaşlarına kadar her yolu denediler. Ve Gül’ün seçilip seçilemeyeceği son ana kadar belirsizliğini korudu. Esasında Erdoğan’ın daha o zamandan aday olmak istediği, fakat olası gelişmelerden çekinerek Gül’ü aday göstermek zorunda kaldığı sonrasında ortaya çıktı.
Şimdi rejim, bir kez daha cumhurbaşkanı seçimi ile karşı karşıya. Ve yine yaşadıkları “yönetememe krizi”ne çare arıyorlar. Aradan geçen sürede, klik çekişmelerine eklenen unsurlar bir yana, aslolarak kitlelerin artan eylemlerinden korkuyorlar.
Geçtiğimiz yıl Türkiye tarihinin en büyük, en kitlesel Haziran ayaklanması yaşandı. O günden bu yana kitlelerin hak arama bilinci ve eylemlerinde gözle görülür bir artış oldu. Son aylarda işçi direnişleri de artmaya ve giderek daha militan biçimler almaya başladı. İşçi ve emekçiler, “eskisi gibi yönetilmek istemediklerini” sıkça hatırlatıyorlar. Bu durum egemenlerin “yönetme krizi”ni derinleştiren en önemli faktördür.
Diğer yandan kendi aralarındaki klik çekişmeleri de bitmiş değildir. Hatta buna AKP-Cemaat çekişmesi de eklendi. Her ne kadar AKP, “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” pragmatizmi ile “Ergenekon”dan tutuklananları tahliye ederek, diğer çatlakları onarmaya çalışsa da, ortadan kalkmış değildir. Zaten Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından “yeniden paylaşımı”nın olanca şiddeti ile sürdüğü bir ortamda, klik çekişmelerinin yumuşaması da düşünülemez. Aksine bu kapışma daha sert biçimlerle sürüyor, sürecektir de. Cumhurbaşkanı seçimleri, işte bu kapışmanın en somut biçimde yaşandığı anlardan biridir.
Bütün bu faktörlere, bir de kapıda bekleyen ekonomik krizin şiddetleneceği emareleri ekleniyor.
Özcesi, hemen yanıbaşımızda süren savaş, önümüzdeki günlerde şiddetlenecek ekonomik kriz, klikler arasında keskinleşen çelişkiler, hepsinin üstünde kitlelerin artan eylemleri, egemenlerin “yönetememe krizi”ni derinleştirmekte, bu da cumhurbaşkanlığı seçimleri ile birlikte yeniden “rejim-sistem” tartışmalarını getirmektedir.
Bugün tek fark, cumhurbaşkanının seçimle belirlenecek olmasıdır. Yani AKP’nin en iyi bildiği şeyin, “sandık demokrasisi”nin devreye girmesidir. Ama bu biçimsel fark, kendi içinde açmazları da beraberinde taşımaktadır.
12 Eylül’ün cumhurbaşkanı yasası korunuyor
AKP hükümetleri dönemi, belki de sandığa en fazla gidilen dönem oldu. Neredeyse her yıl kitleler sandığa çağrılıyor. Ve bu, “ileri demokrasi”nin bir kanıtı olarak sunuluyor. AKP, hem kendine rakip klikleri etkisizleştirmek, hem de kitleleri düzen-içine çekmek, kendi politikalarına yedeklemek için, “sandık demokrasisi”ni başarıyla hayata geçirdi. Seçim hilelerinde de ustalaşarak, son 12 yıldır bütün seçimlerden galip çıkmasını bildi.
Cumhurbaşkanının seçimle işbaşına gelmesi atraksiyonu da, AKP’nin bu savaş yöntemini iyi bir şekilde kullanmasındandır. Geçen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “meclis aritmetiği” ve hukuk savaşlarıyla yaşadıkları sorunları bir daha yaşamamak içindir. Bir diğer yönü ise, “başkanlık” ya da “yarı-başkanlık” sistemine geçişin zeminini oluşturmaktır.
Yukarıda özetlediğimiz gibi, egemen kesimlerin sistem arayışları yeni değildir. Demirel’den bu yana tartışılan, fakat sonuçlanmayan bir konudur “başkanlık sistemi.” Ama Türkiye gibi farklı emperyalistlerin etkisi ve klik çekişmelerinin keskin olduğu bir ülkede, buna geçmek kolay da değildir. Çünkü “başkanlık sistemi”nde bir emperyalist gücün ve kliğin kesin bir üstünlüğü sağlaması gerekmektedir. “Parlamenter sistem”de ise, güçler dağılabilmekte, bazı kurumlar üzerinde etkinliklerini sürdürebilmekte, birbirini dengeleyebilmektedirler.
İçinde bulunduğumuz iç ve dış koşullar düşünüldüğünde, “başkanlık sistemi”ne geçişin zemini olmadığı anlaşılır. Zaten AKP cephesinden de sistem değişikliği, söylemden öteye gidememiştir. Bu açıdan cumhurbaşkanının halk tarafından seçiliyor olması, ne “deve” ne “kuş” misali, ne idüğü belirsiz bir durum ortaya çıkarmıştır.
Sözde demokrasinin bir göstergesi olarak “cumhur”un başını halk seçecektir! Ama halkın cumhurbaşkanı adayı önerme hakkı bile yoktur. Adaylar, en az 20 milletvekilinin imzasıyla önerilebilmektedir. Yani yine parlamento devrededir. Parlamentoda 20 milletvekiline sahip değilseniz, ya da onları bir biçimde satın almayı başaramazsanız, aday bile olamazsınız!
Sadece adaylık yönüyle değil, cumhurbaşkanı kurumunun niteliği ve görevleri yönüyle de değişen bir şey yoktur. 12 Eylül cuntasının yasaları, aynen geçerlidir. Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı dönemindeki olağanüstü yetkiler devam etmektedir. Meclis seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, Anayasa değişikliklerine ilişkin yasaları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak, TSK’nın Başkomutanlığını temsil etmek ve TSK’nin kullanılmasına karar vermek, Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ilan etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak vb… Ayrıca YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi devletin en temel kurumlarının üyelerinin ya tamamını ya da bir kısmını seçmek gibi çok geniş yetkileri bulunmaktadır.
Bu açılardan ’80 öncesinin “sembolik” cumhurbaşkanından farklıdır. Esasında “parlamenter sistem”le de uyuşmayan bir yetki alanına sahiptir. Bu da 12 Eylül’ün miraslarından biridir. Ve sözde 12 Eylül’ü yargılayan bir hükümet tarafından aynen korunmakta, hatta daha fazla yetki istenmektedir. Bugüne kadar 12 Eylül’den bu yana kurulan onlarca hükümet de -pek çok alanda olduğu gibi- cumhurbaşkanlığı yetkileri konusunda da 12 Eylül’ü devam ettirmişlerdir.
Bu durum, egemenlerin manevra alanlarının ne kadar sınırlı olduğunu, aradan geçen 34 yıla rağmen 12 Eylül’ün yasaları ile yönetmeyi sürdürdüklerini göstermektedir.
“Halkın Cumhurbaşkanı” demagojisi
Hal böyleyken, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması, “halkın cumhurbaşkanı” demagojini güçlendiriyor. Bu demagoji ile kitleler sandığa çağrılıyor. Demokrasinin yegane biçimi olarak sandık bir kez daha kutsanıyor ve bu seçimlerde oy kullanmak “demokrat” olmanın kıstası haline getiriliyor.
Üstelik bunu sadece AKP de yapmıyor. Seçimlere girecek üç aday da bu demagojiyi kullanıyor. Hiç süphesiz en etkili olanı, HDP’nin tutumudur. HDP, Selahattin Demirtaş’ı cumhurbaşkanı adayı göstererek, “halkın cumhurbaşkanı” aldatmacasına kan taşımıştır.
Oysa CHP, MHP ile birlikte “çatı adayı” olarak Ekmelettin İhsanoğlu’nu gösterince, CHP içinde de büyük bir tepki ortaya çıkmış ve sandığa gitmeme eğilimi artmıştı. CHP’nin hiçbir yetkili organına danışılmadan aday gösterilen İhsanoğlu’na CHP tabanının yüzde 65’i karşı çıkmıştı.
Geçmişte MHP lideri Türkeş’in Ortadoğu danışmanlığını yapmış, İslam Ülkeleri Örgütü’nün başkanlığını üstlenmiş gerici bir adaya ilk başta Alevi kurumlar tepki gösterdi. İhsanoğlu’nun “ABD-Suud adayı” olduğunu söyleyen “ulusalcı” kesim de CHP’yi ve İhsanoğlu’nu yaylım ateşine tuttu. Zaten CHP içinde 21 milletvekili İhsanoğlu’nun adaylığına imza vermedi. Bu milletvekillerinin farklı bir aday gösterme girişimleri ise CHP yönetimince engellendi. Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı gündeme geldiyse de, gerekli olan 20 milletvekilinin imzası toplanamadı.
Kısacası, Erdoğan-İhsanoğlu gibi iki gerici-faşist arasında seçime zorlanan kitleler, buna büyük bir tepki içindeydiler. Fakat HDP, bir kez daha “üçüncü yol” olarak ortaya çıktı. CHP’ye tepkili Aleviler başta olmak üzere devrimci-demokrat kesimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine çekmede, en önemli unsur oldu. Kitlelerin uzaklaştığı ve meşruiyeti tartışılan bir seçime, hem meşruiyet kazandırmaya çalışan, hem de “halkın cumhurbaşkanı” demagojisine ortak olan bir rol üstlendi.
Haziran direnişiyle birlikte hak aramanın mücadeleden, sokaktan geçtiğini öğrenen kitleleri, yeniden düzen-içine çekmenin, çareyi sandıkta aratmanın gayretleridir bunlar. Yerel seçimlerde “AKP gitsin de, kim gelirse gelsin” diyerek Mustafa Sarıgül, Mansur Yavaş gibi isimleri aday gösterenler, şimdi de Erdoğan’a duyulan tepkiyi kullanarak İhsanoğlu’nu öne çıkardılar. “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme”yi bir yöntem haline getirdiler. Ve adım adım yükselen tepkileri eritmeyi başardılar.
CHP içinde-dışında İhsanoğlu’na tepki gösteren ve seçimleri boykot edeceklerini söyleyen “ulusalcılar” da, Erdoğan’ın seçilme ihtimaline karşı “ehven-i şer” olarak İhsanoğlu’na yöneldi. Devletin en has savunucuları olarak, kitlelerin sandıktan uzaklaşmasına vesile olmak istemediler.
Alevilerden ve devrimci-demokrat kesimlerden yükselen tepkileri ise, Demirtaş ile erittiler. HDP’den başka bir adayın değil de (kadın aday olacağı söyleniyordu mesela) Demirtaş’ın çıkarılması, kitlelerde Demirtaş’a duyulan sempatinin kullanılarak, daha geniş kesimleri sandığa çekebilmenin hamlesiydi. Nitekim sadece HDP değil, HDK ve onun dışında yeralan birçok devrimci-demokrat kurum, Demirtaş’ı destekleyeceklerini duyurdu.
Böylece adaylara duyulan tepkiler nötralize edildi ve cumhurbaşkanlığa seçimlerine kitlelerin olabildiğince yüksek katılımı sağlanmaya çalışıldı, çalışılıyor… Şu sıralar en yoğun propaganda kitleleri sandığa çekmek için yapılıyor. Sessiz-sakin hatta sinik bir yapıya sahip Kılıçdaroğlu bile, elini masaya vurarak “herkes gelip oyunu kullanacak” diye bağırıyor. Yazlıkçılar uyarılıyor, yurtdışındaki seçmenlerden oy isteniyor vb…
Doğru devrimci tutum BOYKOT
Ülkemizde reformizmin güçlenmesiyle birlikte, başta parlamenterizm olmak üzere düzen-içi çözümler daha fazla tutmaya başladı. Geçmişte devrimci tarzda kopulan hastalıklar, yeniden ve daha güçlü bir şekilde hortladı.
Her ne olursa olsun seçimlere katılmak bunların başında geliyor. Oysa devrimciler genel ve yerel seçimlere bile, içinde bulunan nesnel ve öznel durumu değerlendirerek katılırlar. Dolayısıyla her seçimde izleyecekleri taktikleri de değişir.
Kaldı ki, buralarda sözkonusu olan, parlamento ve yerel seçimlerdir. Yani cumhurbaşkanlığı gibi devletin başına birini seçmek değildir.
Komünistlerin parlamento seçimlerine katılma nedenleri, kitelelere oranın “burjuvazinin ahırı” olduğunu, asıl kararların farklı yerlerde alındığını göstermek, teşhir etmek ve bir “kürsü” olarak kullanmaktır. Yerel seçimler ise, muhtarlıktan belediyelere kadar, kitlelere daha yakın olan bu “mevzi”leri değerlendirmektir. Ama her ikisinde de gerçek kurtuluşun devrim ve sosyalizmde olduğunu geniş kitlelere propaganda ederler. Düzen içinde elde edilen hiçbir kazanımın kalıcı olmayacağını, burjuvazi alaşağı etmeden sömürü ve soygun düzenine son verilmeyeceğini anlatarak, bu gerçeğin kitlelerin kendi deneyimleriyle bilince çıkarılmasına çalışırlar.
Peki bugün yapılan nedir? Cumhurbaşkanı seçimlerine neden katılmaktadırlar? Sistemin en tepe noktasına “demokrat” birini seçerek, sistemin demokratikleşmesi mümkün müdür? Demirtaş ya da bir başkası (en keskin devrimci bile olsa) devletin başına geçtiği zaman, “halkın iktidarı” mı kurulacaktır?
Bu, aday olan kişilerin niteliklerinden bağımsız olarak ele alınması gereken ilkesel bir sorundur. Komünist ve devrimcilerin, sistemin tepe noktasına oturacak bir kişiyi belirlemek için yapılan seçimlere katılması düşünülemez. Parlamento veya yerel seçimlerde olduğu gibi bir “kürsü” olarak kullanma, kitlelerin yaşamlarına girme ve kolaylaştırma gibi yararlanabilecek bir yönü de yoktur çünkü. Aksine bir kişiyi devletin başına getirerek düzenin değişebileceği yanılsamasına güç vermek, kitleleri düzen-içi arayışlara yöneltmek ve onları aldatmaktır.
Zaten HDP ve Demirtaş da hedeflerinin devleti yıkmak değil, “ele geçirmek” olduğunu ifade ediyorlar. Demirtaş, bu seçimlerde kişi olarak kendisinin değil, halkın kazanacağını, halkın iktidara geleceğini söylüyor. Yani bir kişi ya da parti seçimleri kazanınca, devlet “ele geçirilmiş” ve “halk iktidarı” kurulmuş oluyor!
Bunlar reformizmin en bayat, en bildik argümanlarıdır! Yıllarca denenmiş ve her defasında hüsrana uğramış yöntemlerle kitleri bir kez daha kandırmanın kime ne faydası vardır? Düzen güçlerinden başka…
Cumhurbaşkanı seçimleri boykot etmek, komünist ve devrimciler açısından ilkesel bir tutum olmalıdır. Somut duruma gelince; Haziran direnişinden bu yana hakları için sokaklara dökülen kitleleri yeniden sandığa çağırmak yanlıştır. Seçim sisteminden adayların belirlenişine kadar her yanı anti-demokratik olan bir seçimi teşhir etmek yerine, onu meşrulaştırmaya çalışmak yanlıştır.
Erdoğan ve İhsanoğlu gibi iki gerici-faşist adayın yukarıdan belirlenip kitlelere dayatıldığı bir seçime girmek, bu dayatmaya ortak olmaktır. Hem katil, hem de hırsız olduğu kanıtlarıyla ortada dökülmüş Erdoğan’ın kendini aklama çabasına objektif olarak güç vermektir. Başbakanlıktan istifa etmesi, hatta yargılanması gerekirken, cumhurbaşkanlığına aday olduğu bir seçimi teşhir etmek yerine, onu meşrulaştırmaktır. “Halkın cumhurbaşkanını seçiyoruz” yalanına katılmak, bu oyununun bir parçası olmaktır. Ve nihayetinde rejimin kendi bekasını sağlama çabalarına destek vermektir.
Her kim cumhurbaşkanı olursa olsun, yukarıda sıraladığımız görev ve yetkileri kullanacak, 12 Eylül faşist rejimi tarafından belirlenmiş yasalarla devleti yönetecektir. Böyle bir seçime katılmak, ne devrimciliğe, ne demokratlığa sığar!
Gerek ilkesel yaklaşım, gerekse somut durum, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en doğru devrimci tutumun BOYKOT olduğunu ortaya koymaktadır.
Reformizmin ve tasfiyeciliğin batağına karşı, devrimin ve sosyalizmin sesini yükseltelim! Devletin bekası, düzenin devamı için değil; tepeden tırnağa yıkılması, işçi ve emekçilerin iktidarının kurulması için mücadele edelim!