Ortadoğu’da yeni denklem; IŞİD ve Irak’ta parçalanma

arkasayfa-

Ortadoğu’daki savaş, Haziran ayında IŞİD’in (Irak-Şam İslam Devleti) Bağdat’a doğru ilerlemeye başlamasıyla yeni bir evreye girdi. IŞİD, 10 Haziran’da Musul’u, 11 Haziran’da Tikrit’i, 15 Haziran’da Telafer’i ele geçirdi. Musul’u işgal ederken, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nu bastı ve konsolosluktaki 49 kişiyi rehin aldı. Ardından Bağdat’a doğru yürüyüşünü sürdürdü ve Bağdat kapılarında dövüşmeye başladı.

Bu ilerleyiş sırasında, Irak’ın en büyük petrol rafinerisini, Musul’daki Merkez Bankası’nı, yolu üzerindeki önemli su kaynaklarını ele geçirdi. Keza, bozulan Irak ordusunun cephanelikleri de bu terör örgütünün eline geçti. Böylece, “din” kisvesi altında gerçekleştirdiği katliamlarla nam salan IŞİD, 2 milyar dolar servete ve Suriye’den Irak’a uzanan geniş bir toprak parçasının hakimiyetine sahip olan dev bir terör hareketine dönüştü.

IŞİD’in bu ilerleyişi, Irak savaşının başından beri Ortadoğu’da istediği dengeyi oluşturamayan, tam hakimiyetini kuramayan ABD açısından, yeni bir hamle anlamına geliyor. Ortadoğu halkları bir kere daha bütün şiddetiyle savaşın dehşeti içinde yuvarlanırken, ABD bu tabloda, taşların yerinden oynadığını ve kendi hegemonyasını gerçekleştirmek için yeni olanaklar oluştuğunu görüyor.

 

IŞİD nereden çıktı

Suriye ve Irak’taki savaş boyunca zaman zaman adını duyduğumuz, ancak çok da fazla etkili olmayan bu örgütü, asıl olarak Ocak 2014’te Felluce ve Ramadi’yi işgal ettiği sırada tanımış olduk. Irak’ın Suriye’ye sınır olan Anbar eyaletine bağlı bu iki önemli kentinde, Sünni halkın Maliki hükümetine karşı tepkileriyle başlattığı protesto eylemlerinden yararlanan IŞİD, kentlerin “bağımsızlığını” ilan etmiş, Irak ordusuyla savaşmıştı. Onun ne kadar büyük ve güçlü bir tehdit olduğu da, bu süreçte kendini çarpıcı biçimde göstermişti.

Irak ordusuyla giriştiği savaşta geri çekilen IŞİD, zayıflamak bir yana daha da güçlendi ve arkasından Haziran saldırısını başlattı.

Adı yeni duyulmuş olsa da, IŞİD, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında kurulmuş bir örgüt. Afganistan’daki Sovyet-Afgan savaşı sırasında yetiştirilmiş bir El Kaideci olan, Ürdünlü Zerkavi tarafından, Irak’taki işgale karşı kurulan direniş örgütlerinden biriydi. 2004 yılında Irak El Kaidesi olarak biliniyor; bir kısmı Baas kadrolarından, çoğu başka ülkelerden gelen cihadçılardan oluşan 1000 kadar savaşçısıyla intihar eylemleri gerçekleştiriyordu.

Mücadele hattını üç temel unsurla özetlemek mümkün: İşgal altındaki ülkelerde genel olarak varolan “gerilla savaşı” yerine, intihar bombacılarıyla sonuç almayı hedefliyor; sivil ölümlerini önemsemiyor; kendi Selefi-cihatçı hattını benimsemeyen tüm kesimleri “kafir” ilan ederek öldürmeyi meşru görüyor. Hatta 2005 yılında Zerkavi doğrudan Şii’lere karşı savaş ilan etti ve bu tarihten sonra Şii bölgelerde gerçekleştirdikleri intihar saldırılarında artış oldu.

2006 yılında, Zerkavi Irak’taki Sünni direniş örgütlerini bir çatı altında toplamak ve direnişi merkezileştirmek için Mücahitler Şurası Konseyi’ni kurdu. Gerek sivil katliamlarını meşru kılması, gerekse radikal islamcı hattı, Irak’taki, Sünni olmakla birlikte milliyetçi veya laik direniş örgütlerinin bu Konsey’e katılmasını engelledi. Diğer taraftan, birçok Sünni aşiret, Konsey’e katıldı ya da desteğini sundu. Aynı yıl Zerkavi’nin ABD tarafından öldürülmesinin ardından, Konsey adını İslam Devleti olarak değiştirdi.

2005 yılından itiraben Zerkavi, hedeflerini, ABD’nin Irak’tan çıkarılması, Şii nüfusun ezilip askeri gücünün kırılması, tamamen şeriat kanunlarıyla yönetilen bir İslam devleti kurulması, hilafetin ilanı, Irak’ın laik bölgelerinin de hegemonya altına alınması, İsrail’e karşı savaş yürütülmesi olarak tanımlamıştı. Bu planı El Kaide’nin liderlerinden Eymen el Zevahiri’ye de anlatmış, ancak tam destek alamamıştı.

Zerkavi’nin öldürülmesinin ardından kurulan İslam Devleti, artık hedefini Ninova, Diyala, Selahaddin ve Anbar vilayetlerinden oluşan Sünni üçgeninde şeirat devleti kurmak olarak daha somut biçimde tanımladı. Hatta durumu tartışmalı olan Kerkük’ü de bu devletin sınırları içine aldı.

2012 yılına kadar, Irak’ın çeşitli bölgelerinde intihar saldırıları düzenleyen, özellikle Şiilere dönük sivil katliamlarıyla gündeme gelen, binlerce sivilin öldürülmesinden sorumlu olan, ancak yine de fazla öne çıkmayan bir örgüttü. ABD’nin 2007 sonrasında genel olarak Sünni direnişini kontrol altına alma, özel olarak da El Kaide’yi geriletme konusunda yürüttüğü savaşlar sonucunda bu örgüt de belli bir güç kaybına uğradı. Ancak iki önemli unsur örgütün yeniden güçlenmesini sağladı: Suriye’de savaşın başlatılması ve ABD’nin 2011 sonunda Irak’tan çekilmesi.

Suriye savaşı başladığında, örgütün lideri Ebu Bekir Bağdadi, Suriye cephesini örgütlemek amacıyla yardımcısı Colani’yi Suriye’ye gönderdi. Suriye savaşının başından itibaren adını sıkça duyduğumuz, savaşçılarının Türkiye’yi lojistik üs olarak kullandığını bildiğimiz, özellikle Rojava’ya dönük saldırılarıyla öne çıkan El Nusra adlı radikal dinci çete, Colani tarafından, Bağdadi’nin yönettiği İslam Devleti adlı terör örgütünün bir kolu olarak kuruldu. Bu süreçte Bağdadi ise, Irak’ta Maliki hükümetine karşı giderek artan Sünni hoşnutsuzluktan faydalanarak hızla güçlerini büyüttü.

2013 yılına gelindiğinde, Bağdadi artık bütün bölgeye hükmetme amacıyla Nusra’yı feshettiğini, örgütün adını Irak-Şam İslam Devleti olarak değiştirdiğini, yeni hedefinin Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de kurulacak bir şeriat devleti olduğunu açıkladı. Onun bu açıklaması hem Nusra’nın hem de El Kaide’nin tepkisini çekti. El Nusra kararı tanımadığını açıkladı; El Kaide ise, IŞİD ile bağlarını kopardığını, Suriye’deki Kaide temsilcisinin artık El Nusra olduğunu duyurdu.

IŞİD, genel olarak El Kaide eksenli bir örgüt olmasına rağmen, başından itibaren belli ayrışmalar yaşadı. Bunun en başta gelen unsuru, El Kaide’nin genel olarak bulunduğu ülkede işgale ve rejimi devirmeye dönük bir mücadele yürütmesine karşılık, IŞİD’in daha kurulduğu ilk günden itibaren, ele geçirdiği “kurtarılmış” bölgelerde şeriat devleti kurmaya çalışmasıydı. Bunun ilk denemelerini 2007 yılında Bakuba’da gerçekleştirdi. 2013’te Suriye’de Esad’a karşı savaşacağına Rakka’da, Deyr el Zor, İdlib ve Halep kırsalında kendi “emirliği”ni inşa etti.

IŞİD’in ayrı baş çeken tutumundan dolayı, zaman zaman El Kaide’yle ya da ÖSO ile çatışmaya girdiği de oldu. Ancak El Kaide tarafından dışlandığı 2013 yılı, aynı zamanda IŞİD’in artık Suriye’nin kuzeyinde en güçlü silahlı grup haline geldiği dönemdi.

Ortadoğu’daki savaşın yarattığı ortamda her geçen gün biraz daha güçlenmekte olan IŞİD, bulunduğu her alanda estirdiği terör ile hegemonyasını güçlendirmeye çalışıyor. En başta, açık isimleri yerine, başharflerinin kısaltması (yani IŞİD) olarak söyleyenlere kırbaç cezası veriyor. Şii halka dönük kafa keserek top oynama, ciğer sökerek yeme, canlı iken organlarını koparma vb en vahşi işkenceleri yaparken videoya kaydediyor, internetten seyrettiriyor. Bomba yüklü araçlarla merkezi yerlerde ve Şiilerin ibadet noktalarında gerçekleştirdiği intihar eylemleriyle binlerce kişinin ölümüne neden oluyor. Sadece 2013’te IŞİD’in Irak’ta 7 bin kişinin ölümünden sorumlu olduğu kesinleşmiş durumda. Kuzey Suriye’de gizli işkence merkezlerinde, esirlerine işkence yapıyor. Yüzlerce kişinin de fidye için kaçırıldığı, yine gizli üslerde tutulduğu biliniyor. Güçlü olduğu bölgelerde şeriat kanunlarına karşı gelenleri hapsediyor, işkence yapıyor ve öldürüyor.

isid-harita-haziran2014

IŞİD’e AKP’nin desteği

IŞİD, Suriye ve Irak’ta bir devlet kurmayı hedeflese de, kendisi bu ülkelerin içinden doğan, “yerli” bir örgüt değil. En başta savaşçılarının büyük çoğunluğu başka ülkelerden gelen bir cihat örgütü. Dünyanın pekçok bölgesinde Afganistan’da, Çeçenistan’da, Libya’da ve ABD’nin radikal dinciliği büyütüp beslediği pekçok alanda savaşan cihatçılar, bugün Suriye ve Irak’ta kolaylıkla kendilerine yaşam alanı yaratabiliyorlar. IŞİD de, bunların en fazla barındırıldığı örgüt.

Sadece savaşçıları değil, olanakları da asıl olarak Suriye ve Irak sınırlarının dışından elde ediyor. En büyük destekçileri Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt. Ve elbette onların arkasındaki güç olan ABD.

En önemli destek Türkiye’den geliyor. Suriye’de daha savaş başlamadan önce, bir muhalefetin örgütlenmesi, ÖSO’nun (Özgür Suriye Ordusu adlı Amerikan işbirlikçisi grup) ete kemiğe bürünmesi, Türkiye’nin çabalarıyla, Türkiye’de düzenlenen toplantılarla vb gerçekleştirildi.

Savaş başladığı andan itibaren de, Türkiye her açıdan savaşın lojistik üssü oldu. Dünyanın dört bir yanından gelen cihatçılar, önce Hatay, sonrasında giderek genişleyen biçimde Antep, Kilis ve Urfa’da konuşlandılar; Türkiye sınır kapılarını kullanarak Suriye’ye giriş çıkış yaptılar. ÖSO’nun internet sitesindeki adresi Hatay’da bir yerdi, ÖSO komutanları Antalya’da lüks otelleri karargaha çevirerek toplantılar gerçekleştirdiler. Hatay, Antep, Kilis ve Urfa’da kurulan kamplarda cihatçı çetelerin askeri eğitimleri yapıldı. Sınır kapılarından ambulanslarla Suriye’deki kamplara silah taşındı, savaşta yaralanan çeteciler Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildiler. Suriye’de öldürülen bazı cihatçıların üzerlerindeki pasaportlarda, Türkiye’ye giriş damgası yer alırken, çıkış damgasının olmadığı görüldü. Diyanetin misafirhaneleri, yurtları, cihatçıların temel barınakları haline getirildi. Başta İHH olmak üzere AKP’nin “insani yardım” örgütleri, 2 bin tır dolusu silah ve teçhizat taşıdı cihatçılara. Hükümetin örtülü ödeneklerinden örtüsüz kaynaklarına kadar sınırsız destek açıldı cihatçı çetelere.

Birçok uluslararası kurum, Türkiye’nin Suriye’deki cihatçılara verdiği desteği, raporlarında ayrıntılı olarak anlattı. İngiliz ve ABD’li insan hakları örgütleri, Suriye’deki savaşın uzamasının ve şiddetinin artmasının sorumluları arasında Türkiye’yi ön sıralara koydu.isid-hedef-harita

Türkiye bu yardımı elbette sadece kendi olanaklarıyla gerçekleştirmedi. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’ten gelen yardımlar da, Türkiye üzerinden ulaştırıldı. Özellikle Kuveyt, adı fazla geçmemesine rağmen, en büyük parasal desteği sunan devlet oldu.

Türkiye sadece dışarıdan destek olmakla kalmadı. Gerçekte, savaşı Türkiye’nin içine taşıdı. İstanbul’da IŞİD mühürlü tişörtler satan bir giyim mağazası açıldı. İstanbul, Batman, Konya başta olmak üzere, IŞİD’in “asker alma büroları” kuruldu; burada ikna edilen gençler Suriye’ye savaşmaya götürüldü. Bugün Suriye’de 800 kadar Türkiyeli savaşçının bulunduğu tahmin ediliyor. Sadece savaşçı değil, subaylar da gidiyor IŞİD ile birlikte savaşmaya. Irak ordusu Türk subaylarının Irak içinde IŞİD’e eğitim verdiğini tespit etti, hatta 4 Türkiyeli subayın Felluce’de (IŞİD’in Ocak ayında bağımsızlık ilan ettiği kent) yakalandığını duyurdu.

Türkiye’de tesadüfen asayiş tarafından yakalanan, kimyasal silah taşıyan IŞİD’liler tutuklanmadı, Niğde’de polisle çatışmaya giren ve polis öldüren IŞİD’liler korundu.

Suriye’deki muhalefetin tümü dışarıdan yardım alıyordu. ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist ülkelerle Ortadoğu’nun Sünni islamcı ülkeleri, Suriye’deki muhalefet için oldukça geniş olanaklar açmışlardı. Ancak ÖSO gibi asıl büyümesi istenen güçler kendisinden bekleneni gerçekleştiremiyor, savaşma gücünü artıramıyor, Suriye yönetimine ciddi darbeler indiremiyordu. Bu koşullarda emperyalistlerin ve Sünni islamcı ülkelerin desteğinden en büyük pay, IŞİD gibi radikal islamcı çetelere akmaya başladı.

 

IŞİD saldırısı Ürdün’de planlandı

Basında çıkan haberlere göre, 10 Haziran günü Türkiye’nin Musul Konsolosluğu, Musul’u ele geçirmekte olan IŞİD tarafından kuşatıldığında, Erdoğan’a haber vermişler ve “ne yapalım” diye sormuşlar. Erdoğan ise, “onlardan bize zarar gelmez” demiş ve birşey yapmama talimatı vermiş. Bu talimat üzerine “Türkiye toprağı” sayılan konsolosluğa IŞİD cihatçıları girdiğinde, askerinden özel timine, konsolosundan güvenlik görevlisine kadar hiç kimse direniş göstermemiş, tek kurşun atılmamış, “teslim alınan” 49 konsolosluk çalışanı (bu arada konsolosluk içinde, kayıtdışı çalışan bir garson olduğu da sonradan farkedildi) IŞİD tarafından “bilinmeyen bir yere” götürülmüş.

Erdoğan’ın talimatıyla hükümet, IŞİD tehdidi karşısında iki nedenle tavırsız kalmıştı: Birincisi, zaten IŞİD kendilerinin besleyip büyüttüğü, barındırdığı bir güçtü bu nedenle “zarar vermesi” beklenmiyordu; ikincisi, IŞİD’in Musul’dan başlayıp Bağdat kapılarına dayanan bu harekatı, Türkiye’nin de içinde yeraldığı bir toplantıda, önceden planlanmıştı.

Özgür Gündem gazetesinin duyurduğu habere göre, 1 Haziran günü, yani IŞİD’in Irak’ı ele geçirme saldırısının başladığı 10 Haziran tarihinden sadece 9 gün önce, Amman’da yapılan gizli bir toplantıda, harekat planı çizilmişti.

Habere göre, Ürdün’ün başkenti Amman’da, ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye’nin bilgisi dahilinde KDP, Baas partisinin birçok seksiyon örgütleri, Nakşibendi hareketi adına Saddam’ın ikinci adamı olan İzzettin el Duri, Ensar el İslam örgütü ve Ortadoğu’da etkili çeşitli islamcı örgüt temsilcilerinin katıldığı bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıdan 4 gün önce Mesud Barzani Amman’a gitti ve toplantının hazırlıklarını gerçekleştirdi.

Özgür Gündem gazetesi, toplantıya katılanlardan birinin toplantı belgelerini 4 milyon dolar karşılığında sattığını da söylüyor. Öylesine “gizli” bir toplantı ki, katılanlardan biri para karşılığında bu kadar önemli bir toplantıyı deşifre edebiliyor.

Sivillere dönük terör eylemleriyle tanınan IŞİD’in, Musul’un işgaliyle başlayan saldırısının doğrudan ABD’nin talimatıyla, Türkiye ve İsrail’in desteğiyle gerçekleştiğini gösteren önemli bir bilgidir bu.

Bizim cevaplamamız gereken ise, neden bugün böyle bir hamlenin gerçekleştiğidir. Bunu bir taraftan Irak’ın kendi içinde yaşanan gelişmelere, diğer taraftan dünya konjonktüründeki değişmelere bakarak cevaplamak gerekiyor.

 

“Sünni devrimi” diye alkışlayanlar

IŞİD saldırısı başladığında en çok tartışılan konu, Irak ordusunda kayda değer bir direniş olmadan, IŞİD’in Musul’u kolayca ele geçirip Bağdat’a kadar dayanması oldu. Hatta Musul’da halkın IŞİD’i alkışla karşıladığı yolundaki haberler iyice kafa karıştırıyordu. Ancak sonradan ortaya çıktı ki, saldırı ABD tarafından planlanmıştı.

ABD Irak’ı işgal ettiğinden bu yana önemli bir açmaz yaşıyor. Bir taraftan Irak’ta mezhep çelişkilerini körükleyerek “böl-parçala-yönet” taktiği izliyor, bir taraftan da Irak’ın coğrafi bölünmesini engellemeye çalışıyor.

Ancak işler ABD’nin kontrolünde yürümüyor. ABD’nin ayrıştırdığı her bir parça, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için uğraşıyor. Bu da çıkarların çatışmasını getiriyor.

En başta Kürdistan bölgesi, petrole tek başına hakimi olmak ve petrolü kendi kontrolünde pazara sürmek için harekete geçmiş durumda. Kürt petrolü taşıyan gemiler uluslararası sularda izini kaybettirmeye ve bir limana yanaşmaya çalışıyor. Bu durum, petrolü tek başına Kürdistan’a bırakmak istemeyen merkezi hükümetin büyük tepkisini çekiyor. Üstelik Kürt siyasetçilerin tek girişimi petrol konusunda da değil; onyıllardır bekledikleri bağımsızlık ilanı için uygun koşulların oluştuğunu düşünüyorlar. ABD’ye bu kadar uşaklık etmenin karşılığında, artık ABD’nin bağımsızlığa onay vermesini zorluyorlar.

Diğer taraftan merkezi hükümetteki Şii ağırlığı, Irak’ın dengesini İran’a doğru eğmeye devam ediyor. Irak üzerindeki İran etkisi gün geçtikçe büyüyor; bununla birlikte Ortadoğu genelindeki İran etkisi güçleniyor. Bu durum, sadece ABD’yi değil, Ortadoğu’nun ve petrol dünyasının en önemli unsuru olan Suudi Arabistan’ı fazlasıyla rahatsız ediyor. Suriye savaşında radikal islamcı çetelere her türlü desteği sunarak Suriye hükümetini düşürmeye çalışan Suudi Arabistan, sınır komşusu olan Irak’ta Şii gücün ve İran’ın bu kadar etkili hale gelmesini istemiyor. Bu konuda, Ortadoğu’nun ABD işbirlikçisi ve Sünni ülkeleri Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Arap dünyasının “düşmanı” İsrail’i de yanına alabiliyor. İran’ın desteği Suriye’de Esad yönetiminin, Irak’ta Şii yönetiminin güçlenmesini sağlıyor; onların güçlenmesi İran’ın bölgedeki ağırlığını artırıyor. İki taraf karşılıklı olarak birbirine güç kazandırırken, hem ABD hem de Ortadoğu’nun Sünni ülkeleri, artık bölgedeki Şii ağırlığına bir son vermek, buna da Irak’tan başlamak istiyorlar.

Irak’taki Sünnilerin durumu ise, 2003 yılındaki ABD işgalinden bu yana oldukça sancılı ilerliyor. İşgal başladığında Sünni yönetim, bütün güç ve iktidarını kaybetmişti. Baas’ın yönetici kadroları görevden alınmış, önemli bir kısmı hapse atılmış, bazıları idam edilmişti. Baas ve Sünni aşiretler, ABD işgaline karşı uzunca bir süre direndiler, ancak direnişin parçalı yapısı bir sonuç almalarını engelledi.

Buna bir de, Irak merkezi yönetimindeki konumlarının, Şii hakimiyetine sürekli çarpıyor oluşu eklendi. Irak eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi hakkında 2013 yılında tutuklama kararı çıkarılması, Haşimi’nin aşireti üzerinde terör estirilmesi ve Haşimi’nin ülkeyi terkederek Türkiye’ye sığınmak zorunda kalması, Sünni aşiretler açısından bardağı taşıran damlalar arasındaydı.

Üstelik, Sünni bölgelerde halkın yaşam koşulları da oldukça sancılı bir tablo oluşturuyor. Bir taraftan sürekli intihar eylemleri ve canlı bombalarla savaş hali sürüyor, diğer taraftan, günlük yaşamın sürdürülmesine dönük, elektrik-su, gıda vb konularda sıkıntıların, Saddam döneminde hiç olmadığı kadar büyümesi yaşamı çekilmez kılıyor. Bu koşullarda, Sünni aşiretler Irak’taki dengelerin kendi lehlerine değişmesini istiyorlar.

IŞİD’in 10 Haziran’da başlattığı saldırısının, engelle karşılaşmadan Musul’dan başkente kadar uzanmasının sırrı, Irak’ın içten parçalanmış bu tablosunda yatıyor. Çünkü bu IŞİD’in ilerleyişi değil, 1 Haziran’daki Amman toplantısında alınan karar doğrultusunda, Sünni hattının ilerleyişidir. Bu nedenle Irak ordusu direniş göstermeden çekildi; Musul halkı sevinç gösterileriyle karşıladı; Haşimi “bu bir Sünni devrimidir” diye bir açıklama yaptı; Saddam’ın kızı babasının sağ kolu Nakşibendi İzzettin el Duri’nin de savaşın içinde olduğunu söyledi; başkente ilerleyen 2-3 bin kişilik IŞİD birliklerinin sayısı, Sünni aşiretlerin ve Irak ordusundaki Sünni askerlerin katılımıyla hızla onbinlere ulaştı.

Yaşanan elbette ki bir “Sünni devrimi” değildi; ancak üçe parçalanmış Irak’ta, Sünni güçlerin kendi varlıklarını gösterme ve iktidar mücadelesinde kendi yerlerini bulma hamlesiydi. Ancak Irak halkının talihsizliği odur ki, dinci gerici baskı bütün koyuluğu ile onların üzerine çökmektedir. Sünni aşiretler, bugün IŞİD’in şeriat devleti uygulamalarını ikinci planda görmekte, önceliği Irak’taki iktidar mücadelesini başarıya ulaştırmaya, eski konumlarına yeniden kavuşmaya vermektedirler.

 

ABD kartları yeniden karıyor

Yaşanan birçok gelişme, ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin planlarının boşa düşmesine neden oldu.

Birincisi, ABD emperyalizmi 2001’de gerçekleşen 11 Eylül saldırılarından bugüne, tüm dünyayı Ortadoğu’da bir savaşa ikna etmeye çalışıyor; ancak bu savaşla ilgili attığı her bir adım önemli başarısızlıklarla karşılaşıyor. Üstüne bir de ABD politikaları, dünya kamuoyunda teşhir olmaya devam ediyor, ABD’nin güç ve prestiji azalıyor.

ABD, Afganistan’ı, Libya’yı, Irak’ı, Suriye’yi (hatta buna bir de Ukrayna’yı eklemek gerekiyor) yangın yerine çevirdi, onlar üzerinde hegemonya kurabilmek için büyük savaşlar başlattı; ancak başarıya ulaşamadı. Bu ülkelerin herbiri fiili olarak parçalandı, merkezi hükümet yokoldu, halklar vahşi bir savaşın pençesinde yaşam mücadelesi verir hale geldiler. ABD saldırıları bu ülkelere “demokrasi” değil, savaş, yoksullaşma, vahşet ve geleceksizlik getirdi.

İkincisi, Ortadoğu’da İran-Rusya-Çin etkisini kırmak ve kendi hegemonyasını kurmak için attığı her adım tersine döndü; kendi hegemonyası zayıflarken İran-Rusya-Çin ittifakının gücü arttı. Bunun somut görüntüsü de, bölgede İran tarafından desteklenen Şii ülke ve grupların güçlenmesi oldu.

Mesela Suriye’de ABD destekli “muhalefet”, Esad’ın mutlak biçimde devrilmesi için yola çıkmıştı; bugün artık “Esad’lı çözüm” konusunda kimsenin bir itirazı kalmadı. Bölgedeki dengeleri korumanın tek yolu, Esad’ın varlığını ve Suriye’yi yönetmesini kabullenmek olarak şekillendi.

Diğer taraftan Irak’taki savaş başladığında ABD’nin Baasçı-Sünni kesimleri iktidardan uzaklaştırmak ve baskı altında tutma politikaları, Şiilerin güçlenmesine, İran-Irak ilişkilerinin büyümesine yol açtı. Saddam döneminde Irak, İran için bir duvar ve dengeleyici unsur görevini üstlenirken Irak’ın parçalanması İran’ı bölgede tartışmasız biçimde güçlendirdi. Sünni, Şii ve Kürt kesimlerden oluşturulan merkezi Irak hükümeti, ABD politikalarından giderek uzaklaştı ve İran’a yakınlaştı.

Üçüncüsü, ABD müslüman Asya, Ortadoğu ve Afrika ülkelerini “ılımlı islam” kavramıyla şekillendirdiği bir projeyle yönetmeyi hedefliyordu. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak dünya halkları tarafından lanetlenen bu projeyle, ABD emperyalizmi, müslüman ülkeleri bir taraftan gericiliğin pençesinde soluk alamayan, başkaldıramayan, insanca yaşam koşullarına sahip olmayan, diğer taraftan ise “modern batılı” dünyadan fazla da kopmayan uydular haline getirmeyi hedeflemişti.

Ancak başlattığı savaş, onun koyduğu sınırları aştı, kuralları değiştirdi. Savaş koşulları hiçbir “ılımlı”lığı tanımadığı için, “ılımlı islam” da yaşam bulamadı; tersine, tam da savaşın şiddetine, kural tanımazlığına ve vahşiliğine uygun biçimde, radikal islam yükseldi.

ABD’nin radikal islamcı çetelerle kurduğu ilişki de, kendi açmazlarını yansıtacak düzeyde çelişkili ve dengesizdi. Afganistan’da Taliban hareketi, Sovyet işgaline karşı ABD desteğiyle 1980’li yıllarda ortaya çıkmış. 2001’de Afganistan işgali başladığında, Taliban ve El Kaide artık ABD’ye karşı savaşmaya başladı. Irak işgalinde yine El Kaide ve radikal islamcı çeteler en büyük direniş hareketlerini oluşturdu. Libya’ya sıra geldiğinde, ABD Kaddafi’yi tek başına deviremeyeceğini anladığında, bu defa radikal islamcı terör örgütlerinin örtük desteğiyle hareket etti. Suriye’de muhalefete biçmeye çalıştığı “ılımlı islam” örtüsü de yine tutma, ÖSO etkin bir savaş gücüne ulaşamadı. Burada Esad’a karşı ABD yeniden radikal islamcıların savaş gücüne ihtiyaç duydu. Irak’ta güçlenen Şii etkisine karşı da, yine radikal islamcı çeteler tek panzehir olarak sahneye çıktı.

ABD emperyalizmi gerçekte radikal islamcı çetelerin bu kadar güçlenmesini ve etkili hale gelmesini istemiyor. Çünkü radikal islamcı terör örgütleri, yaptıkları vahşet ve hedefledikleri şeriat sistemiyle, dünya halklarının büyük tepkisini, nefretini topluyor. ABD’nin bunları büyüttüğü, açıktan olmasa bile işbirlikçileri aracılığıyla desteklediği bilindiği için, dünya halklarının nefreti, aynı zamanda ABD’ye de yöneliyor. Ve ABD emperyalizmi, bu durumun, kendi dünya hegemonyası için de bir tehdit olduğunu biliyor.

Diğer taraftan, dünyanın en önemli petrol ve doğalgaz yataklarının bulunduğu, emperyalist hesapların odağındaki bir bölgede, bu kadar gerici, bu kadar tarihin çöplüğünde kalmış olan ideoloji ve yaşam biçiminin ortaya çıkması ve giderek büyümesi, dünyanın genel dengesini de bozuyor. Müslüman ve Hristiyan dünyasının arasındaki açı farkı büyüyor. Birbirine bu kadar yabancılaşan ve düşmanlaşan iki topluluğun varlığı, emperyalist kültür ve ekonomisini de tehdit ediyor. Radikal islamcı çetelerin, kendinden olmayan herkese düşman ideolojisi, Hristiyan dünya için büyük bir tehdide dönüşüyor. Emperyalist ülkelerin herbirinden yüzlerce gencin, cihatçı olmak ve savaşa katılmak üzere Suriye ve Irak’a geldiği gerçeği, emperyalist ülkelerin herbirinin kendi içinde büyük mayın alanlarının oluştuğunu gösteriyor. Kontrol altına alınamayan radikal islamcılık, sadece Müslüman ülkeleri değil, “batılı” emperyalist ülkeleri de tehdit ediyor.

Dördüncüsü, 2009’dan bugüne dünyayı etkisi altına almış olan ekonomik kriz, egemen sınıfların ürettikleri geçici-palyatif yöntemlerle çözülmüş gibi görünse de sadece geriletilmiş durumda. Ve bir taraftan etkilerini hissettirmeye devam ederken, diğer taraftan çok daha şiddetli patlama dinamiklerini biriktirerek pusuda bekliyor.

Ekonomik kriz, kitlelerin arayışlarını güçlendiriyor. 2011 sonunda Tunus’ta patladığında “Arap baharı” adı verilen ve sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan ayaklanmalar ve kitle hareketleri, egemen sınıfların önündeki en büyük tehdit olarak duruyor. Ülkemizde 2013’te patlayan Haziran Direnişi, bu dalganın bizim ülkemize yansımasıydı. Bu direniş, kitlelerde “kazanma”, “hakkını arama” bilincini geliştirdi. Egemenlerin demagojileri, artık kitleleri o kadar kolay etkileyemiyor, kandıramıyor, eskisi kadar kolay biçimde yedekleyemiyorlar. Somut olarak yaşadığımız gibi, çok küçük görünen sorunlarda bile, kitlelerin sokaklara döküldüğüne, direndiğine, yaşam koşullarını değiştirmeye çalıştığına tanık oluyoruz.

Kitlelerde direnme bilinci, özellikle de emperyalist politikalara karşı tepki gelişiyor; ancak bu bilinç, devrimci önderlikle doldurulamadığı için, farklı kanallara akıyor. Avrupa’da milliyetçilik, Ortadoğu’da mezhepçilik büyüyor. Egemen sınıflar, kitlelerde engelleyemedikleri, büyümesini önleyemedikleri sınıfsal tepkileri, ulusal, mezhepsel, dinsel kanallara akıtarak deforme ediyorlar. Böylece kendileri için doğrudan tehdit olmaktan uzaklaştırıp, içlerinde çatışmalara sevkediyorlar.

Müslüman dünyasındaki radikal islamcı terör, bu zemin üzerinden yükseliyor. Yoksul, mutsuz, gelecek beklentisi olmayan genç kuşak, islamcı çetelerin gözü dönmüş kadro kaynağına dönüşüyor. Bu uygun zemin, Sünni-Şii çatışması gibi bir “hedef”e de ulaşınca, bitmek bilmez bir savaşı sürekli besliyor.

 

Ortadoğu nereye?

Bugüne kadar ABD’nin gerçekleştirdiği bütün planların, dönüp kendisini vuran, hegemonyasını azaltan, dünya genelindeki güç ve prestijini zayıflatan sonuçlar yarattığını söylemiştik. Bugün Irak ve Suriye’de de benzer bir tablo ortaya çıkmış durumda.

Bu koşullarda ABD’nin planlarını değiştirmesi, yeni durumu dikkate alarak, kendisinin güçlenmesini sağlayacak yeni adımlar atması kaçınılmaz hale geldi.

Amman toplantısının ardından IŞİD’in harekete geçmesi bu adımların bir parçası. ABD, bugüne kadar parçalanmaması için uğraştığı Irak’ın artık parçalanmasında bir sakınca görmüyor. Çünkü Irak’ı bir bütün olarak, bütün petrol bölgeleri ve pazar alanları ile birlikte kendisine bağlamasının artık mümkün olmadığı kesinleşmiş durumda. Birarada tutmak için uğraştığı Irak, adım adım İran’ın hegemonyasına giriyor; üstelik bu arada Kürdistan’ın bağımsızlık isteğini geri çevirdiği için Kürdistan’la mesafesi açılıyor. Bugünkü tablo, ABD’nin çıkarlarına öylesine uzak bir tablo ki, böyle sürmesindense, ortalığın karışmasını tercih ediyor. Savaş ve kargaşanın yeniden yükselmesinin, kendi hegemonyası için yeni fırsatlar yaratabileceğini umuyor.

Ancak yaşam onun planlarını yeniden boşa çıkartabilir. Çünkü ortaya çıkan savaş ve kargaşa ortamında, diğer emperyalistler de, Irak’ın bugüne kadar birarada duran bileşenleri de, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için öne atılacaklardır.

Aslında ilk hamle Kürdistan’dan geldi bile. KDP, kendi alanında silahlı savunmasını hemen harekete geçirdi, IŞİD’e toprak vermeyeceğini ilan etti. Bununla da yetinmedi, statüsü tartışmalı olan Kerkük’ü kendi sınırları içine katıverdi. Bugün Barzani, “ABD izin vermese de bağımsızlığımızı ilan edeceğiz” diyerek, durumu kendi lehine çeviriyor. Dahası, bugüne kadar KDP ile sorun yaşayan Rojava bölgesinde yönetimi elinde bulunduran PYD de IŞID’e karşı KDP’yle birlikte savaşacaklarını ifade etti. “Suriye diye bir devletin varlığından artık sözedilemez” diyerek, ortaya çıkan tablodan kendi adına yararlanmaya girişti.

Telafer’in durumu, Irak’ın hangi koşullarda olduğunu göstermek açısından çarpıcıdır. IŞİD ilerlemeye başladığında, nüfusunun tümü Türkmen olan, bu yanıyla Kürdistan bölgesi ile hiçbir alakası olmayan Telafer, Türkiye’den yardım istedi, ancak istediği yardımı alamadı. Arkasından Kürdistan’dan silahlı yardım istedi. KDP, Türkmenlerin silahlarını teslim etmesi karşılığında, Telafer’i IŞİD saldırısından koruyacağını söyledi. Bu koruma, sonrasında Telafer’in Kürdistan toprağı olması anlamına geliyordu aslında. Telafer, bunu reddetti, IŞİD tarafından işgal edildi. Şimdi Telafer, IŞİD’in ilan ettiği İslam Devleti’nin sınırları içinde bulunuyor.

Şiiler ise, ilk birkaç günlük bekleyişin ardından harekete geçtiler. Mukteda es Sadr gibi, geçmişte Şii başbakan Maliki’ye karşı savaşmış olan bir Şii lider bile, IŞİD saldırısı karşısında yeniden sahneye çıktı. Sadr, Ayetullah Ali Sistani gibi Iraklı dini liderler, Sünnilere karşı cihat çağrısı yaptılar. İran’da yaşamasına rağmen genel olarak Şiilerin dini otorite olarak kabul ettiği Ayetullah Mekarim Şirazi de, IŞİD’e karşı cihat ilan etti. Şii liderlerin tümü, Şiilerin kutsal mekanlarını korumak ve Irak’ın toprak bütünlüğünü sağlamak için IŞİD’e karşı cihat fetvası verdiler. Halkın gönüllü ordusuna katılmasını, silahlanmasını ve savaşmasını istediler. Hatta Şirazi çağrısında, başka ülkelerden Şiilerin de Irak’a gelerek savaşa katılmasını istedi.

Bu çağrılar hemen yankısını buldu. Sadr’ın 60 bin kişilik, gelişmiş ve ağır silahlara sahip Mehdi Ordusu, Bağdat ve Basra’da silahlı ve maskeli olarak resmi geçit töreni düzenledi. Ayrıca, Sadr’ın çağrısıyla Barış Tugayları kuruldu. Irak devlet televizyonu, gönüllü ordusunun 3 milyon kişiye ulaştığını duyurdu.

İran ise, Irak Şiilerine olan desteğini hemen somut olarak da ortaya koydu. Öncelikle Maliki’ye, bu savaş için ABD’den hiçbir yardım almamasını, her türlü silah ve yardımı kendisinin yapacağını söyledi. İran, bu savaşın yalnızca IŞİD’le Şiiler arasında olmadığını, ABD’nin asıl hedefinin kendisi olduğunu bilmenin etkisiyle, sınırları net bir biçimde çizmiş oldu. Sadece silah da değil, Devrim Muhafızları’nın 500 askerinin Irak’a savaşmaya gittiği ortaya çıktı. Keza Devrim Muhafızlarının elindeki tüm su-25 savaş uçakları, IŞİD’le mücadelede kullanılmak üzere Irak’a verildi.

Rusya ve Çin de devreye girdiler. Rusya Irak’a su-25 savaş uçaklarıyla birlikte, eğitim için pilotlarını gönderdi. Çin ise, Irak hükümetine her tür yardıma hazır olduklarını açıkladı. Hükümete yapılan yardımın, Şiilere yapılmış olduğu zaten ortada.

Suriye de bu denklemdeki yerini gösterdi; Suriye savaş uçakları, Rusya ve İran’dan gelen savaş uçaklarıyla birlikte IŞİD’in hakim olduğu yerleri bombalamaya başladı.

Şimdi IŞİD, Irak sınırındaki Kobani’ye saldırıya geçmiş durumda. Rojava’nın kantonlarından biri olan Kobani, IŞİD’e karşı direniyor. Kürt ulusal hareketi, Rojava’ya destek için tüm güçlerini seferber etmiş durumda. Türkiye-Suriye sınırında kitlesel eylemler yapıyor, yardım gönderiyor. Türkiye’nin IŞİD’e destek vermemesi yönünde uyarıları da artıyor. Aksi halde IŞİD’in Türkiye için de tehlikeli olacağı hatırlatılıyor.

Türkiye IŞİD eliyle Rojava’da oluşan Kürt iktidarını gelişmeden boğmak istiyor. Hatta bu konuda Barzani ile birlikte hareket ediyorlar. Fakat son gelişmeler IŞİD’i besleyip büyütenler açısından da tehlike arz ediyor. IŞİD’in başlangıçtaki isminin “Irak-Şam-İstanbul İslam Devleti” olduğu ve İstanbul’u da içine alan haritalar yaptıkları düşünülürse, bu tehlikeyi yabana atmamak gerekiyor. Her ne kadar IŞİD hedefi Irak ve Şam ile küçülmüşse de, değişen dengeler üzerinden nelerle karşılaşılacağını kestirmek kolay görünmüyor.

* * *

Ekonomik krizden çıkmak için daha fazla pazar alanına, daha fazla sömürü bölgesine ve daha fazla petrol kaynağına ihtiyaç duyan ABD, büyük oranda yitirdiği Ortadoğu hegemonyasını yeniden kurmak için bu defa IŞİD’i kullanıyor. Ancak başlayan bu savaşın ne tür sonuçları olacağını ABD bile kestiremiyor.

Kürdistan bu defa bağımsızlık için çok daha kararlı görünüyor. IŞİD’in ilan ettiği Sünni devletinin kalıp kalamayacağı henüz belli değil. Bölgedeki güçler ve onların arkasındaki emperyalistler bütün güçleriyle harekete geçmiş durumda. Halklar ise her koşulda savaşın vahşetini yaşamakla karşı karşıya.

Diğer taraftan, Türkiye’nin savaşa bu kadar dahil olması, ülkemizdeki işçi ve emekçiler için de büyük bir tehdit anlamına geliyor.

Bugün Esenyurt’ta Caferi Camii’ne yapılan saldırının IŞİD tarafından gerçekleştirildiği açıktır. Uzun zamandır IŞİD’in İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinde konumlandığı, örgütlendiği de bilinmektedir. Irak’taki savaşı başarıya ulaştırdığında, ya da tersten ulaştıramadığında, sıra Türkiye’ye de gelecektir. IŞİD, sadece Ortadoğu halkları için değil, Türkiye işçi ve emekçileri için de tartışmasız bir tehlikedir.

Bunlara da bakabilirsiniz

İEB asgari ücret için eylem yaptı

Asgari ücret için göstermelik toplantıların başladığı 10 Aralık günü, İşçi Emekçi Birliği İstanbul-Tophane’deki Çalışma Müdürlüğü …

Suriye düştü; şimdi yeni bir Ortadoğu

27 Kasım günü HTŞ’nin Halep saldırısı ile başlayan süreç, 10. gününde tamamlandı. 7 Aralık günü …

İşçi sınıfının önderi: Hamit Tekin (1934-1979)

Hamit Tekin (Hamido) doğal işçi önderiydi. Yıllarını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine vermiş bir proleter devrimciydi. …