Türkiye Devrimci Hareketi’nin ender sanatçılardan biridir Yılmaz Güney. Sinema salonlarında bilet satışıyla başlayan sanat hayatı, Fransa’da Cannes film festivalinde taçlandırılan bir başarıya dönüşmüştür.
Kendi deyimiyle “sanatı bir silah gibi” kullandı. “Devrimci sanat, toplumsal, siyasal, kültürel değişimleri ve kavgayı, hem tanık olarak anlatan, hem de onu etkileyen sanattır. Sadece tanık olmak, izlemek ve yansıtmak yeterli değildir, aynı zamanda bu süreci etkileyen bir yönü olmalıdır.” diyordu. Söylediği gibi tanık olmak ve yansıtmakla yetinmedi, süreci etkileyen bir kişi oldu.
Halkın yaşadığı yoksulluğun, sömürünün, acının, baskının içinde geliyordu. Onu yetiştiren toprağı iyi tanıyordu. Ne burjuvaziye duyduğu sınıf kini, ne de devrime beslediği ateşli tutku bir an bile sönmedi. “Asıl dayanağımız kendi topraklarımızdır. Umut kendi topraklarımızda ve kendi halkımızdadır.” diyerek ifade etmişti bunu. Eserlerinin düşündüren, sorgulatan, dönüştüren ve yol gösteren özelliği kaynağını tam da buradan alıyordu. Tüm filmlerinin ortak paydası UMUT’tu. Umut ise devrimde, sosyalizmdeydi.
Bu yüzden faşizmin ona yönelen saldırıları hiç bitmedi. Filmleri yasaklandı, yakıldı. Yaşamının 12 yılını cezaevlerinde geçirdi. Fakat o, duvarlardan taşan bir yaratıcılıkla senaryo, öykü, roman yazdı, cezaevinden dışardaki filmlerini yönetti.
12 Eylül yıllarında cezaevinden firar ederek Fransa’ya kaçtı ve yaşamını burada sürdürdü. Ülkesinden hiçbir dönem kopmadı ve verdiği eserlerle hep halkını anlattı. Yol ve Duvar filmlerini bu dönemde yaptı. Yol filmi, Cannes Film Festivali’nde altın palmiye ödülü aldı. Ama yıllarca Türkiye’de yasaktı.
Ağır cezaevi koşulları sağlığını aşırı derecede bozmuştu, kansere yakalandı. 1984 yılında hastalığı yenemeyerek genç yaşta ve en verimli yıllarında aramızdan ayrıldı. Şimdi Paris’te komünarların yanında yatıyor. Komünarların battaneyisiyle ısınıyor.