Cumhurbaşkanı seçimlerinin ardından…

cumhurbaskanligi-boykot-ozalit

Bir seçim oyunu daha sona erdi. Cumhurbaşkanı seçimleri de Erdoğan’ın ipi göğüslemesiyle sonuçlandı. Erdoğan, sandığa gidenlerin yüzde 51 oyunu aldı alarak ilk turda kazandı. Zaten daha ilk turda seçileceğine emin olduktan sonra adaylığını açıklamıştı. Stalin’in dediği gibi “kimin oy kullandığı değil, kimin saydığı” önemliydi!

Seçimlerden sorumlu YSK’nın (Yüksek Seçim Kurulu) Erdoğan karşısında nasıl eğildiğini, yasaları ona göre nasıl yamulttuğunu hep birlikte gördük. Önceki seçimlerdeki usulsüzlükler, hileler bir yana, en son cumhurbaşkanı seçimlerinde, “bir muhtar adayının bile, kamu görevlisiyse görevinden istifa etmesi”ni zorunlu kılan madde, Erdoğan sözkonusu olunca rafa kaldırıldı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra YSK’nın resmi sonuçları açıklamasına rağmen, Erdoğan Başbakanlıktan istifa etmedi. Resmi gazetede yayınlamasını günlerce geciktirdi. Hem AKP Başkanı, hem Başbakan, hem Cumhurbaşkanı olarak üç apoletle birden iki hafta boyunca işlerini yürüttü. Yeni başbakanı, hükümeti belirledi, partisinin olağanüstü kongresine katıldı, oy kullandı vb…

Kısacası her aşamada kendi yasalarını çiğnemekte hiçbir beis görmeden devam etti ve sonra mecliste “tarafsızlık” yemini içti; sözde “seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak yeni koltuğuna oturdu.

 

Düzeni meşrulaştırma aracı

Belki de en fazla seçimi, AKP döneminde yaşadık. Neredeyse her yıl, bazen yılda iki kez sandığa gidildi. Ve her defasında AKP birinci parti olarak çıktı! Öyle ki, Haziran direnişi, yolsuzluk operasyonları, Suriye’deki fiyasko gibi, arka arkaya çok ciddi darbeler almasına ve adının, “hırsız ve katil” olarak anılmasına rağmen, bu durum sandığa hiç yansımadı! Erdoğan her girdiği seçimi kazandı! Çünkü “kimin oy verdiği değil, kimin saydığı” önemliydi!

Elbette bu başarı, tek başına Erdoğan’a ait değildir. Onu meşrulaştırma görevini yerine getiren düzen-içi muhalefetin hakkını teslim etmek gerekir. Hatta onlar, seçimlerin kutsanması, her tür anti-demokratik adımın meşrulaşması, kitlelerin bu oyuna çekilmesinde, belirleyici role sahiptirler. Erdoğan’a “yolsuzluk dosyalarından aklanmadan cumhurbaşkanı olamayacağını” söyleyen CHP, bu sözlerinin arkasında durup onun adaylığını tanımadığını, o yüzden seçimlere katılmayacağını açıklasaydı; Roboski’den Paris’e yapılan katliamların arkasında Erdoğan’ın olduğu, Haziran direnişinde onca insanın kanına girdiği çok açıkken ve “Katil Erdoğan” sloganının atılmadığı tek bir eylem yokken, HDP aday göstermeseydi; yani Erdoğan tek başına kalsaydı, böyle bir seçimin meşruiyeti olabilir miydi? Dahası böyle bir seçim yapılabilir miydi? Erdoğan bırakalım cumhurbaşkanı olmayı, aday bile olamazdı! Ve bugün herşey çok farklı bir mecrada akıyor olurdu.

Erdoğan’ı o koltuğa, bir yandan CHP-MHP koalisyonunun, diğer yandan HDP’nin omuz vererek oturttuğunu söylemek yanlış olmaz. CHP-MHP için düzenin bekası, HDP için “çözüm süreci” herşeyin üzerindeydi. Seçim öncesi ne söylerse söylesinler, objektif olarak, Erdoğan’ın kazanmasına önayak oldular. Ve Erdoğan’ı alkışlarla cumhurbaşkanı makamına gönderdiler. Tabanından gelen basınçla CHP, Erdoğan’ın meclisteki yemin törenini boykot ederek “namusunu” kurtarmaya çalıştı. HDP onu bile yapmadı, MHP ile birlikte mecliste kaldı. Hatta Demirtaş, Erdoğan’ı ayakta alkışladı! Erdoğan’a bundan daha büyük bir destek olabilir mi?

 

Kitleler sandıktan uzaklaştı

Cumhurbaşkanı seçimleri, son yılların en düşük katılımlı seçimi olmuştur. Yaklaşık yüzde 30 civarında bir kitle sandığa gitmedi. Oysa daha 4 ay önce yapılan seçimlere rekor düzeyde bir katılım olmuştu. Gerek yerel seçim olması, gerekse de AKP’den kurtulma isteği, katılımı arttırmıştı. Fakat AKP, her durumda sandıktan birinci çıkmayı başarıyordu. Her tür seçim hilesini göz göre göre yapıyor, CHP’siyle, HDP’siyle muhalefet de bunlara ses çıkarmıyordu. Kitleler oylarına sahip çıkmaya kalktığında ise, onları yatıştıran, evlerine gönderen yine muhalefetti. Bu durum, sandıkla çözümün olmayacağı gerçeğini, kitlelere bir kez daha somut ve çarpıcı bir şekilde gösterdi. Ve cumhurbaşkanı seçimine itibar etmediler.

Bunu yaz aylarıyla, tatilcilerle açıklamak, boşunadır. 2007 seçimleri de yaz aylarında olmuştu, ama katılım çok yüksek çıkmıştı. 

Elbette bir diğer faktör, CHP’nin Ekmelettin İhsanoğlu gibi dinci-gerici bir ismi aday olarak göstermesidir. Özellikle laik ve Alevi kesimler, İhsanoğlu’na oy vermeyi reddetmişler, önemli bir kısmı sandığa gitmemiş, bir kısmı da HDP’ye oy vermiştir.

HDP, yüzde 10’a yaklaşan oy oranıyla, bu seçimlerin en parlak sonucunu alan partisi gibi gösterilmektedir. Ve bu durum HDP projesinin, yani “Türkiye partisi” hedefinin tuttuğu şeklinde yorumlanmaktadır. Bu değerlendirmeler yanıltıcıdır. Birincisi, HDP’nin artan oyu büyük oranda CHP adayına duyulan tepki oylarıdır. İkincisi, sandığa gitmemenin Erdoğan’a yarayacağını düşünen, hiç değilse Erdoğan’ın ilk turda kazanmasını engellemek isteyen bazı kesimler HDP’ye oy vermiştir. Hatta ulusalcı-laik kesimlerden, HDP’yi PKK’den koparmak düşüncesiyle oy verenler olmuştur. Kısacası çok farklı saiklerle HDP’ye verilen oylar vardır. Ve bunlar, bu seçimlere özgü, geçicidir. Konjonktürel-geçici oylarla elde edilen bir “başarı” sözkonusudur.

Ama daha önemlisi HDP, cumhurbaşkanı seçimlerine katılarak, kitlelerin sandıktan artan kopuşunu frenlemeye çalışan bir rol üstlenmiş; Erdoğan’ın anti-demokratik her adımını meşrulaştıran, onu cumhurbaşkanlığına taşıyan bu oyunun bir parçası olmuştur. Asıl başarısızlık buradadır. Bunun, her gelişme ile birlikte kitleler tarafından daha fazla bilince çıkması, HDP’ye verilen tepki ve emanet oylarını durduracaktır. Ona umut bağlayanlarda ise, hayal kırıklıkları yaratacaktır. Son dönemde iyice parlatılan Demirtaş’ın, Erdoğan’ı ayakta alkışlaması, bu süreci başlatmıştır bile.

Fakat HDP’nin artan oylarının, parlamenterist hayalleri daha da güçlendireceği kesindir. Uzun bir süredir bu kulvara girmiş olan reformist partilerin daha şimdiden başları dönmüş, zafer çığlıkları ortalığı kaplamıştır. Önümüzdeki seçimlerde HDP’nin yüzde 10 barajını aşacağına kesin gözüyle bakıp, parti olarak girmesi konuşulmaktadır. Bunlar, başarı sarhoşluğu ile yapılan hesaplardır. Ama mesele, HDP’nin yüzde 10’u aşacak bir oy oranına ulaşması da değildir. Bu orana ulaşsa ve bugünkünden daha fazla milletvekili çıkarsa, hatta hükümete girse ne değişecektir? Bugüne dek yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının göstergesi değil midir?

HDP’nin ana gövdesini oluşturan Kürt ulusal hareketi için, “özerklik” elde edilerek düzene entegre olmakta bir mahsur yoktur. Ya kendilerine “devrimci”, “sosyalist” diyen bileşenler ve HDP’yi ‘dışardan’ destekleyenler? Son seçimlerde yaşandığı gibi kitleler sandıktan uzaklaşırken, onlar sandığı umut diye göstermeye devam mı edeceklerdir? Bu, devrim hedefinden iyice uzaklaşmanın, kitlelerin bile gerisine düşmenin göstergesi değil midir?

 

Boykot kazandı

Bu seçimlerde boykot taktiği izleyen sınırlı sayıda komünist ve devrimciler haklı çıkmışlardır ve gerçek kazanan onlardır. Haklılıkları, sadece seçimlere katılım oranının oldukça düşük çıkması ile sınırlı değildir. Kuşkusuz bu doğru bir öngörüde bulunma ve taktiğin kitleler nezdinde de kabul görmesi bakımından önemlidir. Fakat daha önemli olanı, böylesine anti-demokratik, böylesine göstermelik bir seçim oyununa alet olmamaları, kitleleri bu yönde uyarmaları, ilkeli bir duruş ortaya koymalarıdır. Dolayısıyla siyaseten kazanmış olmalarıdır.

Seçime katılım yüksek çıksaydı bile, doğru tutum boykottu. Çünkü bu, ne parlamento, ne de yerel seçimlerdi. Devletin en üst kurumuna, devleti yönetecek bir kişiyi seçmekti. Hem de aday olabilmek için 20 milletvekiline; kazanabilmek içinse, oy verenlerin yüzde 51’ine sahip olmanın gerektiği bir seçim… 

Böyle bir seçimi boykot etmek için klasik boykot taktiği üzerine yazıp-çizmenin bir gereği yoktur aslında. ML’ler “somut durumun somut tahlili”ni yaparak taktiklerini belirler. Buna karşın devrimci basında o kadar demagojik argümanlar kullanılmış, çarpıtmalar yapılmıştır ki, parlamento ve yerel seçimlerle, cumhurbaşkanı seçimi arasındaki farkı ve “parlamentodan yararlanma” ilkesi ile, parlamenterizmin iki ayrı uç olduğunu kısaca da olsa hatırlatmakta yarar var.

Genel olarak boykot taktiği, Lenin’in deyimiyle parlamentonun “kitlelerin gözünde de miadını doldurduğu” grev ve gösterilerle ayağa kalktığı dönemlerde gerçekleşir. Bolşevikler, “devrimin yükseliş yılları”nda (1903-1905) boykot taktiği izlerken, “yenilgi yılları”nda (1907-1912) aday göstermişlerdir. Fakat asıl mesele, bu adayların nasıl bir işlev gördüğüdür. Bir başka ifade ile “parlamentodan yararlanma” ilkesinin içeriğidir.

Kapitalizmin gelişmesi ve “genel oy hakkı”nın yaygınlaşmasıyla birlikte (ki genel oy hakkı, büyük mücadelelerle kazanılmıştır) komünistler parlamento seçimlerine katıldılar. Bunda amaç, düzenin teşhiri, kendi programlarının geniş kitlelere propaganda edebilmesiydi. İkincisi, Lenin’in “burjuvazinin ahırı” olarak nitelediği parlamentoda dönen dolapları içeriden görüp kitlelere anlatabilmekti. Esasında kararların parlamentoda değil, kapalı kapılar ardında alındığını sergilemekti. Buradan hareketle parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, ancak tüm kurumlarıyla birlikte devleti yıkarak, yani devrim yaparak bunu başarabileceklerini kitlelere gösterebilmekti. Ki bunu Rusya’da Bolşevikler çok iyi bir şekilde yaşama geçirmişler, hem parlamentoda grup kuracak bir güce ulaşmışlar ve parlamento kürsüsünü devrimci tarzda kullanmışlardır; hem de bu sayede kitlelerin gözünden parlamentoyu düşürerek, onları tek doğru seçeneğe, devrime yöneltmişlerdir. Hem de tutuklanma, sürgün, ölüm pahasına… 

 “Duma’daki (Rus parlamentosu-bn) toprak sahibi milletvekillerinin emperyalist savaşa girilmesini onayladıkları 26 Temmuz 1914 günlü oturumunda, Bolşevikler protestoda bulundular. Savaş fonlarını reddettiler ve olayları kamuoyuna yansıttılar. 1914 Kasım’ında Bolşevik milletvekilleri tutuklandı. 1915 Şubat’ında yargılandı ve Doğu Sibirya’nın Tuhurhast Bölgesi’ne müebbet sürgüne mahkum edildiler.” (Lenin, Sağ ve sol sapmalar üzerine, sf. 152)

Burada anlatılan sadece bir olaydır. Bunun gibi onlarcası yaşanmıştır ve Bolşevik parlamenterler ölüm pahasına gerçekleri açıklamışlar, her aşamada egemenlerin işlerini zorlaştırmıştır.

Ancak “parlamentodan yararlanma” ilkesi revizyonistler tarafından “barışçıl devrim” teorilerine payanda yapılır. Hatta komünistlerin çok güçlü olduğu Almanya’da “vatan savunması” adı altında kendi emperyalistlerinin çıkarlarını savunacak duruma düşerler. Bunun mükafatını da hükümette girerek, Bakan olarak alırlar. Lenin, savaşa karşı bu tutumu örnek göstererek, “Bolşevik milletvekilleri sürgünde, revizyonist milletvekilleri Bakan koltuklarında” der. Esasında bu, “parlamentodan yararlanma” ile parlamentarizm arasındaki farkı çarpıcı bir şekilde ortaya koyan tablodur.

1917 Devrimi ve arkasından patlak veren ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri ve devrimler, bu “barışçıl geçiş” hayallerine darbe vurur. Ne var ki, ‘60’lı yıllarda başta SSCB olmak üzere devrim yapmış birçok ülkede yaşanan geri dönüşler, revizyonist-reformist partileri güçlendirecektir. Başta Avrupa olmak üzere birçok yerde düzenin parlamenter yoldan değiştirilebileceği fikri yayılmaya, devrim yerine reformlar geçmeye başlar. Birçok “komünist”, “sosyalist” parti, “ana muhalefet” hatta “hükümet” partisi olur. Ama kapitalist sistemde değişen bir şey olmayacaktır. Hatta işçi ve emekçilere dönük en büyük saldırılar, bu hükümetler döneminde yapılacaktır. Tıpkı bizde sosyal-demokratların hükümet oldukları dönemde yaşandığı gibi.

Zaten bu sözde komünist-sosyalist partilerin, gerçekte sosyal-demokratlardan farkı da kalmayacaktır. Avrupa’da böyle cereyan ederken, Latin Amerika’da askeri darbelerle “barışçıl devrim” hayalleri tuzla-buz edilir. Bunun en bilinen örneği Şili’de “sosyalist” Allende Hükümeti’nin general Pinoche’nin başkanlığında bir darbeyle yıkılmasıdır.  

 

Ülkemizde parlamentarizm

Bizde kendine “sosyalist” diyen bir partinin parlamentoya girişi, ’61 anayasası sonrası TİP’in meclise girmesiyle başlar. Fakat TİP, zaten “barışçıl devrim” teorilerini savunan revizyonist bir partidir. Parlamentoda grup kuracak milletvekiline sahip olmalarına karşın, devrimci tarzda “parlamentodan yararlanma” ilkesine uygun bir pratik izlemezler. Ona rağmen birçok saldırıya maruz kalırlar.

Sonraki örnekler, Kürt ulusal hareketinin “bağımsız” veya farklı bir parti adına girerek parlamentoda yer almalarıdır. Bunu kendi amaçları doğrultusunda kullanmışlardır da. Özellikle meclise ilk giren Kürt vekiller, birçok saldırıyı göze alarak kürsüden Kürtçe yemin etmiş, uzun yıllar hapis yatmışlardır. Ancak “siyasal çözüm” temel politika olunca, zaten reformist bir hatta girilmiş ve parlamento yararlanılacak ve teşhir edilecek değil, sorunları çözecek bir kurum olarak görülmeye, ona uygun davranılmaya başlanmıştır.

2000’li yıllardan itibaren ise, Türkiye devrimci hareketinde başgösteren tasfiyecilik, reformizme ve onun en bayağı ve en çıplak hali parlamenterizme yönelimi arttırır. Parlamentoya girecek kitle gücüne sahip olunamadığı için de Kürt hareketine yamanılır. Onlar üzerinden meclise giren Ufuk Uras, Levent Tüzel, Ertuğrul Kürkçü gibi milletvekillerinin nasıl bir pratik izledikleri bilinmektedir. Bırakalım parlamentoda dönen dolapları açıklamayı, o çarkın bir parçası olmuşlar, yer yer AKP’ye bile destek çıkan ve her koşulda Kürt hareketine tabi bir duruş sergilemişlerdir. Bunların reformist çizgileri ve Kürt hareketinin icazetiyle orada bulundukları düşünülürse, farklı bir tutum da beklenemez.

Görüldüğü üzere ülkemizde “parlamentodan yararlanma” ilkesine uygun şekilde mecliste faaliyet yürüten devrimci bir parti veya milletvekili olmamıştır. O yüzden de parlamento seçimlerine katılmayı,  “başbakanı seçmek”le özdeşleştiren ve oradan “cumhurbaşkanı seçimleri”nin neden boykot edildiğini soran, boykotçuları buradan sıkıştırmaya kalkanlar olmuştur (Atılım gazetesi). Oysa komünistler parlamentoya -dolaylı da olsa- “başbakanı seçmek” için girmezler. Neden girdiklerini yukarıda özetledik. Kaldı ki, başbakan, genel olarak cumhurbaşkanı tarafından birinci çıkan partinin genel başkanına “hükümet kurma” yetkisi verilerek belirlenir. (Farklı olması istisnadır.) Ama  parlamenterler başbakanı seçmezler. Sadece kurulan hükümete güvenoyu verirler ya da vermezler. Her ülkede kimi farklılıklar olmakla birlikte genel olarak böyledir. Kastedilen, birinci parti çıkmak ve genel başkanını başbakan yapmaksa, bu tam da “barışçıl devrim” teorisine denk düşer. Eğer birinci parti çıkacak kadar gücün varsa, neden devrim yapmıyorsun da hala parlamentoda oyalanıyorsun diye sorulur.

Cumhurbaşkanı seçimlerine katılmanın da bundan farkı yoktur. Yüzde 51’lik bir oy oranına sahip olacak kadar güçlüysen, kitleleri ayaklanmaya çağırmak gerekmez mi? Ne Rusya’da ne de devrim yapmış diğer ülkelerde komünistler, kitlelerin yarısının desteğini almayı beklemediler. Çok daha az bir kitleyle ama uygun zamanı tespit ederek ve doğru taleplerle geniş kesimleri etkilemeyi başardılar ve devrim için ayaklanmaya çağırdılar.

Yok eğer “biz seçimlere kazanmak için değil, propaganda için giriyoruz” diyorsanız, bu da devletin en tepe noktasına bir kişiyi aday gösterip “halkın cumhurbaşkanı”, “halkın iktidarı” propagandası ile olmaz. Aksine her kim seçilirse seçilsin, bu düzeni korumakla yükümlü olduğu ve varolan durumu değiştiremeyeceği, bunun için devrim gerektiği propaganda edilir. Bunun için de aday göstermek gerekmez. Çünkü parlamento, yüzlerce vekilin yer aldığı bir meclis, “yasama aygıtı” iken; “başbakan” ya da “cumhurbaşkanı” tek kişilik bir makam ve “yürütme aygıtı”dır. Bunlar arasında çok önemli farklar olduğu açıktır. “Parlamentodan yararlanma” ilkesi, bu makamlar için sözkonusu olamaz. Dolayısıyla parlamento ve yerel seçimlerle bir ve aynı görmek, aday çıkarmak doğru değildir.

 

Seçim sonrası…

Cumhurbaşkanlığı seçimleri bitti. Erdoğan muradına erdi. Yerine de Davutoğlu gibi bir vekil bıraktı. Ama sular durulmuş değil. Ne burjuva klikler cephesinden, ne de işçi ve emekçilerden gerekli desteği sağlayabilmiş ve mutlak üstünlüğünü kurabilmiş değiller.

İlk çatlak “adli yıl açılışı” dolayısıyla yaşandı. Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun törene konuşmacı olarak çağrılmasını istemeyen, hatta “o gelirse ben gelmem” diyen Erdoğan, Yargıtay Başkanı’ndan “hayır” yanıtını aldı. Sonuçta Erdoğan ve yeni hükümet, adli yıl açılışına katılmadılar. Ayrıca Genelkurmay Başkanı da “çözüm süreci”ne kendilerinin dahil olmadığını, “PKK’yi terör örgütü olarak görmeye devam ettiklerini” söyledi. Kurumlar arasındaki çelişki ve çatlaklar, daha Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı koltuğuna oturduğu ilk günden başladı. Ve o koltukta hiç de rahat oturamayacağı belli oldu.

Elbette onlar için en büyük tehlike, işçi ve emekçilerin eylemleriyle gelecektir. AKP ve Erdoğan, en büyük yarayı Haziran direnişinde aldı. O günden bugüne de kaç seçim kazanırsa kazansınlar, esasında hep aşağıya doğru gittiler. Artan zamlar, düşük ücretler, işçi kıyımı, hergün yaşanan iş cinayetleri ile iyice bunalan işçi ve emekçiler, yeniden büyük patlamaları yaşatacaktır ve Haziran’ın yarım bıraktığı işi tamamlayacaklardır.

Bunlara da bakabilirsiniz

1 Mayıs’ta Taksim’e çağıran afişler yapıldı

İstanbul’da işçi ve emekçileri 1 Mayıs’ta Taksim’de olmaya çağıran, PDD ve DSB imzalı afiş ve …

Lezita işçileri direniyor

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Lezita fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’na üye işçilerin direnişi sürüyor. Abalıoğlu Grup’a …

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …