7 Ocak günü, Paris’te yayınlanan haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo’nun, Bastill Meydanı yakınındaki bürosuna silahlı saldırı düzenlendi. Saldırıda, derginin dünyaca ünlü çizerlerinin de bulunduğu, 12 kişi yaşamını yitirdi.
Katliamın hemen ardından, failler tespit ve ilan edildi. Cezayir göçmeni ve Fransız vatandaşı Kuaşi kardeşler, katliamı gerçekleştiren kişiler olarak dünyaya duyruldu. Hemen yerleri tespit edildi, canlı yayında otomobille kovalamaca sahneleri izlettirildi ve yine canlı yayınla, kıstırıldıkları bir binada öldürüldükleri açıklandı. Saldırının Yemen El Kaidesi tarafından üstlendiği haberleri hızla basında yer aldı.
Gerçekleşen katliam, tüm dünyada bir infiale neden oldu. Pekçok ülkede eylemler, yürüyüşler, protestolar gerçekleştirildi. Fransa’da 4 milyon kişinin katıldığı, Fransız Cumhurbaşkanı Hollande başta olmak üzere pekçok ülkeden devlet başkanlarının en önde saf tuttuğu yürüyüş, bu eylemlerin en görkemlisiydi.
“Fransa’nın 11 Eylül’ü” mü?
Paris’te gerçekleşen saldırı, birçok kesim tarafından, ABD’nin 11 Eylül 2001’de yaşadığı uçaklı saldırılara benzetildi. Gerçekten de saldırının benzeyen kimi yanları var, diğer taraftan benzemeyen yanları da.
En önemli benzerlik “dünyanın doğusunda” ve “geri kalmış ülkelerde” yaşanmasına alışkın olduğumuz savaşın, emperyalist metropolleri vurmasıdır. Emperyalist ülkelerde kitlelerin, savaşı basından izledikleri, uzaktan yorum yaptıkları ve kendilerini en güvende hissettikleri alanlarda, savaşın gerçekliği ile doğrudan temas etmelerinin yarattığı şok etkisi, ABD’nin 11 Eylül’ü ile Paris’in 7 Ocak’ını birbirine yaklaştırmaktadır. Saldırının yarattığı tahribat ve can kaybı kıyaslamalarından bağımsız olarak bu böyledir. Çünkü siyasal olarak benzer bir durum sözkonusudur.
İkincisi hem ABD hem de Fransa bu saldırıları, o güne kadar hedefledikleri bir ülkeye saldırmanın bahanesi haline getirmeye çalışmışlardır. ABD için bu Afganistan’dan başlayan bir “Ortadoğu’nun fethi” savaşıydı. Fransa ise, yeni emperyalist savaşta bugüne kadar oldukça saldırgan bir tutum izliyordu. Libya’nın işgalinde önden yürümüş, Mali’yi tek başına fethetmeye çalışmıştı. Şimdi ise, tam da Yemen’de Şiilerin etkinliği artıp yönetimi hedeflemeye başladıkları bir dönemde, Paris’teki eylemi “Yemen El Kaidesi” üstleniyordu. Fransa için bu, Yemen’i bombalamaya başlamak için yeterli bir gerekçeydi. Üstelik, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, 7 Ocak katliamından iki gün önce, “Suriye’ye saldırmadığımız için çok pişmanım” diyordu. 7 Ocak saldırısı, Hollande’ın bu pişmanlığını gidermesi ve Suriye’ye saldırmayı meşrulaştırması için de bir “gerekçe” kazandırmıştı.
Zaten saldırının kendi içinde son derece tartışmalı yanları vardı. Mesela cep telefonuyla tesadüfen çekilen görüntüler, saldırıyı üç kişinin gerçekleştirdiğini gösteriyordu; ama iki kişinin ismi açıklandı, üçüncü kişi konusunda sonrasında hiçbir açıklama yapılmadı. İsmi açıklanan iki kişi, sözde kimliklerini araç içinde düşürmüşlerdi; oysa görüntülerde adeta kontgerilla gibi, son derece eğitimli, soğukkanlı ve profesyonel davranıyor, profesyonel silahlar kullanıyorlardı. Böylesine profesyonel katillerin, “kimlik düşürmek” gibi acemice ve anlamsız bir davranış göstermesi ihtimali kimseyi inandırmıyor. Dahası, “canlı yayında” arabayla takip edildiler, kıstırıldılar ve öldürüldüler; ama izleyen hiçkimse, izlenen-öldürülen kişilerin kim olduğunu, ismi açıklanan Kuaşi kardeşler olup olmadığını göremedi, öğrenemedi. Yayınevinin içinde-dışında saldırının gerçekleşmesine ilişkin de, saldırgan olduğu iddia edilen kişilerin öldürülmesine ilişkin de tek bir kamera görüntüsü bugüne kadar yayınlanmadı.
11 Eylül sonrasında, saldırının ABD’nin bizzat kendisi tarafından organize edildiği konusunda çeşitli bilgiler-söylentiler ortaya saçılmıştı; bugün Paris’teki saldırının da Fransa’nın kontrgerillası tarafından organize edildiğine ilişkin söylentiler az değil. Bir başka benzerlik de budur.
Kendileri yapmış olsun olmasın, her iki emperyalist ülke de saldırıları kendi savaş çığırtkanlığının temel argümanına çevirdi.
Diğer taraftan, iki saldırı arasında, benzemeyen son derece önemli bir unsur da vardır: İlkinde, gerçekleşen katliam, kitlelerde, tam da hedeflendiği gibi büyük bir korku ve panik oluşturmuştu. 11 Eylül, emperyalist metropollerde gerçekleşen ilk saldırıydı ve hedefi belirsiz bir “kör terör” niteliğindeydi. Kitleler, savaş çığırtkanlığına yeterince hazır değildi; bir taraftan dünya genelinde savaş karşıtı bir hareket yükselirken, diğer taraftan ABD’nin kendi içinde savaş yanlısı bir kitle tabanı oluşturulabildi. Fransa’da ise, hedef belirliydi; laik, solcu bir gruba, üstelik de “gazeteci” olarak muhalefet yürüten bir gruba yönelik bir radikal islamcı terör sözkonusuydu. Bu durum, tüm dünyada saldırganlara yönelik tepkiyi yükseltti. Saldırıyı protesto için yapılan eylemlerde en öne çıkan sloganın “korkmuyoruz” olması son derece önemlidir.
Yanısıra; bir olay ilk yaşandığında, bir yöntem ilk kullanıldığında etkili olabilir; ikincisinde kitlelerin tepkisi farklı olur. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin hegemonya savaşının her yerde teşhir olması, başka ülkelere “demokrasi” değil katliam ve sömürü götürdüğünün açıkça ortaya çıkması, yürüttüğü savaşın kirli ve vahşi yüzünün pekçok biçimde kanıtlanması; hepsinden önemlisi, radikal islamcılara karşı savaştığını iddia etmesine rağmen, gerçekte radikal islamcıları yaratan destekleyen ve güçlendiren unsur olduğunun somutlaşması gibi unsurlar, 11 Eylül’den bu yana, kitlelerin savaş karşıtı tepkilerini yükselten bir etki yarattı. Hem ABD hem de Fransa, buna rağmen saldırılarını, işgallerini, katliamlarını sürdürdüler. Ancak kendi halklarını da, dünya halklarını da bu savaşa yedeklemeyi başaramadılar. Fransa Libya’yı bombalarken de, Mali’ye saldırırken de, kendi ülkesindeki kitlelerin tepkisiyle karşılaştı.
İşte bu koşullarda, Fransa’nın hemen savaş çığırtkanı bir söylem tutturması, kitlelerde yankı bulmadı. Charlie Hebdo’nun katillerine duyulan tepki, savaş karşıtı söylemlerle bütünleşti. Eyleme katılanlar, IŞİD ve El Kaide’ye yönelik öfkelerini ifade ederken, onların arkasındaki emperyalist desteğe de tepkilerini gösterdiler.
11 Ocak yürüyüşünde ortaya çıkan tablo, bu yönüyle çarpıcıydı. Kitleler, sadece radikal islamcı terörü değil, önde yürüyen ve sözde “önderlik” eden devlet başkanlarını da protesto etti. Devlet başkanları tepkiler ve yuhalamalar eşliğinde yürüdüler. Ve planlan süreden daha erken, kortejden ayrılmak zorunda kaldılar.
Türkiye’nin IŞİD’e desteği tartışılıyor
Yürüyüşe Türkiye’den Davutoğlu’nun katılması da, oldukça tartışma yaratan unsurlardan biriydi. Radikal dinci terör örgütlerine en büyük desteği veren ülkelerden biri olan Türkiye’nin, radikal dinci terör eylemini “protesto” etmek için katılması, Avrupa ülkelerinde tepkiye neden oldu.
AKP hükümeti, Suriye’deki savaş başta olmak üzere, radikal dincilere dönük desteğini sürekli olarak inkar ediyor. Ancak bugüne kadar, bu desteğin açık göstergesi olan sayısız kanıt ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıl Suriye’ye giderken durdurulan MİT tırlarından çıkan hafif ve ağır silahlar, en somut kanıtlardan biriydi mesela. Sınırlarda Türkiye askerlerinin IŞİD çeteleriyle samimi sohbetleri görüntülenmişti mesela. CIA, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen IŞİD’lilerin sayısının 18 bin civarında olduğunu açıklamıştı. Türkiye’nin sınır kentlerindeki hastanelerde, Suriye’deki savaştan gelen sayısız IŞİD yaralısının tedavi edildiği biliniyordu. IŞİD’lilerin kalmaları için diyanetin misafirhaneleri kullanılıyor, Bolu’daki kamplarda eğitim görmeleri sağlanıyor, tüm ihtiyaçları karşılanan teröristler, savaşmak için Suriye’ye gönderiliyordu.
En son, Paris’te Yahudilerin marketine dönük saldırıyı gerçekleştiren Ahmet Kolibali’nin sevgilisi Hayat Bumedyen, saldırıdan birkaç gün önce Türkiye’ye gelmiş, İstanbul’da birkaç gün kaldıktan sonra Suriye’ye geçmişti.
Son dönemde ABD’li ve Avrupalı pekçok kurum, istihbarat birimi ve gazeteler, Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiğinin kanıtlarını açıklıyor, bu desteği kesmesi gerektiğini söylüyordu. Dahası, ABD bile Suriye’den Esad’ı söküp atamayacağını anladığı için taktik değişiklikler yapma ihtiyacı duyuyor; IŞİD’e karşı dünya halklarının nefreti yükseldiği için, IŞİD’i üreten ve güçlendiren unsur olduğunu gizlemek için uğraşıyor. Bu koşullarda “Esad gitsin” diyen ve IŞİD’in arkasında durmaya devam eden tek ülke olarak Türkiye kalıyor. Türkiye, adeta Amerika’ya rağmen, Esad’ı yoketmek için bir savaş yürütüyor, IŞİD’in bunu başarmasını sağlamaya çalışıyor. Bu da, ABD’nin çıkarları ile çatışıyor.
Ve bu koşullarda, pekçok Avrupalı gazeteci ve devlet yetkilisi, Davutoğlu’nun Fransa’daki yürüyüşe katılmasının bir “ikiyüzlülük” olduğunu açıkça söyledi. Independent gazetesi, Davutoğlu’nun yürüyüşteki varlığının, “IŞİD’le suç ortaklığı” nedeniyle yadırgandığını açıkça yazdı. Dünya kamuoyunda El Kaide’ye ve genel olarak radikal islamcı teröre karşı tepkiler yükseldikçe, Türkiye gibi destek veren ülkeler ve Erdoğan gibi bu desteğin başını çeken unsurlar, hedef tahtasına giderek daha fazla çakılıyorlar. Hele ki IŞİD’in açık vahşetine duyulan öfke arttıkça, onları destekleyenlerin ileride “uluslararası savaş suçları mahkemesi”nde yargılanmasının zemini de güçleniyor.
Dinci saldırganlık kışkırtılıyor
AKP, dünya karşısında zora düştükçe, içerideki saldırganlığını artırdı. Davutoğlu’nun yürüyüşe katılmasına dönük tepkiler arttıkça, onlar da kitlelerin dikkatini dağıtmak için Türkiye’de dinci saldırganlığı kışkırtacak ve gerçek yüzlerini açığa çıkaracak hamleler yaptılar.
Erdoğan ve Davutoğlu, Charlie Hebdo katliamını “kimse Müslüman değerlere saldıramaz” benzeri sözlerle açıkça sahiplenmişti. Keza, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Charlie Hebdo eylemlerini ‘ibretle’ izlediklerini” söyledi. Onların bu hedef göstermesi hemen karşılığını buldu. Mesela Bitlis’in Tatvan ilçesinde AKP’li belediyenin Bilboard’unda şu yazı vardı: “Selam olsun Allah’ın Resulu’nün öcünü alan Kuaşi kardeşlere. Allah şehadetinizi kabul etsin. Siz vurunca demokrasi, biz öc alınca terör.” Bazı camilerde Kuaşi kardeşler için gıyabi cenaze namazı kılındı. Fatih Camii’nde Usame bin Ladin ve Kuaşi kardeşlerin pankartlarıyla gösteri düzenlendi. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde Paris katliamını protesto eden üniversitelilere gerici ve faşistler saldırmaya çalıştı; öğrencilerin direnişi üzerine geri çekilmek zorunda kaldı.
Cumhuriyet gazetesine dönük saldırganlık, bunların en öne çıkanıydı. Cumhuriyet, Charlie Hebdo dergisinin, katliam sonrasında basılan sayısından bir seçkiyi yayınlayınca, dinci kışkırtma ayyuka çıktı. Matbaayı polis bastı; ancak “suç unsuru”na rastlayamadıkları için gazetenin dağıtımını durduracak yasal bir karar çıkartamadılar. Bunun üzerine, doğrudan gazete binasına dönük saldırı, dört bir koldan örgütlendi. Erdoğan’dan Gökçek’e, Yeni Akit gazetesinden twitter trollerine kadar çok geniş bir cepheden, Cumhuriyet gazetesinin peygamber ile alay eden karikatür bastığı, buna sessiz kalınamayacağı üzerine bir yaygara kopartıldı. Dahası, Paris katliamına ve Madımak katliamına atıflarda bulunan açık tehditler savruldu. Bu arada polis Cumhuriyet gazetesinin etrafını kuşattı ve dışarıda gazeteyi protesto eden bir gösteri örgütlendi.
Kışkırtılan bu saldırılar, tartışmaları başka bir noktaya taşıdı. Bir tarafta “düşünce özgürlüğü” üzerinden, Charlie Hebdo’nun yayın çizgisinin tam bir savunusu çıktı ortaya, diğer tarafta ise, “müslümanların duyarlılıklarını” dikkate almaya dönük geri adımlar şekillendi. Hatta Cumhuriyet gazetesi, tam da bu tartışma zemininde ciddi bir çalkantıya sürüklendi.
Keskinleşme dönemlerinde uçlara savrulmaktan daha doğal bir şey yoktur. Ancak biz, herşeye rağmen gözümüzü ‘doğal’ değil, ‘doğru’ olana çevirmeliyiz. “Sanatın özgürlüğü”, “düşünce özgürlüğü” gibi kavramlar da, sınıfsal bakıştan yoksun ele alınamaz. İlkesel olarak, “kitlelerin-proletaryanın çıkarları” için kullanılmadığı sürece, “düşünce özgürlüğü” denilen şey, herşeyle sınırsızca alay etme ya da aşağılama özgürlüğüne rahatlıkla dönüşebilir; mesela faşizmi ya da işkenceyi övme “özgürlüğü”ne de zemin sunabilir. Böylesine sınırsız bir “özgürlük”, liberal burjuvazinin propagandasıdır; ancak burjuva demokrasisinde bile uygulanma zemini yoktur. Devrimci-komünistler ise, muhalif kimlikleri nedeniyle katledilen aydın-sanatçılara sahip çıkmak ve katliamı lanetlemekle birlikte, “kitlelerin çıkarları”nı gözetmeyen bir “düşünce özgürlüğü”nü savunmazlar.
Diğer taraftan, “Müslümanların duyarlılıkları” adına dinci-gericilik karşısında geri adım atan, “İslam barışçıldır” demagojilerine ortak olan, “dine karşı hoşgörü”yü vaazeden yaklaşımlarla da araya kesin sınırlar çizmek zorunludur. İslam, “barışçı” değil, “iktidar” hedefleyen, yayılmacı bir dindir. Bir müslümanın “cennete gitmesi”nin garantisi, kendi adına dinin vecibelerini yerine getirmesiyle sınırlı değildir; çevresindekilerin de dinin vecibelerini yerine getirmesini, zorla da olsa sağlamakla yükümlüdür. Bu “zorla da olsa”nın sınırı yoktur, dine uygun yaşamayanları öldürmeye kadar uzanmaktadır. Kur’an’da bununla ilgili sayısız ayet bulunmaktadır; Peygamber’in kendi hayatı da din uğruna savaşlarla geçmiştir. Madımak katliamından El Kaide terörüne kadar sayısız örnek, “din perspektifli yaşam”ın doğal-kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu nedenle, “dine karşı hoşgörü” kavramı da, “dindarların duyarlılıklarına hoşgörü” kavramı da, devrimcilerin jargonu ve eylem klavuzu değildir, olamaz. Son dönemde HDP merkezli olarak yaygınlaştırılmakta olan bu söylemler, dinci-gericilikle uzlaşmaktan başka birşey değildir.
Tüm bu tartışmalar, sorunu dinci-laik sınırlarına indirgemektedir; bunun da sınıf mücadelesine bir katkısı yoktur. Bu nedenle, dincilerle laikler arasında bir tercih yapmaya çalışmaktansa, sınıfsal çelişkileri öne çıkarmak, dine inanan-inanmayan bütün yoksul emekçilerin, sınıf mücadalesinde ortaklaşmalarını sağlamaktır.
Fransız emperyalistleri, bu katliamın arkasından iki somut adım peşindedir: Birincisi, “güvenlik” adı altında en ağır baskıcı yasaları çıkarmak, kitlelerin üzerinde bir terör havası estirmek, her alanda tam bir denetim ve kuşatma sağlamaktır. İkincisi ise, saldırganların kimliğini bahane ederek, Yemen ya da Suriye’ye karşı bir savaşı meşrulaştırmak, buna Fransız kitlelerin desteğini sağlamaktır. Yaşanan katliama karşı yükselen öfke, aynı zamanda emperyalistlerin Ortadoğu politikalarına karşı da yükselmektedir. Bu öfkenin, her ülkede kendi egemen sınıfına yönelmesini sağlamak, Ortadoğu’daki emperyalist savaşa karşı yürütülecek en önemli politikalardan biridir. Dinci-laik temeldeki bir tartışmanın, bunu karartmasına izin vermemek gerekir.