“İspanya’da bir ağaç varsa kana bulanmış
özgürlüğün ağacıdır!
Kalmışsa İspanya’da tek ağız
Özgürlüğü haykırır!”
Paul Eluard
Bir yüzü Afrika’ya, diğeri Avrupa’ya bakan bir Akdeniz ülkesidir İspanya… Büyüleyici ritimleriyle flamenko dansları, nefes kesen dövüşleriyle arenaları, “zil, şal ve gül” ülkesi… Basklıların, Katalonların, Arapların, Emevilerin kaynaşması, halkların kültür harmanı…
Bir de gerçek yüzü var İspanya’nın. Katalonya, gündeliği birkaç ekmek demek olan maden işçilerinin yatağıdır. Endülüs, milyonlarca aç ve topraksız köylünün yeridir. Ve Guernica... Tekellerin, toprak sahiplerinin ve onların temsilcisi diktatörlerin yarattığı sefalet ve katliam tablosudur. Ve elbette diz çökmeyenlerin yeridir. Tam da bu yüzden İsyanya demek “No Pasaran” demektir!
1930’lu yıllar… İkinci emperyalist paylaşım savaşının hemen öncesi, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler iktidardadır. Balkan ülkelerinde faşist rejimler işbaşındadır. İspanya’da ise, 1931 yılında Cumhuriyetçiler hükümete gelirler. Ancak uluslararası planda güç kazanan faşizmin cesaretlendirici etkisiyle içte de faşist terör gittikçe tırmanır. İspanya’yı Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası yapmaktır amaçları.
Buna ilk tepki, Asturias maden işçilerinden gelir. Ve 1920’lerde kurulan, köklü bir geçmişe sahip İspanya Komünist Partisi (İKP) harekete geçer. İçlerinde sol cumhuriyetçilerin de olduğu “Halk Cephesi” komünistlerin önderliğinde oluşturulur. 1936’daki seçimlerde, gerici ve faşistlerin 132 sandalyesine karşılık 267 sandalye ile seçimleri kazanırlar. Hükümet, dışarıdan komünistlerin desteği ile sol cumhuriyetçiler tarafından kurulur. Böylece egemenlerin planları tuzla buz olur ve İspanya artık kara listededir.
Başta ABD olmak üzere emperyalistler, faşistlerin sırtını sıvazlamaktadır ve bir darbe hazırlığı içindedirler. İkinci emperyalist savaşın “ilk provası”, adeta bir laboratuvarı olur İspanya…
“Altedilemez aydınlığı umudun”
16-17 Temmuz 1936 akşamı, radyolardan sıradan bir cümle geçer: “Hava bütün İspanya’da bulutsuz…”
Fakat bu, gerçekte sıradan bir cümle değildir; faşist ayaklanmanın işareti olan bir şifredir. Bu şifrenin ardından Francocular, Fas’ı ve Adalar’ı bir günde ele geçirirler ve İspanya’ya doğru yürümeye başlarlar.
Buna karşılık o güne kadar tüm uyarılara rağmen tedbir almayan hükümet, “silah, silah” diye sokakları inleten kitleleri görmezden gelir, geç davranır. İtalya, Almanya ve Portekiz on binlerce askerini, en modern savaş araçlarını faşistlerin hizmetine sunar; ABD, Franco’ya destek kredileri ve petrolünü akıtır. Fransa, sözde cumhuriyet yanlısı görünür, ama sınırlarını kapatarak gönüllülerin ve yardımların geçmesini engeller. Sözün kısası; dünya kapitalistleri, direnen İspanya ve onun yoldaşlarına karşı ittifak halindeydiler.
İspanya işçi ve köylüleri, kapılarına dayanan faşistlere “buyrun içeri girin” diyemezlerdi, onun sözde gücüne, yaratmaya çalıştığı korku ve panik havasına tek bir taş atmadan teslim olamazlardı. Çünkü onlar kendi güçlerinin farkındaydılar. Biliyorlardı, en büyük güç yürekte ve bilinçte saklıydı. Ve beklemenin kahredici, tüketici hastalığını aşıp, harekete geçmekteydi mesele. Ekmek bıçaklarıyla, sapanlarla, kızgın yağlarla, koçbaşları ile savaşan kendileriydi. Hücuma kalkmak yabancı değildi onlara. Yiğit direnişleriyle Asturias madencileri, Barcelona’nın grevcileri, Saragosa’nın militan işçileri, toprak işgallerinin usanmaz köylüleri… biliyorlardı bu işi.
Radyoda yankılanan bir kadın komünistin, La Pasionaria’nın sesi, bilmeleri gereken şeyi söylüyordu: “DİZ ÇÖKÜP YAŞAMAKTANSA AYAKTA ÖLMEK YEĞDİR. NO PASARAN!”
Ölmenin yaşatmak gibi bir anlamı olduğuna inananlar, geçit vermeyeceklerdi faşizme. “No Pasaran”, onurun, insanlığın, yaşamanın sloganı olmuştu artık; sahip çıkılacaktı. İspanya işçi ve köylüleri, direnişi seçmişlerdi. “Biz tutsak edilmeden önce, nehirler denizi kızıla boyayacak kadar çok soylu kanla akacaktır” diyordu bir Bask türküsü. Bir başka türkü şöyle sesleniyordu: “Faşizm çiğner ya şimdi yurdu / and içtim halkım / özgür kalacak Euzcadi / yurdunu seven kişiler var hala / ölümü yeğ tutan onursuz bir yaşama…”
İspanya geçit vermiyordu. Öyle bir direnişti ki bu, her aşamasında kitlelerin neleri başarabileceğini ve yaratabileceğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. “Korkak birinin karısı olmaktansa, kahraman bir dul olurum” diyen ev kadınlarıydılar mesela. “Faşist hakarete uğramak, bacağımı kaybetmekten çok daha acı veriyor” diyen yaşlı köylülerdi. Direnmek için çok özel nedenleri olması gerekmiyordu. Kapılarına dayanan felaket, hepsinin ortak umudunu boğmaya uzanmış faşizmin elleriydi. Buna karşı savaşmak dışında başka seçenekleri yoktu.
Savaşılmalıydı, ama nasıl? İspanyollar her köşeyi direniş mevzisine çevirdiler. Birçok kent ve bölge bir faşistlerin, bir halk ordusunun eline geçiriyordu. Faşistlerin “Arriba Espana” sloganına karşılık, “Salud” bir zafer çığlığıydı onlar için. Yiğit ve gözüpek dövüşüyordu kitleler. Fabrikalar, atölyeler işlemez hale geliyor, cephe gerisindeki ekonomi felç ediliyordu. Ama savaşın vazgeçilmez koşulu olan disiplin, plan ve düzenden yoksunluk, ne kadar cesur da olsa kitleleri güçten düşürüyordu. Merkezi bir hareket tarzından uzaktılar. Her siper kendi başına dövüşüyor, kendi başına yer değiştiriyordu. İspanya’da belli bir güce sahip anarşistlerin yarattığı bir durumdu bu. “Biz anarşistler olarak düzenli bir ordunun kurulmasına karşıyız” diyorlardı. “Disiplin, kişiliği inkar eden, onu olumsuz yönde etkileyen bir faktördür, bu yüzden disipline de karşıyız!” Cephelerde propaganda ettikleri buydu!
İspanya iç savaşına verdikleri zarar, kuşkusuz onların ‘en güçlü oldukları yerde’ aynı zamanda gerçek yüzlerini de açığa çıkarıyordu. Çok küçük bir kısmı, sonuna kadar direnişi seçmişti. Ama bu, verdikleri zararı hafifletmiyordu. Troçkistler de farklı değillerdi. Onların Sovyetler Birliği ve İspanya Komünist Partisi’ne olan düşmanlıkları öylesine büyüktü ki, ordu saflarını bozguna uğratacak, cephe gerisinde karışıklık çıkaracak sabotajlar bile yaptılar.
Komünist Partisi ise, savaşın başından beri en geniş kesimleri içine alacak, düzenli bir halk ordusu kurulması için uğraşıyordu. “Beşinci Alay” bu ihtiyaçtan doğdu. İspanya’da “Beşinci Alay” saflarında olmak, ayrı bir gurur kaynağıydı. “Herkesten önce ilerleyen, herkesten sonra çekilen” yiğit komünist gençler; ne yaptıklarını ve nasıl yapacaklarını bilen tutarlı anti-faşistlerdi onlar. “Şafağın yüreğinden savaş alanına güneşi sürükleyenler”di. Onlar adına çok türkü yakıldı, kahramanlıkları, ‘acıdan gül yaratan usta eller’e ilham kaynağı oldu. Savaşı zafere kilitlemek için yaptıkları her şey, örgütlülük, disiplin ve cesaret aşılıyordu. Beşinci Alay’ın çıkardığı, “Popular Milita” gazetesi, 75 bini bulan tirajıyla, her mevziye esin kaynağı oluyordu. Günlük olayları çizelgelerle belirten bültenler, siperlerde yerlerini her gün alıyordu. Bir sağlık merkezi ve karargah binası kurulmuştu. Milis kuvvetlerinin el bombalarını ve zırhlı araçlarını sağlayacak olan bir savaş endüstrisinin de temelleri atılmıştı. Silah tamir atölyeleri, modern hastaneler, dinlenme evleri, sanatoryumlar, asker çocukları için yetimhaneler ve yüzlerce kadının çalıştığı dikiş yurtları açılmıştı. Beşinci Alay, topçu ve piyade yetiştiren askeri eğitim kursları da açtı. Savaşa katılan ilk tankçılar ve havacılar, hep bu Alay’ın saflarında yetişti. Komünistlerin eli değince, böyle yürütülüyordu savaş…
“İnsanlık kendine yardım et!”
İspanya yalnız değildi. Hele Madrid hiç değildi. En başta Sovyetler Birliği gibi bir dostları vardı. Kilometrelerce uzaktaki sosyalist ülke ile yürekten bir bağ kuran Madrid halkının balkonlarını ve sokaklarını, Lenin-Stalin portreleri süslüyordu. Sovyetler Birliği, sade ve dolambaçsız bir yoldan İspanya’nın yardımına koşmuştu. İspanya limanlarına silah taşıyan Sovyet gemilerinde, tereyağı, un, şeker ve pamuk da vardı. Bir de uçak, tank, top, makinalı tüfek, askeri uzman ve teknisyenler… Sovyet disipliniyle eğitilmiş tankçılar ve pilotlar, Madrid’i nasıl koruyorsa; Moskova tekstil fabrikasının kadın işçileri de İspanyol kadınlarına ve çocuklarına yiyecek, giyecek ve ilaç yolluyorlardı. Bir de şileplerle silah yollayan Meksika’nın dostluğu anılmaya değerdi İspanya halkı için… Ve elbette kendi hükümetlerine aldırmadan İspanya’ya yardıma koşan dünya proletaryasının…
Komintern’in uluslararası dayanışmayı örgütleme çabası çabuk yankı buldu. Birçok yerde dayanışma dernekleri kuruldu, gösteriler yapıldı. Herhangi bir ülkenin silah fabrikasında İspanya’nın tepesine yağacak bombalar ‘arızalı’ çıkıyordu örneğin. Bombalar düştükleri yerde patlamıyor ve içinden, “bunun gibi birçoğu daha patlamayacak, selamlar… silah fabrikası işçileri” gibi notlar çıkıyordu. Ülkelerin komünist partileri, kendi halklarını harekete geçiriyor, İspanya’da savaşmak için en gözü pek savaşçılarını yolluyorlardı. Aydınlar, yazarlar, sanatçılar, Romain Rolland’ın unutulmaz sözleriyle sesleniyorlardı. “İnsanlık! Size sesleniyorum. İspanya’ya yardım edin. Kendinize yardım edin! Bugün sessiz kalırsanız, değer verdiğiniz her şey yarın mahvolacaktır!” Ve onlar, en güzel eserlerinin ilerici insanlığın davası demek olan İspanya direnişinin ön saflarında dövüşürken oluşturdular. Çünkü, ‘tarafsızlık’, bir aydın erdemi değildi gözlerinde, olsa olsa utanılacak bir işbirliği idi.
Faşistler Madrid Kapılarında
“Bir gövdedir İspanya / ve bağrında sakin sakin çarpan / koca bir yürektir Madrid. /Ağlayın analar, gitti çocuklarınız / göçtü evleriniz / ama çarpıyor hala yürek, / Madrid gece yanar, kanar gündüz / ama dimdik ayakta.”
Evet, İspanya’nın kalbidir Madrid. Ve onlar, “Madrid’i kurtarmakla bütün İspanya’yı kurtarmış olacağız” diye haykırıyorlardı. Faşistler Madrid kapılarındaydılar çünkü. Beşinci Alay hemen çağrısını yaptı; “Her ev bir müstahkem mevkii, her sokak bir siper, her mahalle çelikten bir duvar olmalıdır, No Pasaran!” İlk saldırı geldiğinde Madridliler göğüs göğüse karşıladılar onu. Kurşun yoksa taş, tüfek yoksa sopa vardı. Barikatlar mı, ölen ilk savaşçıların gövdelerinden oluşacaktı o da. Kazmayla, yabayla, orakla, bıçakla, belki atadan kalma paslı tüfekle… direniyordu Madridliler. İlk saldırı püskürtüldü.
Madrid, ikincisi için tetikte! Yumruklar sıkılı, kulaklar kirişte, pusuya yatmış hepsi. Saatler geçiyor, gerilim dayanılmaz hale geliyor. Havada ağır bir sessizlik. Birden demir ökçeli çizmelerin kaldırım taşlarındaki ritmik sesleri kaplıyor ortalığı. Duyanlar fısıldaşıyor, “Omuzlarındaki süngülerle, dimdik yürüyen bu adamlar da kim?” Sonra, birden bire dünyanın her tarafından nasırlı ellerin aynı sevecen tempoyla dinlediği marşın ortak nağmeleri yükseliyor. Madrid halkı ürperiyor. Bunlar onlar, bunlar onlar işte… “Bir koridor gibi çın çın öten daracık sokaktan ayaklarını vura vura uluslararası birlikler geçiyordu. Kimler yoktu ki aralarında. Uzun saçlı aydınlar, inatçı komünistler, Nietsche bıyıklarıyla yaşlı, Sovyet filmlerindeki jönleri andıran yüzleriyle genç Polonyalılar, kafası tıraşlı Almanlar, Cezayirliler, bunların arasına yanlışlıkla karışmış İspanyol denebilecek İtalyanlar, kimselere benzemeyen İngilizler, Maurice Thorez’e ya da Maurice Chevalire’ye benzeyen Fransızlar, her ulustan herkes hepsi de çelikleşmiş, hem de hayır, Madridli gençlerin talim hevesiyle değil, vaktiyle birbirleriyle yaptıkları savaşın, içinde bulundukları ordunun anısıyla çelikleşmiş, dimdik. Kışlalarına yaklaşıyorlardı ya, birden marş söylemeye başladılar. Ve yeryüzünde ilk defa olarak savaş düzeninde yürüyen her ulustan karmakarışık bir sürü adam Enternasyonal’i hep bir ağızdan söylediler.” (Andre Malraux-Umut sf. 319)
Madrid halkı, kendileri gibi savaşmaya ve ölmeye gelmiş bu adamları kucaklamak için koştu sokaklara. Tehlikeler, tehditler, kuşatma, hepsini unutmuşlardı. Enternasyonal ve silahlar eşiğinde hiç bitmeyecek bir kucaklaşmaydı bu. Uluslararası Birlikler’in savaşçıları sesleniyordu İspanya işçi ve köylülerine: “Ülkemiz çok uzaklarda. Ama bizim yerimiz burada, sizin yanınızda. Size özgürlüğünüzü kazandırmak için çarpışıyoruz!” İspanya işçi ve köylüleri cevaplıyor bu sesi: “Halk aynı kökten fışkırır, aynı düşten. Geldiniz işte, gösterişsiz, adsız, yalın, gerçek: Geldiniz. Savunmaya and içtiğiniz evlerin içini bile görmediniz. Sizi şimdi örten toprağı tutkuyla sevdiniz. Göğüs gerdiniz ölümcül kurşunlara. Kalın burada sonsuzca. Ağaçlarımızın, ovalarımızın sevgili konukları…”
Evlerini, sevdiklerini, çocuklarını bırakıp, “şimdi vatan Madrid önlerindedir” deyip de gelmişlerdi İspanya’ya. Kimi kolunu, kimi bacağını, kimi kendi gövdesini bırakacaktı burada. Ama ‘evrensel kardeşliğe’ adanmış yürekleri çarpacaktı hep. Çarpacaktı örneğin bir Balkan ülkesinin yeraltı nehirlerinde; Amerika’nın bir işçi grevinde; bir toplama kampının direniş mevzisinde… Yeryüzü, böyle bir manzaraya, her dilden Enternasyonal’in söylenişine bir daha ne zaman tanıklık eder hiçbiri bilmiyordu. Ama bildikleri şey, onu göremeden, hem de daha savaşın ilk saatinde ölebilecekleriydi. Yine de çok güzeldi böyle bir kardeşleşmenin kucağında ölmek. Birbirlerinin dillerinden bile anlamazlardı oysa. “Nasılsın, bekleyenin var mı” diyemezlerdi örneğin. Ya da sıradan bir iki sohbet… Ama direniş mevzilerinde, siperlerinde hangi dilden verilirse verilsin, hücum komutu anlaşılmaz değildi onlar için. Polonyalılar Fransızlarla, Almanlar Amerikalılarla aynı anda ayağa kalkıp yürüyebilirlerdi faşistlerin üzerine… Ya da “kara tavuk” sesi çıkararak siperden sipere anlaşabilirdi, bu güle oynaya savaşan adamlar. Devrimcilik adına yaratılan tüm değerler onlarlaydı, Thaelmann taburu demişlerdi mesela taburlarına. Ekim, Dimitrov, Zafer, Paris Komünü, Garibaldi… taburu ya da.
Tam 4 ay direndi Madrid. Bu 4 ay, bu sayfalara asla sığmayacak kahramanlık ve aynı oranda sadelik öyküleriyle doludur. 4 ayın sonunda Madrid’e giremeyeceğinin anlayan faşistler, adım adım kuşatmaya başladılar Madrid’i. İşte Guernica bu sırada yaratıldı.
Guernica, Bask bölgesinde 7 bin nüfuslu bir şehirdir. Hitler’in uçakları kenti bombaladığında, 7 binden 2 bini ölür, 9 yüzü yaralanır. Çocuklar ağaçlara, topraklara, masalara, kuşlar solucanlara karışır o gün. Yerle bir edilir Guernica. Faşistler Bask’a girerler. İnsan ölülerine basa basa…
Cumhuriyet, önemli mevziler kaybetmeye devam etti. Tüm gerici partilerin lideri durumuna gelen Franco, savaşın başında ilan ettiği Burges cuntasını hükümete dönüştürdü. ‘38 yılı, İspanya’da faşist iktidarı sağlamlaştırma yılı oldu. Bu arada, Fransa ve İngiltere hükümetleri, Hitler’le “Münih Antlaşması”nı imzalayarak İspanya’daki tüm yabancıların çekilmesi kararını aldılar. Bu, Uluslararası Tugay’ın gitmesi demekti. Yani 60 ülkeden 42 bin savaşçı, 20 binini İspanya topraklarına gömmüş bir gelecek ordusu ile uğrunda tereddütsüz ölüme gittikleri İspanya işçi ve köylüleri ayrılacaklardı… Ve aslında dünyanın başka başka yerlerinde soluk alan mücadelelerde tekrar tekrar buluşacaklardı. Ve bu buluşma sürdükçe hala; “No Pasaran” diyenler ölmeyecekti hiç…
Faşizm, Mayıs ayında girdi Madrid’e. Yenildi Madrid. Ama cesaretin, dayanışmanın, soğukkanlılığın arasında büyüyen umudu bugüne taşıdı. Hala da öğretmeye devam ediyor, diz çökmeyi değil, ayakta ölmeyi, korkup sinmeyi değil, No Pasaran diyebilmeyi… Bu yüzden aslında hiç yenilmedi İspanya.
“İspanya bir kanlı güldür
göğsümüzde açılmış
İspanya arkadaşlığımız
ölümün karanlığında
İspanya arkadaşlığımız
aydınlığında altedilmez umudun
….
İspanya gençliğimizde,
İspanya gençliğimizindir
İspanya alın yazımızdadır
hepimizin…”
Nazım Hikmet
Tarihimiz
Siyasal
İspanya, faşist, Franco, Katalan, Uluslararası Tugay, enternasyonal, anti-faşist, cumhuriyet, Hitler, Madrid, Sovyetler, Guernica, Picasso, Garibaldi, Thaelman, Paris Komünü, komünist, devrimci, Romain Roland, İbarruri, Bask, Barcelona, No Pasaran, Komüntern