Divan Pastanesi’nin Taşdelen fabrikasında çalışan işçiler, 18 Şubat tarihinden bugün direnişteler. Sendikalaştıkları için; haklarını savundukları için; insanca çalışma koşulları istedikleri için…
Haziran Ayaklanması sırasında “demokrasi şampiyonluğu”na soyunan Divan patronu Koç ise, haklarını isteyen işçileri işten atarak karşılık verdi. Egemen sınıflar arası çelişkiler nedeniyle, 2013 Haziranı’nda sokakta direnen, haklarını savunan eylemcilere sahip çıkıyormuş gibi görünen Koç, kendi fabrikasında direnen, haklarını savunan işçileri, kapının önüne koymakta tereddüt etmedi.
Divan işçileri arasında bir süredir giderek tırmanmakta olan hoşnutsuzluk ve itirazlar, yılbaşı öncesinde açıktan tepkilere dönüşmeye başladı. Yılbaşı öncesi aylarda, bitmek tükenmek bilmez mesailer, işçileri fazlasıyla bunaltmıştı. Bayram nedeniyle mesai, yılbaşı nedeniyle mesai, “fabrikayı taşıyacağız, stok yapmalıyız” gerekçesiyle mesai… Fazla mesailer adeta günlük mesailere dönüşmüştü. Üstelik zorunluydu; yasaya göre fazla mesaiye kalmama hakkı varken, Divan’da ancak istisnai durumlarda izin sözkonusu olabiliyordu. Üstelik mesai paraları tam ödenmiyordu. İşçiler ne kadar çok mesaiye kalırlarsa, mesai ücretleri o kadar düşük oluyordu; vergi kesintisi adı altında, mesai paraları gaspediliyordu.
Patronlar sömürüyü derinleştirmek için yöntem bulmakta sınır tanımıyorlar. Yılbaşı öncesi aylar süren bu yoğun mesai döneminde, önce öğlen çayları kaldırıldı. Arkasından akşam mesailerindeki yemekleri kaldırdılar, ekmek arası kumanya dağıtmaya başladılar. İşçiler buna çok büyük tepki gösterince “iş yoğunluğu” gibi anlamsız gerekçelerle itirazları geçiştirmeye çalıştılar. Sonrasında akşam mesailerinde de yemek çıkardılar, ancak bu defa yemek parasını ücretlerden kesmeye başladılar.
Aynı günlerde bir başka baskı unsuru daha gündeme geldi. Yemek-çay molalarında hava almak ya da sigara içmek için dışarıya çıkmak isteyenlere kıyafet değiştirme zorunluluğu getirildi. İş önlükleriyle dışarıya çıkmak yasaklandı. Bunun için “hijyen koşullarına uymak” diye, kabul edilebilir bir gerekçe getiriyorlardı. Ancak mola süresi öylesine kısaydı ki, giyinme odasına gidip üst değiştirmek, dışarıdan döndükten sonra bir daha üst değiştirmek başlı başına bir işkenceye dönüşüyordu. Açıkçası, bu koşullarda dışarıya çıkmamak daha akılcı oluyordu. Böylece dışarı çıkmayı da fiilen engellemiş oldular.
Ve işler giderek yoğunlaştı. Ne kadar yoğun çalışılırsa çalışılsın, iş yetişmiyordu. Üstelik, bu dönemde işten atılanların işleri de, çalışanların üzerine yığılmaktaydı. İşçiler müthiş bir sömürü altında çalışıyor, bir de alay edercesine “ayda bir defa doğumgünü kutlamak” gibi, son dönemde moda olan yöntemlerle işçiye değer veriyormuş imajı yaratmaya çalışıyorlardı.
Haklarını savunmak
Bardağı taşıran damla, yılbaşı zamları ile geldi. Beklenenin çok altın zamlar verilmişti. Ücretler zaten son derece düşüktü. 10 yıllık, 20 yıllık, hatta 25 yıllık işçiler olmasına rağmen, ücretler 1200 ile 1800 lira arasında değişiyordu. Zamlar, adeta işçilerle alay eder gibi verilmişti.
Hemen arkasından imza kampanyası başlatıldı. Divan işçisi, artık üzerindeki baskıya karşı harekete geçmişti. İmza metninde başta zamlar olmak üzere, son dönemde giderek ağırlaşan çalışma koşulları eleştiriliyor ve düzeltilmesi isteniyordu. Fabrikadaki yaklaşık 120 işçinin, tamamına yakını metne imza attı. İmzalar müdürlere verildi.
İdari bölümde tam bir panik oluştuğunu söylemek zor değil. Şubat ayı başında işçilerle toplantılar düzenlemeye başladılar. İşçiler, 20’şer kişilik gruplar halinde toplantıya çağrıldı. Müdürler toplantıya hazırlıklı gelmişlerdi. Son derece yumuşak bir dille konuşuyor, işçileri ikna etmeye çalışıyorlardı. Bir de Koç ile AKP’nin arasının açık olduğu söylenir; oysa müdürlerin kullandıkları argümanlar, işçilerin sömürüsü sözkonusu olduğunda, devlet ile patronlar arasında bir ayrım olmadığını, tersine tam bir fikir ve çıkar birliği olduğunu göstermeye yetiyor.
Mesela müdürlerin işçileri ikna etmede kullandıkları en önemli söylem “size devletin verdiğinden daha fazla zam verdik!” Ne enflasyon, ne açlık sınırının ne kadar olduğu… Hiçbiri önemli değil. Devletin kamuya layık gördüğü zam oranları, bütün patronlar için yeterli bir parametre.
Kullandıkları bir başka cümle ise, işçilerin ne kadar vahşi bir sömürüye maruz kaldığını, sınıfsal sömürünün ulaştığı boyutu göstermeye yetiyor: “Ücretleriniz zamanında yatıyor, daha ne istiyorsunuz?” Öyle ya, bugün kayıtlı çalışan işçilerin önemli bir kısmı zamanında ücretlerini alamıyor.İşçiler üretimi yapıyor, patron malı satıyor, karlar patronun kasasına giriyor; ama işçilerin ücreti zamanında ödenmiyor! Bu nedenle Divan işçisi halinden memnun olmalı! Aldıkları ücret açlık sınırının altında, ama “zamanında yatırılıyor”!
Yapılan toplantıda önce yumuşak bir üslupla ve alt perdeden başlayan uyarılar, giderek tehditkar bir hale dönüştü. Birçok işçi, bu saldırılara tepki gösterince, tepki gösterilen işçiler hedef alındı. Hatta “niye bu kadar huzursuzsun” türünden basit ifadelerle, sorunun kaynağı sanki işyerindeki baskı değil de, başka şeylermiş gibi davrandı müdürler. Sonuçta toplantı işçileri ikna eden değil, öfkesini büyüten oldular.
Ve toplantıların büyüttüğü öfke, işçileri bir adım daha ileriye götürdü: Sendikada örgütlenmek!
Direniş başlıyor
Yapılan toplantı sonrasında bazı işçilerin patronlar tarafından vazgeçirildiği görüldü. Hatta “neyi imzaladığımı bilmiyordum” diyerek özür dileyen bir iki kişi çıktı içlerinden. Ama işçilerin büyük çoğunluğu, artık sorunlarını çözmek için daha büyük bir istek duyuyordu. Bu arada, imza toplayanlardan üç işçi “işyerinde huzuru bozmaktan” ve tazminatsız işten atıldı. Ve müdürler bunu gelip tek tek bütün işçilere anlatıp ve gözdağı verdiler.
Onların atılması, süreci hızlandırdı. 14 Şubat günü bir grup işçi, DİSK’e bağlı Gıda-iş sendikasına gittiler. Sendikacılarla konuşup hemen üye olurlar. Öne çıkan işçilerden bir komite kurdular.
16 Şubat pazartesi günü, sendikada ikinci toplantı gerçekleştirildi. Bu defa işçilerin ezici çoğunluğu toplantıya katıldı. Toplantının sonunda üye sayısı 70’i geçmişti artık. Ertesi gün için yemek boykotu yapılması kararı alındı. İşçilerin büyük bir bölümü boykota katıldılar. Boykot sırasında ajitasyon çeken bir işçi, boykottan hemen sonra müdürler tarafından toplantı odasına çağrıldı. Bunu duyan diğer işçiler, hemen üretimi durdurdu ve toplantı odasının kapısına dayandılar. “Biz artık sendikalıyız, arkadaşımızı çekip tehdit edemezsiniz, ne söyleyecekseniz bizim yanımızda söyleyin, sendika temsilcimizle konuşun” sözleriyle arkadaşlarını içeriden aldılar.
120 işçinin yarısından fazlası üye olduğu için, sendika patronla görüşür ve yetki başvurusunda bulunur. Yemek boykotunun yapıldığı günün akşamı, 9 işçi daha işten atılır. Yine tazminatsız ve yine “işyerinde huzuru bozmaktan”! Üstelik atıldıkları, geceyarısı gelen bir telefonla ya da cep mesajıyla duyrulur.
Ertesi gün, atılan işçilerden dördü kapının önünde, servislerle içeriye girebilen 8’i ise fabrikanın bahçesinde direnişe geçtiler. Bunu duyan işçilerin tamamına yakını, yemekhanede toplanıp protesto eylemine başladılar. Talep, atılan işçilerin geri alınmasıdır. Patronlar tehditler savurur, işçileri ikna etmeye çalışır, ama ilk gün atılanlar kapının önünde, diğer işçiler yemekhanede büyük bir kararlılıkla direnişi sürdürdüler. Patronlar direnişi kırmak için yemekhanenin elektiriklerini ve sularını kesti, işçileri yemeksiz bıraktı, hatta dışarıdan gönderilen yiyeceklerin içeri alınmasını bile engelledi. Bu şiddetli baskı, işçilerden bazılarının geri adım atarak yemekhaneden ayrılmasına neden oldu. 48 işçi ise, üç gün-üç gece boyunca yemekhane direnişini sürdürdü. Patronların polis çağırıp işçileri polisle dışarı attıracakları tehdidi üzerine üçüncü günün sonunda yemekhaneden çıktılar.
Artık atılan işçi sayısı toplamda 60’a ulaşmıştır. İlk atılanlar, ilk üç gün kapının önünde, kar ve tipinin altında sürdürdüler direnişlerini. Yemekhanedekiler çıktıktan sonra ise, büyük bir çadır kuruldu. Şimdi işçiler çadırın içinde kalıyor, direnişi nasıl yürüteceklerine dair toplantılar gerçekleştiriyor, gelen ziyaretçilerle konuşuyor, destek ve dayanışmayı güçlendirmek için kurumları geziyorlar. Başka işçi direnişlerini anlamaya çalışıyor, aynı sorunları yaşayıp aynı sömürüyle karşı karşıya olduklarını görüyorlar. Sınıf mücadelesini, dayanışmayı, sınıf kardeşliğini öğreniyorlar.
Taksim’de Divan Oteli önünde eylem yapma kararını, patron görüşme talebinde bulunduğu için ertelediler. Kazanmanın tek yolunun sınıf mücadelesini yükseltmek, daha militan ve daha kararlı bir eylem hattı izlemek olduğunu da öğreniyorlar.
“Grev ve direniş okulundan geçmeyen hiçbir proleterin kararlı bir devrim savaşçısı olamayacağını” söylemişti ustalar.. Şimdi Divan işçileri de, bu okulda okuyor, kendi yaşam haklarını nasıl savunacaklarını öğreniyorlar.