Hükümetin uzun bir süredir beklediği “silahsızlanma” çağrısı, 28 Şubat’ta gerçekleşti. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın başkanlık ettiği hükümet heyeti ile, Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken’den oluşan HDP heyeti, Dolmabahçe’de biraraya gelerek “tarihi” olarak nitenen Öcalan’ın çağrısını kamuoyuna duyurdular.
Hatırlanacaktır, 2013 Newroz’unda da Sırrı Süreyya Önder, Diyarbakır’da kürsüye çıkmış ve Öcalan’ın “artık silahlar sussun, fikirler ve siyaset konuşsun” dediği mesajını okumuştu. Öcalan şimdi “silahlı mücadeleyi bırakma temelinde, PKK’yi olağanüstü kongreyi toplamaya” davet ediyordu. Öcalan’ın bu mesajını Önder, bu kez AKP’li bakanların huzurunda okudu. Ardından “barışa her zamankinden daha yakın olduklarını” ekledi ve herkesi sürece destek vermeye çağırdı.
Burjuva medyanın “silahlara veda” olarak kodladığı Öcalan’ın çağrısı, esasında uzun süredir konuşuluyordu. Hatta 15 Şubat’ta böyle bir çağrı yapılacağı duyurulmuştu. Fakat Kandil’le yapılan görüşmelerde farklı sesler çıkınca, biraz gecikmeli oldu. Yine uzun süredir konuşulan Öcalan’ın “müzakere” için önerdiği 10 madde de, nihayet tam metin olarak açıklandı.
Bitmeyen “silahsızlanma” çağrıları
Öcalan’ın 1999 Şubat’ında tutsak alındığı andan itibaren “PKK’nin silahsızlanması” belirli aralıklarla ama sürekli biçimde gündeme getirilmiştir. İlk olarak Öcalan’ın çağrısıyla PKK, ‘99’da silahlı güçlerini Güney Kürdistan’a çektiğini duyurdu. Hatta “barış grupları” oluşturularak Türkiye’ye gönderdi. Ama o gruplar, ülkeye ayak basar basmaz tutuklandılar. Yıllarca hapis yattılar. İçlerinde hastalananlar, ölenler oldu.
Keza 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgale hazırlandığı bir dönemde, bizzat ABD Genelkurmay Başkanı tarafından PKK’nin “silahsızlandırılıp etkisiz hale getirileceği” söylendi. PKK liderlerine Norveç gibi bir Avrupa ülkesine sürgün, diğer militanlara “genel af” ile dağdan indirme planları yapıldı. Fakat çıka çıka “eve dönüş” adını verdikleri bir pişmanlık yasası çıktı.
En son 2009 yılında “Kürt açılımı” denilerek, gerillaların silahlarını bırakıp gelmeleri istendi. “Dağda silahla gezeceklerine, düz ovada siyaset yapsınlar” denildi. Ama Habur’dan gerillaların girişi ile sonrasında yaşananlar hatırlardadır. Hepsi hakkında davalar açıldı, bir kısmı tutuklandı, bir kısmı yeniden Mahmur Kampı’na dönmek zorunda kaldı.
Esasında Öcalan’ın tutsak edildiği ’99 yılından itibaren PKK, Öcalan’dan gelen talimatlar ışığında “paradigma değişikliği” yapmış, eski savunduğu görüşleri terketmişti. Adını bile değiştirmiş (önce Kadek, sonrasında Kongra-Gel) silahları bırakmaya hazır olduğunu duyurmuştu. Irak işgali öncesi tüm dünyada ve ülkemizde o güne dek görülen en büyük savaş karşıtı hareket gelişirken, dışında kalmaya özen gösterdi. Başta ABD olmak üzere işgalci emperyalistlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmelerini “Kürtlerin özgürlüğe kavuşması” olarak gördü ve olumladı. Hatta “demokratik sömürgecilik” tanımıyla taltif etti.
Bütün bu geri adımlara rağmen, emperyalistler ve işbirlikçileri “AB reformları” çerçevesindeki kırıntıları bile fazla gördüler. Askeri olarak bitiremedikleri Kürt hareketini, oyalama taktikleri ile tasfiye etmeyi hedeflediler. AKP hükümeti dönemi, “açılım”, “çözüm” vb. isimler altında hep bu taktiklerle geçti. Özellikle de seçim dönemlerinde “ateşkes”ler sağlandı, son olarak 2013’te gerillanın bir kısmının Türkiye sınırları dışına çıkması gerçekleşti. Bütün bunlar elbette AKP’nin elini güçlendirdi ve seçimlerden zaferle çıkmasına büyük bir etki yaptı. Öcalan bile, hükümeti AKP’ye “altın tepsi içinde sunduklarını” söyledi.
Şimdi yine bir seçim arifesinde “silahsızlanma” çağrısı ile beklenti çıtası yükseltilmiş durumda. Ama “akan nehirde iki kez yıkanılamayacağı” gibi, hiçbir şey birbirinin tekrarı olmuyor. Bugünkü konjonktür, dünden çok farklı.
Herşeyden önce bir Rojava gerçeği var. Onun Kürt hareketine sunduğu olanaklar, verdiği güven ve moral var. Bu açılardan Kürt hareketinin eskisinden çok daha güçlü bir şekilde “pazarlık masası”nda oturduğunu söyleyebiliriz. Fakat bakışaçısında köklü bir değişiklik olmadığı için, emperyalistlerle ve işbirlikçilerle uzlaşmakta bir beis görmüyor. “Müzakere metni” olarak sunulan 10 maddenin (yani demokratikleşme yönünde adımların) hala AKP hükümeti tarafından atabileceği yönünde bir beklenti yaratmasında olduğu gibi…
PKK “silahsızlanmayı” kabul edecek mi?
Öcalan’ın çağrısı üzerine KCK yazılı bir açıklama yaparak yanıt verdi. Sözkonusu 10 maddeyi kendilerinin de kabul ettiğini belirten açıklamada, AKP’nin “iç güvenlik yasası”nı geri çekmesi istendi ve Öcalan’la doğrudan görüşme olanaklarının sağlanması talebi yinelendi.
Elbette AKP hükümeti ile HDP heyeti ortak bir açıklama yapmadan Kandil’in de görüşleri alınmıştı. Ancak bir süredir Kandil’den gelen açıklamalar farklı olabiliyordu. Bu durum “Öcalan ile Kandil arasında görüş ayrılığı” şeklinde yorumlandı. Özellikle hükümet yanlısı gazeteler “Öcalan’a Kandil darbesi” başlıkları attılar; Öcalan’la rahat anlaşıldığı, ama Kandil’in durumu zora soktuğuna dair yazılar yazdılar. AKP’nin medyadaki “siyasi komiseri” olarak bilinen Abdülkadir Selvi, “çözüm sürecinin çok önemli bir aşamaya geldiğini, ama HDP ve Kandil’in Öcalan’ı engellediğini” yazdı. Ona göre çözüm, 50 hasta mahkumun bırakılması, İmralı’ya yeni mahkumların gönderilmesi, İzleme Kurulu’nun oluşturulması ile büyük oranda sağlanacaktı.
Fakat aynı günlerde PKK adına yapılan tüm açıklamalarda PKK’nin silah bırakmayacağı yineleniyordu. Duran Kalkan, “PKK silah bırakmaz, niye bıraksın? Türk devleti silahsızlansın!” demişti kısa bir süre önce. 15 Şubat’ta ise KCK açıklamasında “çözüm süreci” için “son derece tehlikeli, kritik ve bitme noktasında” olduğu söylenmişti. Esasında son bir yıldır tam beş kez, bu yönlü açıklamalarla “çözüm süreci” bitirilmişti! Ama “süreç” devam etti ve bugüne gelindi…
Şimdi PKK’nin Nisan ayında “silahlara veda” kongresini toplayıp toplamayacağı tartışılıyor. Kongre ne zaman toplanır ve nasıl kararlar alınır bilinmez. Fakat daha önceden PKK’nin Türkiye’de silahı bırakacağı, ancak Suriye, Irak, İran gibi ülkelerde silahlı güç olarak varlığını sürdüreceği söylenmişti. Ortadoğu’da emperyalist savaşın böylesine kızıştığı bir ortamda PKK’nin tümden silahsızlanması zaten sözkonusu olamaz. IŞİD ile savaş gündeme geldiğinden beri PKK’nin PYD üzerinden daha fazla silahlandığı da biliniyor. Son dönemde 235 uçak savar aldığı belirtiliyor mesela. Ayrıca Kobane’de Alman malı bazukalarla IŞİD tanklarına saldırdıkları görülüyor. Kısacası eskisinden daha fazla silahlanmış ve hem siyasi hem de askeri olarak daha da güçlenmiş durumdalar.
Kandil ile Öcalan arasında yer yer ortaya çıkan “görüş ayrılığı”nda Rojava ile daha da belirginleşen yeni koşulların rolü büyüktür. Öcalan’ın uzun yılları bulan tutsaklığı ve üzerindeki baskı ile düşünüldüğünde farklı görüşlerin çıkması normaldir de. Her ne kadar Kandil’den yapılan açıklamalarda Öcalan ile hiçbir görüş ayrılıkları olmadığı sıkça yineleniyorsa da, özellikle son bir yılda “çözüm süreci”ne dair farklı sözler söylenmiştir. Bunun ne kadarı “taktiksel”dir ya da hükümeti sıkıştırmaya dönük bir “görev paylaşımı”dır bilinmez. Ama bu çıkışların işe yaradığı ve Öcalan’ın elini güçlendirdiği de ortadadır. Öncesinden daha güvenli ve daha ileri taleplerle çıkması, bunun göstergesidir.
“Çağrı”nın zamanlanması
“Çağrı”nın içeriği kadar zamanlaması da dikkat çekicidir. Bir yanı seçim arifesine denk getirilmesi ise, diğeri ABD’nin Ortadoğu’da savaşı yeniden alevlendirdiği bir dönemde yapılmış olmasıdır. Hatta içe dönük olan yanından daha belirleyici olanı, bölgedeki ve dünyadaki gelişmelerdir.
Obama, 18 Şubat’ta yaptığı konuşmada, Musul’u IŞİD işgalinden kurtarmak için “kara harekatı” da dahil yeni bir saldırı başlatacaklarını duyurdu. AB emperyalistleri de “IŞİD’e karşı savaş” adı altında Ortadoğu’nun paylaşımında aktif bir şekilde yer almaya çalışıyorlar. Zaten Fransa’daki Charlie Hebdo baskınının bununla doğrudan ilgisi vardır. Emperyalistler, kitlelerde IŞİD’e karşı oluşan öfkeyi, savaş politikalarına havale etmeye ve her olayı bu şekilde değerlendirmeye çalışıyor.
Örneğin Fransa, bu baskının ardından Ortadoğu’daki savaşa daha fazla müdahil olmaya başladı. 8 Şubat’ta Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın, Elysee Sarayı’nda PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ile YPJ Komutanı Nesrin Abdullah’ı hem de birini yöresel, diğerini askeri kıyafetlerle kabul etmesi, bunun bir göstergesiydi. Fransa, her iki Kürt kadınını resmi olarak davet etmiş ve özel jet uçaklarını göndererek aldırtmıştı. PYD yetkililerinin açıkladığı gibi, Kürt liderlerinin “geleneksel kıyafetlerle kabul biçimi, Kürt kimliği, Kürt siyasi varlığı ve Kürt savunma gücünün Fransa liderliğince kabul edildiği” anlamına geliyordu.
Bu durumu Türkiye sessizlikle geçiştirmeyi tercih etti. Ardından 22 Şubat’ta Süleyman Şah Türbesi’nin tahliyesi için yapılan operasyonu, PYD ile birlikte yaptıkları ortaya çıktı. ABD’nin başkanlığında YPG-YPJ güçleri ile TSK biraya getirilmiş, günler öncesinden Kobane Başkanı Enver Müslim Ankara’ya çağrılmış ve operasyon birlikte yapılmıştı. Başbakan’dan Genelkurmay’a bunlar yalanlansa da, fotoğraflar ve PYD’nin resmi açıklamalarıyla herşey apaçık ortadaydı. Türkiye, örtük biçimde de olsa PYD’yi muhatap almış ve Kobane’yi tanımış oldu. Daha önce Irak’taki “Kürt Federe Devleti”ni “kırmızı çizgi” olarak ilan edip sonrasında pembeleşmesi ve giderek en yakın müttefiki halini alması gibi, Rojava için de benzer bir sürecin izlenmesi, şaşırtıcı olmaz.
Türbe operasyonundan önce ABD’li yetkililerin Türkiye’ye gelip “eğit-donat” denilen, Suriye’nin muhalif güçlerini eğitme ve silahlandırmaya resmen başlamaları, Türkiye’yi savaşın içine daha fazla sokan bir diğer gelişmeydi.
Kısacası son bir ay içindeki bu gelişmeleri arka arkaya sıraladığımızda, ABD ve AB emperyalistlerinin Ortadoğu’daki paylaşım savaşını “IŞİD’e karşı savaş” şeklinde kodlayarak yeniden yükselteceği anlaşılıyor. Bu noktada başta PKK, PYD olmak üzere Kürt silahlı güçlerine ihtiyaçları var. Ayrıca Türkiye’den de IŞİD’e desteğini kesmesi ve savaşa daha aktif biçimde dahil olması isteniyor.
Böyle bir konjonktürde ABD’nin AKP hükümetini “çözüm süreci”nde adım atmaya zorlaması kaçınılmazdır. Zaten giderek daha fazla yıpranan ve kendi içinde de sorunlar yaşayan AKP’nin de bu baskıya karşı koyma şansı yoktur. Süleyman Şah operasyonunun birlikte organize edilmesi bile, bunu göstermektedir. Aksi halde AKP’nin içine düşeceği durum, altından kalkamayacağı kadar ağır olabilir.
AKP bir dönem daha hükümette kalabilmek için ABD’ye istediği tavizleri verecektir. Bu AKP’yi kurtarabilir mi, elbette onun garantisi yoktur ve daha önemlisi bunun belirleyicisi ABD değildir. Ama Kürt hareketi üzerindeki etkisini de gözönüne aldığımızda, her seçim döneminde olduğu gibi ABD’nin tutumunun önemli bir rolü olacağı muhakkaktır.
Seçimlere yansıması
“Silahsızlanma” çağrısının seçimlerden üç ay kadar kısa bir süre önce yapılmış olması ve Nisan ayına kadar da süre konulması, bir kez daha AKP’nin seçim manevrası olarak yorumlanmasına yol açtı.
Bu durumun AKP ve HDP’ye yarayacağını söyleyenler fazladır. Öncekilerde olduğu gibi AKP’ye yarama ihtimali daha yüksektir. Sınırlı ve sembolik bile olsa PKK’nin “silahsızlanma” kararı alması, seçim öncesinde AKP’nin işine gelir. Herşeyden önce “çözüm süreci”ni böyle bir noktaya getirmiş olmanın propagandasını yapacağı gibi, seçimlere “huzurlu” bir ortamda giriyor olmanın rahatlığını yaşayacaktır. AKP’nin toplumsal muhalefetten nasıl korktuğu, Haziran ve 6-8 Ekim olaylarında görülmüştür. Kürt hareketiyle uzlaşarak muhalefetin önemli bir dinamiğini en azından seçimlere kadar sokaktan uzak tutması, AKP’nin hanesine kazanç olarak girecektir.
Fakat HDP’nin işi zordur. Seçimlere parti olarak girme kararı alan HDP, yüzde 10 barajını aşabilmek için, Kürtlerin dışında laik, demokrat, devrimci kesimlerin de oylarını almak zorundadır. Ve son dönemde bu kesimlerden HDP’ye kayış olmuştur. Ancak HDP’nin zora düşen AKP’ye bir kez daha “can simidi” uzatması, bu kesimlerin tepkisini arttırır. Zaten AKP ile HDP heyetinin ortak açıklamasının hemen ardından bu yönlü tepkiler gelmeye başlamıştır.
HDP, bunun farkında olarak eşbaşkanı Demirtaş’ın ağzından AKP’ye karşı konuşmalarını sürdürmektedir. Ayrıca gerek Pervin Buldan, gerekse KCK yaptıkları açıklamalarla “iç güvenlik paketi”nin geri alınması şartını ileri sürmüşlerdir. AKP’den de bu yönde açıklamalar yapılmıştır.
“İç güvenlik paketi” tümden geri çekilir mi, yoksa rötuşlanarak mı geçirilir, önümüzdeki günlerde görülecektir. Ancak bu paket çekilse bile, PKK’nin seçim öncesi açıklayacağı bir “silahsızlanma” kararı, AKP’nin işine yarayacak, bu da HDP’ye sempati duymaya başlayan bazı kesimleri uzaklaştıracaktır.
Elbette sorun, önümüzdeki seçimlere etkisinden çok daha büyük ve kapsamlıdır. Ancak AKP’nin bir referandum haline soktuğu 7 Haziran seçimlerinde Kürt hareketinin AKP’ye yeniden sunacağı bir “hayat öpücüğü” tepkileri arttırır ve şovenizmi güçlendirir.
* * *
“Müzakere metni” olarak sunulan 10 madde, sonuçlandığında mı “silahsızlanma” kararı alınacaktır; yoksa “silahsızlanma” kararı alındıktan sonra mı bu maddeler üzerinde müzakere yürütülecektir, belli değildir. Kürt hareketi birincisini, AKP hükümeti ikincisini ileri sürerek, ellerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Ama kesin olan, bu gelişmenin arkasında ABD’nin olduğu ve önümüzdeki günlerde Türkiye’nin daha fazla savaşın içine gireceğidir. Bunun da işçi ve emekçilere, ezilen halklara bir yararı yoktur. Aksine her yönden çok daha fazla acılar, sıkıntılar doğuracaktır.
Lenin’in “silah elde etmeye ve bunların kullanışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf (ezilen bir halk -bn) köle muamelesi görmeyi hak eder” sözü, koşullardan bağımsız olarak meseleye ilkesel olarak nasıl bakılması gerektiğini çok net biçimde ortaya koyuyor. Ezilen sınıf ve halklar için tek çözüm, dün olduğu gibi bugün de, daha fazla örgütlenmek ve silahlanmaktır. Emperyalistlerin, işbirlikçi çetelerin tepeden tırnağa silahlandığı ve saldırıya geçtiği şöylesi bir kesitte bu çok daha geçerlidir.
Müzakere başlıkları
1- Demokratik siyaset tanımı ve içeriği
2- Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması
3- Özgür vatandaşlığın, yasal ve demokratik güvenceleri
4- Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar
5- Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları
6- Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin, kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması
7- Kadın, kültür ve ekolojik sorunlarının yasal çözümleri ve güvenceleri
8- Kimlik kavramı, tanımı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi
9- Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması
10- Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa
Barış dedik bunca yıl
Kardeşlik dedik-sevgi dedik
Yepyeni umutlar doğurduk umut tacirlerinden
Düştük peşlerine korkusuz
Aç-susuz
Ve en dikenli yollarda yalınayak
Gelecekleri kapkara
Dilleri yumuşak
Yalanları güzel ve ak
Girdiler dünyamıza alkışlanarak
Onlar da barış dediler bizim gibi
Kardeşlik dediler- sevgi dediler
Hatta kurşun yağmuru akşamlara karşı
Yalnızca gül ve güvercin dediler
Sonra sığındıkları gizli beyler
Defne dallarıyla tutuşturup ateşleri
Güvercinleri pişirmeden yediler
(…)
Hangi ışıktı o karanlık gecede
Hangi sevgi – hangi gül
Hangi barıştı onca ölümler içinde
Sevgiyse çocuk yüzlü diyorduk
Barışsa sabah sözlü
Patlayıp fışkıran
Leylak yüreği bir şafakla parlayan
Ne açlık – ne zulüm – ne de kan
Ancak biz kazandığımız zaman
Adnan Yücel