Rojava devrimi son günlerde, yeniden tartışılmaya başlandı. Tekirdağ’da Grup Yorum’un bir söyleşi esnasında “Rojava’yı devrim olarak görmüyoruz” sözleri üzerine, bir kez daha Rojava’da yaşananların devrim olup olmadığı tartışılıyor. (*)
Üzerinde en fazla kargaşa yaratılan kavramların başında ne yazık ki “devrim” gelmektedir. Bir yandan burjuvazi, bir yandan reformistler, “devrim” sözcüğünü öylesine sık kullanmışlar ve içini boşaltmışlardır ki, neye “devrim” denip denmeyeceği belirsizleşmiş, devrimin nesnel kıstasları unutulmuş, sınıfsal ve toplumsal özellikleriyle farkları, çeşitleri birbirine karışmıştır.
Bundan üç-dört yıl kadar önce de “Arap baharı” olarak adlandırılan Kuzey Afrika ülkelerindeki halk ayaklanmalarının “devrim” olup olmadığı tartışılmıştı. Kendisine “sosyalist” diyen bazı yapılar, bu gelişmeleri “devrim” olarak nitelemişti. Kimileri ise, 40 yıllık diktatörlükleri yerinden eden bu halk hareketlerinin arkasında emperyalistlerin olduğunu ileri sürerek, yaşananları küçülten, hatta karalayan bir tutum içine girmişti.
Şimdi benzer şekilde Rojava, iki ayrı uçtan tartışılıyor. Ya methiyeler diziliyor, “sosyalizm”den bile ileri olduğu, onu aştığı türünden iddialar sürülüyor; ya da ABD ile ilişkileri üzerinden, emperyalizme karşı savaşmadığı ileri sürülerek “devrim” denmeyeceği noktasına varılıyor.
Oysa bir ülkede yaşanan alt-üst oluşun, ya da bir halk hareketinin, ayaklanmanın “devrim” olarak nitelenip nitelendirilmemesi, nesnel kıstaslar üzerinden yapılır. Bu “kıstaslar”dan uzak, duygusal ya da yüzeysel bir şekilde yapılan değerlendirmeler, gerçeği yansıtmayan öznel-subjektif değerlendirmeler olarak kalırlar. Dolayısıyla şu anda asıl ihtiyaç, devrimi, devrim yapan özelliklerin neler olduğunu, hem teorik hem de somut örnekler üzerinden incelemektir. Devrim kavramının içinin boşaltılmasına, çarpıtılmasına ve her gelişmede yeniden benzer yüzeysel tartışmaların yaşanmasına meydan vermemektir.
Marksist devrim anlayışının
gelişimi
Devrim, her şeyden önce “niteliksel” bir dönüşümü ifade eder. Bu “niteliksel” dönüşüm, önceki sistemden köklü bir kopuş anlamına gelir. Onu “evrimsel” değişikliklerden, birtakım iyileştirmelerden ayıran temel fark buradadır. Herhangi bir hükümet değişikliği veya varolan sistem içindeki bazı anayasal değişimler (şimdilerde sıkça tartışılan ‘parlamenter’ sistem ya da ‘başkanlık’ sistemi gibi) “devrim” olarak adlandırılamaz.
Buna karşın, egemen sınıflar, sistemdeki en küçük değişikliği bile “devrim” diye niteler ve öyle sunarlar. Bu durum, bir yandan “devrim” kavramının içini boşaltmayı hedefler; bir yandan da kitlelerin gerçekten radikal bir değişime duyduğu özlemi, gereksinimi sömürmeyi…
Bunu son olarak Yunanistan seçimlerinde Syriza’nın başarısının ardından bunu gördük. Syriza üzerinden Ðspanya’ya, oradan Türkiye’ye uzanan, seçimlerde genç ve yeni bir liderin ve “sol’un yükselişi” senaryosu allanıp pullanarak servis edildi. Parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek istenilen değişikliğin gerçekleşebileceği düşüncesi, “devrim” kavramının en fazla deforme edildiği ve kökleri oldukça eskiye dayanan bir düşüncedir. Marksizm bir bilim olarak ortaya çıkmadan önce de “ütopik sosyalist”lerin bu tür görüşleri savunduklarını biliyoruz. Lenin bu düşünceyi şöyle özetliyor:
“Küçük-burjuva demokratları, sınıf mücadelesi yerine sınıfların uyumuna dair düşleri koyan bu sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü de düşçü bir biçimde tasarlıyorlardı. Sömüren sınıfın egemenliğinin yıkılması olarak değil, azınlığın görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı… Bu küçük-burjuva ütopya, pratikte emekçi sınıfların çıkarlarına ihanete götürdü.” (Devlet ve Devrim, Ðnter yayınları, sf 36)
Marksizm öncesi bu tür görüşlerin olması, bir ölçüde anlaşılır. Fakat Marksizm sonrası, hatta Marksizm adına bu görüşlerin savunulması, Marksist devrim fikrinin en açık biçimde tahrif edilmesidir.
Marks ve Engels 1847’de kaleme aldıkları “Komünist Manifesto” da -ki bu metin aynı zamanda komünistlerin ilk programı kabul edilir- sosyalist devrimi, kapitalist devletin yerine “egemen sınıf olarak proletaryanın örgütü”nün başa geçmesi şeklinde ifade etmişlerdir. Bunun somut biçimlenişi ise, ancak 1871’de gerçekleşen Paris Komünü’nde görülecektir ve Manifesto’daki tek düzeltmeyi de onun üzerinden yapacaklardır.
Paris Komünü’nün ardından Marks, “şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmek” gerekliliği sonucuna ulaşır ve bunu, “her gerçek halk devriminin önkoşulu” sayar.
Ulaşılan bu sonuç, (varolan devlet mekanizmasının paramparça edilmesi) Marksist devrim anlayışını ete-kemiğe bürünmesini sağlar ve her tür reformist ya da ütopik anlayıştan ayırır. Aynı zamanda sosyalist devletin, sosyalist yönetim anlayışının nasıl olacağına dair önemli ipuçlarını da verir.
Marks’ın “devrim” anlayışını geliştiren Lenin, “Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girimişidir, parçalanan yerine konabilecek ve konmak zorunda olan ‘nihayet keşfedilmiş’ politik biçimdir” diyecektir. (age sf 71)
Elbette Paris Komünü öncesinde de birçok devrim gerçekleşti. Ve Marks ile Engels bu devrimleri bilimsel bir tarzda inceleyerek “proleter devrim” sonucuna ulaştılar. Özellikle de kendi dönemlerinde, 1848-1871 yılları arasında gerçekleşen burjuva devrimlerine yakın bir mercek tuttular.
Bunların hepsinde “yeni” doğmakta olan sömürücü bir sınıf, “eski” sömürücü sınıfı devirmişti. (Köle sahiplerinin, feodal ağalar tarafından yıkılması, feodallerin burjuvazi tarafından alaşağı edilmesi gibi.) Yani sömürünün biçimleri değişmiş, fakat sömürünün özü aynı kalmıştı. Sosyalist devrim ise, daha önceki devrimlerden çok farklı olacaktı. Çünkü o, bir bütün olarak sömürü sistemini ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Komün, bunun anahtarını sundu, Ekim devrimi ise daha gelişmiş haliyle pratiğini ortaya koydu.
Ayrıca diğer devrimlerden farklı olarak “sosyalist devrim”de (ya da kesintisiz sosyalizme geçişi hedefleyen demokratik halk devrimlerinde), ona önderlik edecek tek sınıf olan proletaryanın, kendinden önceki toplumsal dönüşümlerde olduğu gibi, önce ekonomik alt yapıyı ele geçirme durumu yoktu. Bu nedenle, varolan devlet mekanizmasını şiddete dayanan bir devrimle yıkmak dışında bir seçeneği kalmıyordu. Marks’ın ifadesiyle “şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etme”yi gerektiriyordu.
Burjuva devrimler dahil önceki devrimlerde, devlet mekanizması “bir elden diğerine geçerek” gerçekleşebildi. Bunların içinde 1789 Fransız Devrimi’nin ayrı bir yeri vardır.
Devrimlerin farklı ve
ortak özellikleri
1789 Fransız Devrimi, “burjuva devrimleri”nin başlangıç vuruşunu yapan, son derece şiddetli ve büyük bir sarsıntı yaratarak, etkisini tüm dünyada hissettiren büyük bir devrimdir. Sadece ilk burjuva devrimi olmakla kalmaz; ilk “devrim” diye de geçer. Böyle nitelenmesi, ondan önceki toplumsal dönüşümlerin “devrim” olmadığı anlamına gelmez. Fakat Fransız Devrimi’nde ilk kez “yeni” doğan bir sınıf, iktidardaki sınıfı, şiddete dayanan bir ayaklanma ile yıkmıştır. Önceki sınıflarda olduğu gibi, burjuvazi de ekonomik alt yapıyı ele geçirmesine rağmen, üst yapıda yeterince temsil edilmemenin sıkıntısını yaşamıştır. Ama ne saray darbesiyle ne de tedrici geçişi bekleyerek iktidara geçmek yerine, arkasına “eski” düzene karşı olan geniş bir kitleyi toplayarak ve “zor” yoluyla, iktidarı yerle bir ederek kendi düzenini kurmuştur.
Fransa’da yeni olmakla birlikte en güçlü ve örgütlü durumda olan burjuvazi, ezilen-sömürülen tüm sınıf ve kesimleri kendi bayrağı altında toplamayı başarmıştır. Onların da desteği ile feodalitenin yönetim biçimi olan monarşiyi kanlı bir şekilde devirir. Ve iktidarı ele geçirdiği andan itibaren de gericileşir. Daha ileriye gitmek isteyen ve o ana kadar “ittifak” halinde olduğu diğer sınıf ve katmanları da kanla bastırır. Aynı zamanda kendi mezarını da kazmaya başlamıştır. Kendinden sonra gelecek sınıflara yol göstermiş, şiddete dayanan devrimin önünü açmıştır. Bu, tarihe “jakoben tarzı” olarak geçecektir.
Burjuvazi, sınıf olarak Fransız Devrimi’nden aldığı dersle, daha sonraki burjuva devrimlerde (başta Almanya olmak üzere) iktidarı varolan sınıflarla uzlaşma yoluyla ele geçirmeye çalışacaktır. Zaten ekonomik alt yapıyı ele geçirmiş durumda olduktan sonra, adım adım üstyapıda da ilerleyecek ve belli bir zaman içinde tüm iktidarı almayı başaracaktır. “Prusya tipi” olarak yaşanan bu dönüşümde de hiç şüphesiz varolan düzen “niteliksel” olarak değişime uğrar. Ama daha sancılı ve uzun bir dönemi kapsayacaktır.
Fransız Devrimi, öncesi ve sonrasıyla bir “milat”tır. Öncesi büyük toplumsal dönüşümler, yani köleci toplumdan feodalizme geçiş gibi dünya ölçeğinde yaşanan büyük dönüşüm, Fransız Devriminde olduğu gibi, “yeni” doğan sınıfın tüm topluma önderlik ederek bir ayaklanmasıyla gerçekleşmemiştir. Fakat köleci toplum boyunca binlerce köle ayaklanmasının gerçekleştiğini biliyoruz. Her ne kadar bu ayaklanmalar kölelik sistemini o anda yıkmayı başaramadıysa da, önemli gedikler açmış, zayıf düşürmüştür. Ama asıl dönüşüm, altyapıda gerçekleşen ekonomik dönüşümdür ve köleci sistemin yıkılışı da bunun üzerinden gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla devrimler, sosyo-ekonomik yapıdaki değişimin politik, sosyal, kültürel her alana doğru yansıması ve “niteliksel” bir dönüşümü ifade ederler. Bu, her zaman tek bir hamlede, bir çırpıda gelişecek, olup-bitecek birşey değildir. Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bir ayaklanma ile gerçekleştiğinde bile, o zamana dek altyapıda gerçekleşen bir dizi evrimsel gelişimin üzerinden yükselmektedir ve zaten yıkılmakta olana “son darbe”nin indirilmesinden ibarettir. Buna karşın Fransız Devrimi bile, Napolyon dönemi gibi ‘ara rejimler’ dahil birçok aşamadan geçmek zorunda kalmıştır.
Devrimler; eski sosyo-ekonomik sistemin yerine, yeni sosyo-ekonomik sistemi ve ona bağlı olarak yeni bir yönetim şeklini, kültürünü, ahlakını, ideolojini egemen hale getirirler. Bu da sınıfsal bir farklılaşma demektir. Yani egemen sınıfın değişmesi, daha önce “ezilen” durumunda olan sınıfın “egemen” hale gelmesidir.
Ve tabi ki, her devrimin temel sorunu “iktidar”dır. Ðktidarı hangi biçimde, hangi sürede, hangi koşullar altında, ne tür yöntemlerle ele geçirdiği, tali bir durumdur. Aslolan iktidarın el değiştirmesidir. Ama onu bir “darbe”den, herhangi bir “hükümet değişikliği”nden ayıran temel kıstas, varolan sistemden-rejimden niteliksel bir kopuş yaşamasıdır. Başta üretim ilişkileri olmak üzere yönetim sisteminde radikal bir değişikliğe gidilmesidir. Bu da iktidarın kliksel değil, sınıfsal bir ele geçiriliş olduğunu gösterir.
Lenin; “devrim, eski üstyapının parçalanmasından, farklı sınıfların yeni üstyapıyı kendi yolundan kurmaya çalışan bağımsız eylemlerinden başka bir şey değildir” demiştir.
Özcesi; proleter devrimler, kendinden önceki devrimlerden özsel bir farklılık taşımakla birlikte (tüm sömürüyü ortadan kaldırma hedefi) tüm devrimleri kesen ortak özellikler vardır. Bu da Lenin’in en özlü haliyle belirttiği gibi, “eski üstyapı”nın parçalanıp “yeni üst yapı”nın kurulmasıdır.
Ancak her devrimin kendine özgü yanları da vardır. Sadece burjuva devrimlerle proleter devrimler arasında görülen temel farklar değil; ulusal kurtuluşçu, halkçı demokratik devrimlerle, sosyalist devrimler arasında da farklar vardır. Bunları gözardı ederek, hepsini aynı potada değerlendirmek ya da “sosyalist devrim” dışında başka devrim biçimini tanımamak da aynı derecede yanlış sonuçlar doğurur.
Hatta Lenin “burjuva devrimleri” içinde bile sınıfsal olarak aynı olmakla birlikte “halkçı” özellikleri itibarıyla farklılaşan devrimleri şu şekilde karşılaştırmaktadır:
“Örneğin 20. yüzyıl devrimleri alındığında, doğal olarak gerek Portekiz, gerekse de Türk devrimini (1908 Jön-Türk hareketi kastediliyor-nba) burjuva devrimler olarak kabul etmek gerekecektir. Fakat bunlardan ne biri ne de diğeri bir “halk devrimi”dir. Çünkü halk kitlesi, halkın muazzam çoğunluğu ne birinde ne de diğerinde herhangi bir hissedilir biçimde aktif, bağımsız, kendine ait ekonomik ve politik taleplerle ortaya çıkmıyor. Buna karşılık 1905-1917 (Şubat devrimi kastediliyor-nba) Rus burjuva devrimi, Portekiz ve Türk devrimlerine zaman zaman nasip olan “parlak” başarılar gösterememiş olsa da, hiç kuşkusuz gerçek bir halk devrimi idi.” (Devlet ve Devrim, Ðnter yay. Sf. 53)
Bu yaklaşım; her devrimi kendi tarihsel, ekonomik, sosyal, sınıfsal koşulları içinde değerlendirmek gerektiğini, ama bunu devrimin nesnel kıstaslarını baz alarak, bu kıstaslarda nereye tekabül ettiğini somut biçimde göstererek yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Rojava’da devrim
nasıl gerçekleşti
Devrimler üzerine bu genel yaklaşımdan sonra Rojava’ya dönebiliriz.
Rojava’daki gelişmeler, Suriye’de patlak veren muhalif hareketin, başta ABD olmak üzere emperyalistler tarafından desteklenmesiyle ortaya çıkan iç savaş koşullarında doğdu.
Suriye sınırları içinde bulunan Kürtler, yıllardır Esad rejiminin baskısı altındaydı. Fakat ABD’nin silahlandırdığı radikal dinci muhalefetin içinde yer almadılar. Esad rejimi de “düşman cephesi”ni büyütmemek için başta PYD olmak üzere Kürt örgütlerini karşısına almadı.
PYD Avrupa temsilcisi Zuhad Kobani, Ðsveç’te katıldığı bir konferansta; “bize ısrarla ‘ya rejimden yanasınız, ya da bizden yana’ diyerek savaşa sokmaya çalışan kesimler oldu. Tüm baskı ve suçlamalara karşın çizgimizde ısrar ettik. Çünkü olanları devrim olarak görmüyorduk, amaçları sistemi yıkmak değil, ele geçirmekti” diyordu. (8 Ağustos 2012, Gündem)
Elbette Suriye’de bulunan bütün Kürt örgütleri, PYD ile aynı görüşte değillerdi. Barzani’ye bağlı Kürt grupları, Suriye muhalefetine daha yakındılar ve o dönem güçlü olan “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) katılmayı savunuyorlardı. PYD, uzunca bir süre “üçüncü yol” dediği, iki tarafa da (Esad rejimine ve ABD’ci muhalefete) mesafeli tutumunu sürdürdü. Türkiye, Öcalan üzerinden PYD’ye ulaştırdığı mesajlarda, ÖSO’ya katılmalarını zorladı. PYD’nin de bu yönde girişimleri oldu. Fakat Kürtlerin özerklik talebini, ÖSO dahil hiçbir muhalif grup onaylamıyordu. Buna karşın Esad rejimi varolan durumu kabul edeceğine dair örtülü bir onay vermişti. Gelişmeler, PYD’yi yeniden eski konumuna getirdi.
Esad rejimine karşı savaş, 2011 yılında başladı. Kürtler, Irak’takine benzer bir sürecin yaşanacağı beklentisiyle bir yıl kadar savaşın içine girmedi. Bu süre boyunca “rejim yıkılacak, bölge bize kalacak” diye düşündüklerini sonradan açıkladılar. Bununla birlikte PYD’nin silahlı gücü YPG (Halk Savunma Birlikleri) kırsal kesimde konumlanmıştı, kentlerin belli başlı yerlerine güç yığmışlardı vb… Yani belli bir hazırlıkları vardı, fakat yönetimi ele geçirme teşebbüsleri olmadı. Ta ki, 18 Temmuz 2012’de bölgeye bir saldırı gerçekleşene değin…
“O gün Kobane’de, devletin karar organlarının bulunduğu kriz merkezinde büyük bir patlama meydana geldi ve birçok yönetici öldü. Bölge yönetiminde bir boşluk oluştu. Devlet, yöneticisiz kaldı. Ve bu boşluğu ÖSO doldurmaya kalkınca, 19 Temmuz’da PYD, kentin yönetimini ele geçirdi.” (KCK Yürütme Konseyi üyesi Şahin Cilo’nun 23 Temmuz 2013 tarihli Gündem gazetesi’nde yayınlanan röportajı)
Kobane’yi diğer şehirler izledi. Ardından bu yerlerde kurumsallaşma çalışmaları başladı. Diğer Kürt partileriyle birlikte Kürt Yüksek Konseyi (KYK) oluşturuldu. Değişik ulusal toplulukların temsilcilerinden oluşan kent ve köy halk meclisleri kuruldu. Ayrıca kentlerde güvenliği sağlamak amacıyla “asayiş güçleri” oluşturuldu. Yüzlerce okul açıldı ve buralarda anadilde eğitime başlandı vb… Yani 19 Temmuz, Rojava’da bir dönüm noktasıdır. Yaklaşık 3.5 milyon civarında olan Suriye’deki Kürt halkı, bu tarihten itibaren kendi bulundukları bölgede, kendi iktidarlarını kurmaya başlamışlardır. Daha önce varolan Esad rejimine ait devlet sistemi yıkılmış, yerine yeni bir sistem inşa edilmeye başlanmıştır. O güne dek ezilen bir ulus olan Kürtler yönetimi ele geçirmiştir. Bu yönüyle ulusal bir devrim olmuştur.
Ðkincisi, bölgedeki farklı ulusal toplulukların da temsili gözönüne alınmış, onların da içinde yeraldığı meclisler yönetim organı haline gelmiş, ayrıca kadınların önündeki gerici engeller kaldırılarak her alanda görev almaları sağlanmıştır. Bunlar da devrimin demokratik bir karakterde geliştiğinin göstergeleridir.
Tehlikeler ve kaygılar…
PYD, 18-19 Temmuz 2012 tarihinden itibaren bu yönde adımlar atmakla birlikte, hemen bölgenin özerkliğini ilan etmedi. Birçok dengeleri hesaba katarak bir yılı aşkın süre bölge ülkeleri ve emperyalistlerle adeta bir mekik diplomasisi yürüttü. Özellikle Türkiye’nin böyle bir ilana karşı çıkacağını bildiğinden, adımlarını oldukça temkinli attı.
Zaten dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “sınırlarımızda farklı siyasi oluşumların ortaya çıkmasına izin veremeyiz” demişti. Bir yandan Barzani aracılığıyla PYD’yi sıkıştırmaya çalıştılar, bir yandan da “tampon bölge”den, “askeri müdahale”ye kadar birçok tehdit savurdular.
2013 yılının Temmuz ayında PYD Başkanı Salih Müslim iki kez Türkiye’ye geldi. Tam da Rojava’daki meclis seçimleri, anayasa hazırlığı ‘dönemsel Rojava yönetimi”nin oluşturma aşamasında gerçekleşen bu görüşmelerde, Türkiye, Rojava’da yönetimin oturmasını ve resmileşmesini engellemeye çalıştı.
Görüşmelerin ardından S. Müslim, “özerk yönetmin ilan edilmesi gibi bir durum yok” dedi. Suriye’yi parçalamak gibi bir niyetlerinin olmadığını, seçimleri kim kazanırsa yönetimi onların oluşturacağını söyleyerek Türkiye’yi yatıştırmaya çalıştı. “Siyasi bir çözüm buluncaya kadar herkesin yer alacağı gecici bir yönetim kurulmasını istediklerini” söyledi.
Bir yandan bu temkinlilik ile uzunca bir dönem belirsizliğin sürmesi, bir yandan da yönetimin Kürtlerin eline geçirilmesine, Esad rejiminin göz yumması, hatta uzunca bir süre bölgedeki giriş-çıkışlarda Suriye askerinin bulunması, Rojava’da yaşananlar hakkında soru işaretlerini doğurdu. Esad, o dönemde yapılan bir röportajında, “PYD kontrolü, çatışma olmadan ele aldı… Askeri üsler PYD’ye bırakıldı… PYD dışında bir partinin kontrol noktası kurmasına izin verilmez” diyordu. Esasında Türkiye’ye sınır olan bölgelerin Kürtlerin eline geçmesi, Esad’ın da işine geliyordu. Böylece Türkiye’yi en çok korktuğu yeni bir Kürt devleti ile karşı karşıya bırakmış, ayrıca radikal-dinci grupların sınırı rahatça geçmesini de engellemiş oluyordu.
Savaş anlarında bazen iktidarın istemediği halde, o kesitte işine geldiği için rıza göstermek zorunda kaldığı gelişmeler olur. Ayrıca savaş ortamının yarattığı boşluklar çıkar. Zaten devrimler de daha çok savaş dönemlerinde yaşanır. Çünkü rejim krizinin en derin yaşandığı anlar, savaşlardır. Ve savaşların doğurduğu fırsatlardan devrimci bir partinin yararlanması kadar, doğal bir şey olamaz. Hangi parti daha örgütlü ve hazırlıklı ise, varolan durumdan onlar yararlanacaktır. PYD’nin yaptığı da budur.
Bunlar, devrimin niteliği ve geleceği hakkında kimi haklı kaygılara da yolaçabilir. Fakat varolan nesnelliği ortadan kaldırmaz. Bu nesnellik; Rojava’da son 3 yıldır Esad rejimine ait “eski üstyapı”nın yıkılmış ve yerine, bölgede yaşayan başta Kürt ulusu olmak üzere diğer toplulukların oluşturduğu yeni bir iktidarın geçmiş olduğudur. Sosyo-ekonomik yapıda nelerin değiştiğini ayrıntılı bir şekilde bilemiyoruz. Zaten savaş halen sürüyor. Bu koşullar altında üretimde ve ekonomik yapıda değişikliklerin yaşama geçmesi de kolay değildir. Dolayısıyla bitmiş bir süreç değil, sürmekte olan ve daha tamamlanmamış bir devrim sözkonusudur.
Biz bunu Ekim 2013 tarihli dergimizde şöyle ifade etmiştik:
“Rojava’da Baas rejimi yıkılmış, yerine Kürtlerin ağırlığında yeni bir yönetim şekillenmeye başlamıştır. Bu yönüyle bir “devrim”den sözetmek mümkündür. Ancak henüz tamamlanmamış bir süreçten geçilmektedir. Savaşın halen sürüyor olması, ekonomik ve sosyal dönüşümlerin gerçekleşebilmesini zorlamaktadır. Ve bu sürecin başını çekenler, birçok dengeyi gözeterek hareket etmektedir. Örneğin “geçici yönetim” oluşturma ve özerkliği resmileştirme yönündeki adımlar bile, bundan dolayı atılamamıştır… Daha da önemlisi, bir devrim girişimi ya da tamamlanmamış bir devrim olarak kalma tehlikesi de vardır.” (PDD Ekim 2013)
Bu tehlike halen bitmiş değildir. Ama Kobane’de IŞÐD işgaline karşı gösterilen büyük direniş, Kürt halkının kendine güvenini daha da arttırdı. Ve Rojava’da yeniden inşa sürecinin başlamasına, devrimin artık ete-kemiğe bürünmesine hizmet etti.
Bu olumlu gelişmelerin yanı sıra IŞÐD işgaline karşı ABD emperyalizmiyle birlikte hareket edilmesi, yeni tehlikeleri de beraberinde getirdi. Esasında yönetimi ele geçirdiği 2012 Temmuz’undan bu yana PYD’nin emperyalist ülkelerle çeşitli ilişkileri hep oldu. Başlangıçta Rusya ve Çin’e daha yakın durdular. Rusya, Kürt yönetiminin Cenevre’de yapılan görüşmelere katılmasını bile istedi. Keza Çin de diplomatik ilişkileri başlattı. Rusya ve Çin’in bölgedeki en büyük destekçisi Ðran da PYD lideri Müslim ile görüşmeler yaptı.
Esad rejiminin arkasında duran bu güçler, ABD ve Türkiye’yi zor durumda bırakacak bir Kürt özerk devletinin yanında yer aldılar. Bu, PYD’nin tutumundan bağımsız olarak böyle gelişti. IŞİD işgali sonrasında tüm dünya halklarında ABD’ye olan tepkilerin büyümesi ve ABD’nin bölgedeki inisiyatifi kaçırmaya başlaması üzerine, ABD sınırlı bir destek verdi. Fakat bu sınırlı destek, Kürt burjuvazisi tarafından büyük bir sevinçle karşılandı. “Biji Obama” sloganı bile attırıldı.
Kısacası Rojava’daki yönetimin ABD dahil olmak üzere pekçok emperyalistle ilişkileri sürüyor. Elbette bu durum, devrimin geleceği hakkında kaygıları arttırıyor. Henüz şu ya da bu emperyalistin hegemonyasından sözedilemez. Ancak yönetimin burjuva karakteri düşünüldüğünde, bağımsız bir çizgi izlemesinin çok da mümkün olmadığı, emperyalistlerle bir biçimde ilişkileneceği bilinmelidir.
Devrimin niteliği
Rojava’da ulusal-demokratik içeriğe sahip bir devrim gerçekleşmiştir. Bundan sonrasının nasıl şekilleneceğini bilemezsek de, kesin olan budur. Fakat bırakalım sosyalist devrimi, sosyalizmi hedefleyen bir demokratik devrim bile değildir. Bunu devrime önderlik yapan parti de açıkça söylemektedir.
Ocak 2014’te kabul edilen Rojava anayasası da bunu teyid ediyor. 93 maddeden oluşan anayasanın 2. maddesinde; “iktidarın kaynağı halktır, halk iktidarın sahibidir” diyor. Ama bu, ikinci emperyalist savaş sonrası kurulan “halk iktidarları”ndan çok farklı. Çünkü o ülkeler, sosyalizm hedefini önlerine koymuş ve kendilerini “sosyalist blok” içinde görmüşlerdi. Şimdi elbette koşullar çok farklı. Ve Rojava anayasasında “sosyalizm” kelime olarak bile geçmiyor. Buna karşılık “özel mülkiyet hakkı güvence altına alınır… Hiç kimsenin toprağı ve mülkü elinden alınamaz” denilerek (madde 41) özel mülkiyetle ve dolayısıyla kapitalizmin esasıyla bir sorunları olmadığını ortaya koyuyor. Demokratik devrimin en önemli yanını oluşturan “toprak devrimi”ne bile uzak duruyor.
Üç kantona ayrılan (Cizire, Kobane, Afrin) özerk yönetimlerde resmi dil olarak Kürtçe, Arapça, Süryanice’nin belirlenmesi, bunun yanı sıra diğer dillerin de güvence altına alınması, ayrıca özerk yönetimlerde yüzde 40 oranında kadınların yer alması gibi, demokratik maddeler de bulunuyor. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi kapitalizm sınırlarını aşmayan haklardır bunlar.
Bu yönüyle demokratik yönleri sınırlı olan, ulusal bir burjuva devrimi denilebilir. Hal böyleyken Rojava Devrimi’ni sosyalist devrimin bile ilerisinde göstermeye kalkanlar olmaktadır. Zaten “demokratik özerklik” ya da “demokratik konfederalizm” gibi kavramları, sosyalizmden daha ileri bir sistem diye sunanların, onu minyatür bir şekilde yaşama geçirmeye çalışan “kanton”lara bu tür övgüler yağdırmasına şaşmamak gerekir. Ancak bu tür kof sözlerin gerçek hayatta karşılığı yoktur.
Rojava devrimi üzerine böylesine abartılı değerlendirmeler yapan bu kişi ve yapıların, 1923’te Türkiye yaşananları “Osmanlı’nın devamı” olarak göstermesi, Türkiye’de hiç devrim olmamış gibi davranmaları, içlerine düştükleri subjektivizmin bir diğer göstergesidir. Lenin’in 1908 Jön-Türk hareketini bile “burjuva devrim” olarak nitelediği, 1923’te maddi-manevi desteklediği bir devrimi, bu şekilde görmezden gelirler.
Türkiye’deki devrimin cılız bir anti-emperyalist yön taşıması ya da önderliğin Türk ticaret burjuvazisinde olması, onun tamamlanmamış bir “burjuva demokratik devrim” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Benzer bir durum bugün Rojava için de geçerlidir. O da Kürt burjuvazisinin önderliğinde, emperyalistlerle belirli ilişkiler içinde devrimini yapmıştır.
İçinde bulunulan konjonktürde Rojava devrimi, kuşkusuz anlamlı bir gelişmeyi ifade etmektedir. Yaklaşık yüzyıldır 4 ayrı parçaya bölünmüş “ezilen bir ulus” olan Kürt ulusunun, bir bölgede özerkliğini ilan etmesi, başlı başına bir öneme sahiptir. Irak’tan farklı olarak emperyalist işgalin bir parçası olmamış, hatta ona karşı hep mesafeli durmuştur. PYD önderliği, Barzani gibi işbirlikçi bir yönetim de değildir. Bölgede artan dinci-gericilik karşısında, laik ve demokratik yapısıyla gözleri üzerine çeviren, parlayan bir devrim olmuştur. Özellikle IŞİD gericiliğine karşı direnci, onu daha fazla öne çıkarmıştır. Bunlar, Rojava devriminin lehinde olan, önemli gelişmelerdir.
Rojava’da sosyalist bir devrim olmadığından hareketle, orada yaşananları “devrim” olarak nitelememek; sosyalist devrim dışında başka bir devrim olasılığını baştan reddetmek, günümüzde farklı devrimler olacağı gerçeğini yok saymak, bu gerçeklere sırt çevirmek anlamına gelir. Ya da Esad rejiminin zayıflıklarından yararlanmış olması, Esad’ın bu duruma göz yumması da, orada yaşananların “devrim” olmadığı anlamına gelmez.
Devrim, herhangi bir zamanda, her hangi bir yerde, birinin keyfine göre gerçekleştirilemez. Devrimin patlaması ve zafere ulaşması için uygun nesnel ve öznel koşullar var olmalı ve devrime başlamak için en eleverişli an bulunmalıdır. Lenin bu an’ı şöyle tanımlıyor: “Egemen sınıfları içeren derin bunalıma, ezilen sınıflar arasında hoşnustuzluğa ve öfkeye yol açan bir bunalıma bağlı olarak, iktidardaki sınıflar için değişikliğe gitmeden iktidarlarını sürdürmek olanaksız olduğu zaman…”
Esad için durum tam da buydu. Buna karşın objektif durum ne denli elverişli olsa da, devrimlerini gerçekleştiremeyen ülkeler olmuştur. Burada öncü güçlerin örgütlülük düzeyi ve hazırlığı, gerekli yer ve zamanda doğru taktiklerle harekete geçmesi gibi, son derece önemli faktörler devreye girmektedir. Yani subjektif faktör, belirleyici bir hal alır.
PYD, 2004 yılında kurulmasına karşın, yaşanan boşluğu iyi bir şekilde değerlendirmesini bilmiştir. ABD’den Türkiye’ye, Barzani’den Öcalan’a kadar değişik düzeylerde baskı altına alınmasına karşın, doğru taktikler uygulayarak, süreçten başarıyla çıkmıştır. Ve son olarak, IŞİD saldırısına karşı geliştirdiği direniş ile, kendine duyulan güveni daha da arttırırarak, devrimi sağlamlaştırma yolunda önemli bir merhale katetmiştir.
Sadece Rojava’yı değil, her toplumsal olayı, kendi koşulları içinde ve nesnel kriterleri esas alarak değerlendirmek gerekir. Aksi bir yaklaşım, gerçeklere gözlerini kapamak, subjektivizmin batağına saplanmak olur. Rojava’yı “devrim” olarak görmeyenler kadar, ona Ekim Devrimi’nden daha büyük bir paye verenler de aynı subjektivizmin içindedirler. Ayrıca herkes için geliştirici olan “ideolojik mücadele” yerine, onu bir saldırı ve tecridin parçası haline getirmek de, bir o kadar yanlıştır.