Son yılların en çok konuşulan ve en çok beklenti yaratılan seçim sürecini geride bıraktık. Öylesine büyük bir önem atfedilmişti ki bu seçimlere, aylar öncesinden konuşulmaya, tartışılmaya, tahminler yürütülmeye başlanmıştı. Adeta ülkenin “demokratikleşmesi”nin ya da “faşistleşmesi”nin miladı gibi davranıldı. Bütün partiler açısından, seçim çalışmaları son derece güçlü, etkili, yoğun biçimde yürütüldü.
Ve sonuçta, seçimler Türkiye’nin siyasal tablosunda önemli değişiklikler yarattı. Bu tabloya kısaca bir göz atalım.
Erdoğan kaybetti
Seçimin kaybedeni tartışmasız biçimde Erdoğan oldu. Seçim sürecinin başında 400 milletvekili isterken sonunda 254 milletvekiline kadar düşmesiyle; bizzat çıktığı miting alanlarını doğru düzgün dolduramamasıyla; mitingden mitinge koşarken her tür yasayı, hukuku, teamülü yerle bir etmesine rağmen amacına ulaşamamasıyla; cumhurbaşkanlığının, başbakanlığın ve devletin tüm olanaklarını AKP’nin seçim çalışmalarına aktarmasına rağmen etkinlik kuramamasıyla; dağıtılan onca paraya, yardıma, yardım vaadine rağmen oy kaybı yaşamasıyla, bu seçimin kaybedeni Erdoğan oldu.
Erdoğan seçimleri kendisi için başkanlık sistemi konusunda bir referanduma çevirmişti. Çıkan tablo, kitlelerin buna olan tepkisinin ifadesiydi.
Erdoğan’a duyulan tepki ve uzaklaşmanın üç temel sebebi vardı.
Birincisi, 2013’te Haziran Ayaklanması sırasında kendini ortaya koyan, baskıya, teröre, hak gasplarına ve yaşam tarzına müdahaleye karşı duyulan tepkiydi. Ve bu tepki, Haziran günlerinde pervasızca saldırganlaşan Erdoğan’da somutlanıyordu. Bu tepki o günden itibaren kendini açıkça ifade ediyor, ancak sonuç alıcı bir harekete dönüşemiyordu.
İkincisi, Suriye savaşına duyulan tepki ve korkuydu. Suriye’deki radikal dinci katillere gönderilen silahlar, Türkiye’yi savaşa sokma çabaları, çeşitli kentlerde giderek artan radikal dinci odaklar, kitlelerin savaş karşıtı öfkelerini büyütüyordu. Dahası, Kobane’de Kürt halkı yaşam savaşı verdiği bir dönemde, Erdoğan “Kobane düştü düşecek” diyerek kimin yanında olduğunu da gösteriyordu.
Üçüncüsü, kitleler giderek daha derin bir ekonomik krizin girdabına sokulur, refah düzeyi giderek düşerken, Erdoğan’ın lüks ve şatafatının yarattığı öfkeydi. 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkan hırsızlıkların “iftira” olduğuna kitleleri ikna edebilmişti. Ancak insanlar giderek yoksullaşıp açlıkla yaşamaya mahkum edilirken, saraydaki abartılı ve görgüsüz lüks ve israf, sadece aydın-solcu kesimleri değil, AKP’ye bağlılık duyan yoksul muhafazakar kesimleri de fazlasıyla rahatsız ediyordu.
Bu üç etken, Erdoğan’ın daha da pervasızlaşması olarak algılanan başkanlık talebine tepkiyle birleşti. Erdoğan’ın elinde Kuran’la dini kendine malzeme yapmaya çalışması, kendi yaşamıyla örtüşmeyen sözlerinin inandırıcılığının da azalmasına neden oldu. Seçim döneminde HDP’ye yönelik saldırganlığın sistemli biçimde tırmandırılması da Erdoğan’ın Kürt kitlesinden aldığı desteği azalttı. Erzurum’da seçim arabasının şoförüyle birlikte yakılmaya çalışılması, Amed’de miting sırasında katliam amaçlı patlayan bombalar ve bombalardan kaçan kitlenin üzerine tomalarla gaz sıkılması, Kürt halkı açısından bardağı taşıran son damla oldu.
Bu öfke sandığa doğrudan yansıdı. Kürt illerinde AKP büyük bir hezimete uğradı, bazı illerden hiç milletvekili çıkaramadı. İstanbul gibi metropollerde, AKP’nin oy deposu olarak görülen Bağcılar, Sultanbeyli gibi ilçelerde, Kürt oyları AKP’den koparak HDP’ye yöneldi. Ve AKP, son 13 yılın en düşük milletvekili sayısı ile seçimleri bitirdi.
Bu başarısızlık, AKP’nin değil, doğrudan Erdoğan’ın hanesine yazıldı.
HDP’nin seçim zaferi
Seçimin asıl kazananı HDP oldu. Yüzde 13 gibi bir oy alarak ve 80 milletvekili çıkararak mecliste oldukça önemli bir güce ulaştı.
HDP oldukça başarılı bir seçim politikası izlemiş, seçim argümanları geniş kesimlerde yankı bulmuştu. Böylece iki yıldır yapılan hazırlık, bu seçimlerde sonuçlarını göstermiş oldu.
Bugüne kadar yüzde 5-6 civarında oy alan Kürt hareketi, oylarını iki katından fazla artırdı. CHP ve AKP tabanından oy çalmış, genel olarak sandığa güvenmeyen ve oy kullanmayan kesimlerin sandığa gitmesini sağlamış, cemaatin bir kesiminin (mesela Nazlı Ilıcak HDP’ye oy vereceğini açıklamıştı) desteğini kazanmış ve ilk kez oy kullanacak genç kesimin önemli bir kısmını etkilemişti.
Bunun asıl nedeni, ilk defa gerçekten AKP ve Erdoğan karşıtı bir söylem kullanmasıydı. HDP bugüne kadar AKP’yi karşısına almak bir yana, AKP’nin ve Erdoğan’ın her sıkıştığı noktada destek çıkan bir tutum içinde olmuştu. Öcalan başta olmak üzere, birçok Kürt siyasetçi bunu “Erdoğan iktidarını bize borçlu” sözleriyle itiraf ediyordu zaten. 2007 seçimlerinde Kürt siyasetçilerin Kürt seçmene, “ya dilinize (Kürt partisine) ya da dininize (AKP’ye) oy verin çağrısı, bu desteğin en somut göründüğü örneklerden biriydi.
Bu tutumun bir sonucu olarak Kürt illerinde Erdoğan ciddi düzeyde oy almaya devam ediyor, Batılı, kentli “sol” muhalif kesim ise CHP başta olmak üzere başka partilerde kendilerini ifade ediyorlardı.
Mesela Haziran direnişinin temelinde AKP ve Erdoğan’ın baskı ve terörüne karşı isyan vardı ve hareketin temel sloganı “hükümet istifa” idi. HDP’nin Haziran direnişine mesafeli durması ve hareketin AKP’yi hedef almasından rahatsız olması, 2013 sonrası seçimlerde kitlenin CHP’den bir umut ve çıkış beklemesine neden oldu. Ancak sonuç hayal kırıklığıydı. CHP-cemaat ittifakı, AKP’yi deviremedi.
Kürt halkı açısından ise; son süreçte AKP’ye karşı, başta Roboski olmak üzere birçok kırılma noktası yaşanmasına rağmen, Kürt hareketi somut bir karşı koyuş geliştirmedi. Kobane direnişinde AKP’nin düşmanca tutumu, kopuşu başlatan unsur oldu. O süreçte bile BDP, hala AKP ile ipleri koparmama, “çözüm sürecini sekteye uğratmama” arayışları içindeydi. Ancak BDP’nin çabalarına rağmen, AKP’nin Kürt halkına dönük saldırganlığı tırmandıkça, kopuş kaçınılmaz hale geldi.
Son noktayı, ABD’nin Erdoğan üzerinden desteğini çekmesi koydu. ABD emperyalizmi, bugüne kadar pervasızca kullandığı Erdoğan’ın kitleler gözünde bu kadar teşhir olmasından rahatsızlık duymaya başlamıştı. Erdoğan’ın dayattığı başkanlık sistemi konusuna ise sadece ABD değil, diğer emperyalistler de soğuk bakıyor, başkanlık sistemini Türkiye’de istemediklerini ifade ediyorlardı.
Emperyalistlerin ve Türkiye’deki işbirlikçi burjuvazinin, artık “Erdoğansız AKP” istediklerinin netleşmesinin ardından, HDP’nin seçim politikası da Erdoğan karşıtlığı üzerine oturdu. “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü son derece popülist ve etkili bir hamle oldu; bu da seçimleri kazanmaya giden yolu açtı.
Öncelikle temel hedefini “nasıl olursa olsun Erdoğan’dan kurtulmak” olarak tanımlayan Haziran-Gezi kitlesini kazandılar. Arkasından Kobane savaşından bu yana IŞİD ve Erdoğan’ı özdeşleştiren, Roboski’nin acısını unutmayan, üzerindeki baskı ve terör hiç eksilmeyen Kürt halkını…
Kobane’de yaşanan direniş, HDP’nin önünü açan en önemli unsurdu. IŞİD gibi Ortaçağ kalıntısı katiller sürüsü karşısında, Kürt halkının gösterdiği görkemli direniş, sadece Türkiye sınırları içinde değil, tüm dünyada PKK’ye ve Kürt halkına dönük güçlü bir sempati ve sahiplenme oluşturdu. En şoven kesimlerin bile, IŞİD’e karşı ölümüne direnen Kürt halkına yaklaşımı değişti. Kobane, AKP ile “çözüm” adına uzlaşma arayışları içinde olan Kürt siyasetinin özgüvenini, iddiasını ve taleplerini artırdığı gibi, geniş kitlelerde, onların taleplerinin meşruluğuna duyulan inancı ve onayı güçlendirdi.
Kobane direnişi, kendisini “sol”da tanımlayan gençlerin HDP ile yakınlaşmasını da artırdı. Direnişin gücü, gençlerin coşkunluğuna adres oldu. Ve gençlerin büyük bir sahiplenmeyle seçim çalışması yürütmesi, HDP’nin dinamizmini büyüttü.
Bu zemin oluşurken, HDP “baraj korkusu”nu etkili bir biçimde işlemeyi başardı. Aslında barajı aşacakları, parlamentoya girecekleri belliydi. Zaten egemen sınıflar da HDP’nin parlamento dışında kalmasını istemiyordu. Ancak HDP, “baraj sınırındayız” odaklı bir kampanya yürüterek, “barajı geçemezsek, Erdoğan başkan olacak, otoriterlik artacak” söylemini yayarak, kendisine oy verecek kesimin sandığa koşmasını garanti altına aldı.
Devletin, seçimler yaklaştıkça tırmandırdığı terör ve saldırganlık da, HDP’nin oylarını artıran bir unsur oldu. Arka arkaya gerçekleşen bombalı saldırılar ve işlenen cinayetler, Kürt halkını korkutan-sindiren değil, AKP’ye duyduğu öfkeyi büyüten bir rol oynadı.
Bütün bunların sonucunda çok sayıda insan, AKP’yi güçsüzleştirecek tek alternatif olarak HDP’nin barajı aşmasına odaklandı. Ve bugüne kadar AKP’nin gerçekleştirdiği saldırı ve katliamların hesabını sorma yeri olarak, sandığa koşuldu. HDP Kürt illerinde yüzde 80’lere varan bir oy patlaması yaparken, metropollerde beklentinin üzerinde milletvekili çıkardı. 60-65 civarında milletvekili kazanacağı düşünülürken, 80 milletvekili ile parlamentoda etkili bir güç haline geldi.
Parlamentoya umut yeniden yükseltildi
Bu seçimlerde verilen en önemli mesaj, hakların sokakta ve eylemle değil, parlamentoda ve yasal sınırlar içinde kazanılacağı oldu. Bugüne kadar genel olarak haklarını parlamento dışı mücadeleyle, doğrudan sokak hareketleriyle kazanmış olan Kürt siyaseti, bu defa kitlenin sokaklara inmesini durdurdu ve tüm beklentileri sandığa yöneltti.
Mesela 2011 seçimlerinde, milletvekili adaylarının önemli bir kısmı YSK’nın engeline takılmış ve reddedilmişti. Etkili sokak eylemleri sonrasında, bu engel ortadan kalktı, milletvekilleri adaylıkları resmen kabul edildi. Bugün ise, barajın 1-2 puan inmesi için bile tek bir adım atmadı. Ne bir eylem, ne bir basın açıklaması… Yüzde 10 barajını aşmak için herkesin sandığa gitmesi dışında, tek bir hamle yapılmadı.
Esasında bu tutum, HDP’nin iddia ettiği gibi “barajın yıkılması”nı değil, “barajın sağlamlaşması”nı getirdi. Yüzde 10 barajı bütün gücüyle yerli yerinde duruyor, hatta “demek ki aşılabiliyormuş” denilerek, kitlelerin gözünde daha da pekiştiriliyor.
Bir başka örnek, seçim çalışmalarının yürütülmesi sırasında ortaya çıkan tabloydu. Seçim süreci son derece anti-demokratik işledi; seçim, son derece eşitsiz koşullarda gerçekleşti. Ve HDP başta olmak üzere hiçbir parti, bu tabloya karşı tek bir eylem gerçekleştirmedi. Sadece Erdoğan’ı YSK’ye şikayet etmekle yetindiler. “Bu koşullarda seçimlere girmeyeceğiz” demediler, diyemediler.
Seçimlerde son yıllarda giderek artan biçimde hilelerin, sandık yolsuzluklarının yapıldığı, tartışma götürmez bir gerçek. Her seçim sonrasında, nasıl hilelerin yapıldığına dair sayısız liste yayınlanıyor. Bu seçimlerde de böyle olacağı biliniyordu; öyle de oldu. Yine çok sayıda usulsüzlük ve hile haberi internete dolmuş durumda.
Seçim çalışmaları boyunca, bu seçim hilelerini azaltmaya yönelik belli adımlar atılsa bile, sorunu gerçekten ve başlangıç noktasından çözmeye dönük bir girişim olmadı. Asıl olarak sandıklara atılan oyların sayılmasına sahip çıkmaya odaklanıldı. Oysa, en başta seçmen listelerinin düzeltilmesi, sahte adreslere kaydedilen sahte seçmenlerin tespit edilmesi gerekiyordu. Keza mükerrer oyun engellenmesi de son derece önemliydi; mesela bir polis, dördüncü kez oy kullanırken yakalandı.
Yani seçim hilelerini durdurmaya dönük etkili bir eylem planı oluşturulmadı. Tersine seçim hileleri konuşuldukça kitlelerin sandığa güvensizleştiği ve oy kullanmakta uzaklaştığı görülerek, seçmen listelerinden başlayan ve daha köklü oy farklarına yol açan hileler yokmuş gibi davranıldı.
Sonuç olarak bu seçimlerde, asıl amaç kitlelerin sandığa (ve dolayısıyla sisteme) yeniden güven duymasını sağlamaktı; bu başarıldı. Bugün, Haziran direnişinde sokaklara dökülen ve günlerce “hükümet istifa” sloganıyla çatışan kitle, HDP’nin aldığı oyla Erdoğan’ı güçsüzleştirmiş olmasına seviniyor. CHP’liler bile, kendi partisinin başarısız olmasını bir kenara bırakmış, seçim sonuçlarıyla Erdoğan’ın “işinin bitmiş” olmasını kutluyor. Seçim sonuçları “nefes aldık” diye özetleniyor.
Gerçekte yasalar, kitlelerin eylemli gücüyle bağlantılı biçimde değişir. Kitle eylemi ne kadar güçlü ve etkiliyse, sonuç alma ihtimali o kadar güçlüdür. Örgütsüzse, iç zayıflıkları varsa, büyük yenilgiler yaşanır. Erdoğan, Haziran Ayaklanması sırasında kitlelerin gözünde teşhir olmuş, kitle desteğini kaybetmiş bir başbakan olarak burjuvazinin de gözünden düşmeye başlamıştı. Ancak Haziran Ayaklanmasının devrimci örgütlülükten-önderlikten yoksun oluşu, Erdoğan’a nihai darbenin indirilmesini engelledi. Şimdi burjuvazi, seçim sandığına bu görevi yükleyerek, hem Erdoğan’la olan sürecini tamamlıyor, hem de kitlelerin sisteme olan güvensizliğini tamir ediyor. Bir taşla iki kuş vuruyor. Ve sandığı güçlendiren en önemli parti, HDP oluyor.
“Bizler” parlamentarizme, tasfiyeciliğe…
HDP projesi, genel olarak demokrat, aydın, solcu kesimleri, özel olarak da devrimci yapıları parlamento sınırları içine çekmeyi hedefleyen bir niteliğe sahipti. Bu seçimlerde bu, önemli ölçüde başarılmış oldu. Birçok devrimci yapı, bugüne kadar seçimlere ilişkin politikalarından tümüyle vazgeçerek, ilkelerini, temel doğrularını bir kenara bırakarak, seçim çalışması yürüttüler.
Daha önceki yazılarımızda da belirttik. Mesele devrimcilerin parlamentoya girmesi, parlamenter mücadeleye katılması değildir. Mesele, bunun hangi bakışaçısıyla yapıldığıdır. Yoksa parlamenter mücadele, pekala devrimci tarzda yürütülebilir; düzen-içi reformlar mücadelesi, devrimin kaldıracı haline getirilebilir; bu ML ilkelere uygun bir tutumdur. Yanlış olan, parlamento çalışmasıyla düzenin değiştirilebileceği, sistemin sorunlarının parlamentoda çözülebileceği yanılsamasının yaratılmasıdır.
HDP’nin (ve içinde yer alan devrimci kurumların) seçim çalışmasına damgasını vuran ise tam da budur. HDP’nin meclise girmesi; Erdoğan’ın geriletilmesi, “otoriterliğin bitmesi” ile, “nefret söyleminin durdurulması” vb. şeklinde açıklanmaktadır. HDP barajı aştığında, sanki faşizm bir anda bitecek, ülke demokratikleşecektir!
HDP’nin devrimci bileşenleri, bir taraftan “tabi ki sorun, sistem sorunu” diye yarım ağız geçiştirirken, diğer taraftan bu propagandayı yükseltmekte sakınca görmemektedir.
Oysa, gerçekten de, kişilerden bağımsız biçimde bir sistem sorunu vardır. Erdoğan, Hitler, ya da Obama… Ülkeyi yönettiği iddia edilen tek tek “lider”lerin tümü, burjuvazinin hizmetinde olan kuklalardır. İktidarı elinde tutan burjuvazi, devletin üç ayağını (hukuk sistemi, kolluk güçleri ve bürokrasi-parlamento) kendi çıkarlarını gerçekleştirmesi için kullanır.
Ülkeyi burjuvazi yönetir, ama sanki parlamento yönetiyormuş gibi bir mizansen oluşturur. Kitlelerin öfkesi patronlara değil de, vitrindeki başbakanlara, cumhurbaşkanlarına, bakanlara yönelsin diye, bunu yapmak zorundadır. Savaşa girmekten katliam yapmaya, sömürü yasaları çıkarmaktan krizi emekçilere yüklemeye kadar her tür adımı, parlametodaki uşaklarına attırır; bir biçimde gözden düştüklerinde, kitlelerin gözünde teşhir olduklarında, kısacası miadlarını doldurduklarında ise çöpe atar. Hiçbir burjuva partinin seçim politikası da, parlamento sınırları içinde yürütülen hiçbir mücadele de bu gerçeği değiştirmez. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Mesela Hitler’in seçimleri kazanmasını, ülkedeki sosyal-demokratların ve komünistlerin seçimlerde taktik hatalarına bağlamak, Hitler’in arkasında Alman ve ABD burjuvazisi olduğunu görmemektir. Hitler’in “sosyalizm”e karşı “faşizm panzehiri” olarak üretildiğini, herhangi bir düzen parlamentosunun bu politikayı durduramayacağını anlamamaktır. ABD başkanlarının bazılarının “aktör”, bazılarının “geri zekalı” olmasını şaşırtıcı bulanlar olabilir; bu tam da burjuva devletin niteliğiyle ilgilidir.
Yasalar sokakta yapılır. Sokaktaki kitle eyleminin gücüyle orantılı olarak, parlamentodaki partiler iyileştirme yapacak, ya da saldırının-sömürünün dozunu artıracaktır. Bu nedenle Erdoğan’ı güçsüzleştirmek, ne “demokrasi”yi getirecektir, ne de burjuvazinin temel sömürü politikalarında bir değişiklik yaratacaktır. Ama böylesine düzen-içi bir söylem tutturmak, meclise giren devrimci-demokratları, parlamentarizmin kölesi haline getirecektir.
Diğer taraftan, seçimler biter bitmez, partilerin seçim öncesinde birbirlerine dönük saldırıları, eleştirileri, karşı tarafı yerin dibine sokan bütün tutumları için, “onlar seçim öncesinde kaldı” denmekte, “siyaset böyle birşey” diye açıklama yapılmaktadır. Yani seçim öncesinde kitlelere her tür yalan söylenebilir, birbirlerine ağıza alınmayacak laflar edilebilir, ama seçim sonrasında her tür ittifaka, işbirliğine, uzlaşmaya açık olmak gerekir.
Bunun adı “siyaset” değil, “burjuva siyaseti”dir. Çünkü burjuva siyaset, asıl olarak burjuvaziye karşı sorumludur, onun isteklerini yerine getirmekle yükümlüdür. Devrimci siyasette ise, en önemli unsur dürüstlük ve açıklıktır. Kitlelere söylenen tüm vaatler gerçekçidir, abartı yoktur, esneme payı varsa onlar da açıkça belirtilir. Hiçbir şey perde arkasında halledilmez. Devrimci siyaset, kitlelere karşı sorumludur; kitlelerin isteklerini ve yaşam koşullarını iyileştirecek adımları yerine getirmekle yükümlüdür. Bu nedenle, “siyaset” adına yapılan burjuva siyasetin meşrulaştırılmasına ve yaygınlaştırılmasına izin verilmemelidir.
Gün boş umutlara kapılma günü değildir
HDP için “seçilme” ve “barajı aşma” özgürlüğünü sonuna kadar savunulurken, başka siyasal yapıların “oy vermeme” özgürlüğü karşısında son derece çarpık tutumlar ortaya çıkabiliyor.
HDP’ye oy verme çağrısı yapmayan, sorunun sistemde olduğunu ısrarla vurgulayan devrimci yapılara dönük siyasal saldırganlığın ve pervasız öfkenin boyutu şaşırtıcıdır. Geniş bir kesim HDP’yi desteklerken, bu seçim politikasına karşı çıkan kesim küçük bir azınlık vardır ve esen rüzgarın gücü karşısında bu tabloyu değiştirme gücüne de sahip değildir. Ancak önemli olan, siyasal güçtür; ve HDP’nin seçim çizgisini eleştirenlerin söyledikleri, sınıf mücadelesinin temel ilkelerine dairdir.
Seçim politikası sözkonusu olduğunda, bizi güçlü kılan da budur. Parlamentarist-reformist kulvara girenler, -özellikle de devrimci yapılar- ne kendi içlerinde, ne kendi tabanlarında, izledikleri politikayla barışıktır. Onlar, yanlış bir zeminde olduklarını bilmektedirler. Bugüne kadar demokrasi mücadelesi için genel olarak “sistem sorunu” diyenler, “sistemi aklamak” için harekete geçmenin çelişkisini yaşamaktadır. Ve bu çelişkiyi açıklayabilmekte zorlanmaktadır. Bu yüzden, HDP’den yana esen rüzgara direnen, devrimci doğruları söylemeye devam eden devrimcilere karşı tahammülsüzdürler.
Ancak onların tahammülsüzlüğü ve bastırma çabası, sonucu değiştirmiyor. HDP’nin seçim çalışmasının odağında, sistemi parlamentodan değiştirmek duruyordu ve tüm seçim çalışması bu temelde yürütüldü.
Bundan sonra ise, bu yöndeki ilkesel kayış daha somut olarak kendisini gösterecektir. Parlamentoya gelen yasalarla ilgili alacakları tutum, burjuvazinin beklentileri konusunda atılacak adımlar vb. her konuda reformizm ile devrim arasındaki açıyı büyütecektir.
Bugüne kadar parlamentodaki her büyük değişiklik, büyük alkışlarla karşılandı. Mesela 1991 yılında DYP seçimleri “demokrasi” üzerine kurulu seçim propagandası ile kazanmış ve o dönemde çok geniş bir kesimin desteğini almayı başarmıştı. Ve SHP ile birlikte bir hükümet kurdular. Sonra ’92 konsepti adı verilen süreç başladı, başta Kürt halkı olmak üzere sol-demokrat-devrimci kesimler üzerinde müthiş bir saldırı gerçekleşti. 12 Eylül sonrası yapılan ilk seçimlerde de cunta şefleri, başında emekli bir general olan MDP’yi desteklerken, liberal görünen Özal’ın ANAP’ı bir umut olarak görülmüş ve “nefes aldıran” bir figür olarak Özal seçilmişti. Ve Özal hızla gerici yüzünü ortaya serdi. AKP’nin 2002 yılında ilk hükümet olduğu dönemde de, başta Kürt hareketi ve liberal aydınlar olmak üzere, çok geniş bir kesim “statükocular gitti, değişimciler geldi”, “AB’ye gireceğiz, demokrasi gelecek”, “askeri vesayet kalkacak” diye açık ya da gizli AKP’ye destek verdi. O yıllarda liberaller ve Kürt hareketi tarafından alkışlanan AKP, özsel olarak değişmedi, sadece yüzünü daha açık ortaya serdi. Tıpkı kendisinden öncekiler gibi.
Burada yine ML doğrular çıkıyor karşımıza: Burjuvazi, kitle desteğini kaybeden hükümeti mutlaka değiştiriyor ve yenisinin, kitlelerin özlemlerini yerine getireceğini propaganda ediyor. Böylece kitlelerde bir umut, beklenti yaratıyor, uyuşturuyor, gevşetiyor ve yeni saldırı dalgasının zeminini oluşturuyor. Bugün yine aynı tabloyla karşı karşıyayız.
Üstelik, şiddetli bir ekonomik krizin giderek etkisini artırmakta olduğu, bütün kesimler tarafından dile getirilmektedir. Ekonomik kriz dönemleri, burjuvazinin saldırganlığının arttığı, faturayı kitlelere çıkarmak için uğraştığı dönemlerdir. Böyle bir dönemde kitleleri parlamentoya yeniden bağlamak, sisteme güven tazelemek, kitle hareketine verilebilecek en büyük zarardır. Kitleler “nefes aldık”, “diktatörü durdurduk” diye sevinirken, ekonomik krizin bütün yükü üzerlerine yığılacaktır.
Onun içindir ki, bir kez daha “gün boş umutlara kapılma günü değil, mücadeleyi yükseltme günüdür” diyoruz. Parlamenter ayak oyunlarıyla, burjuva siyasetin dolambaçlı yollarıyla oyalanma günü değil, sokak eylemlerini, işçi direnişlerini, kitle gösterilerini arttırma günüdür.