Seçimlerin üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Ancak eski hükümet, halen işbaşında! Yönetmelikler değiştiriyor, atamalar yapıyor, ihaleler çıkarıyor vb… Hatta neredeyse savaş kararı alacaklar. Sanki seçimler yapılmamış, yeni bir meclis oluşmamış, meclisteki dengeler değişmemiş gibi…
Seçimlerin ilk günlerinde, AKP’yi geriletmiş olmanın getirdiği o iyimserlik havası ve rahatlama hali de, yerini tedirginliğe, hatta karamsarlığa bıraktı. Yeni hükümetin kurulmasındaki gecikmenin yanı sıra, meclis başkanlığını da AKP’ye kaptırmış olmanın sıkıntıları var.
AKP ise, seçimlerin hemen ardından yaşadığı şoku ve moral bozukluğunu gidermiş durumda. Mecliste yüzde 60 olan muhalefetin “blok” olarak davranmaması, yeni hükümetin AKP’siz kurulamayacağının netleşmesi, onları iyice rahatlattı. Şimdi muhalefet partilerine, koalisyon için şartlar ileri sürmemeleri, aksi halde seçimleri yineleyecekleri tehdidini savuruyorlar.
Her ne kadar seçimlerin tekrarı durumunda ciddi bir değişiklik olmayacağı kesinse de, AKP ve Erdoğan bu olasılığı muhalefet partilerinin üzerinde “Demoklesin kılıcı” gibi sallıyor. Bir koalisyon hükümetini en az tavizle kurmak istiyor. Ancak bunu ne kadar başarabileceği ve sürdürebileceği şüpheli. İçte artan hoşnutsuzluk, yükselen işçi eylemleri, dışta savaşın aldığı yeni boyutlar, ekonomik krizin yansımaları, sadece AKP’nin kaderini değil, Türkiye’nin bundan sonraki siyasi yaşamını belirleyecek.
AKP hükümeti tam gaz
Bütün bu belirsizlik içinde ve seçim sonrası meşruiyetini yitirdiği halde, AKP hükümeti tam gaz çalışıyor. Son bir ay içinde kamuya ait yerlerde bazı dosyaların kaybolduğu, birçok kamu kuruluşuna yeni atamaların yapıldığı söyleniyor. Gider ayak “suç” delilleri yokediliyor, geleceğini sağlama almak için adımlar atılıyor. Başta CHP olmak üzere diğer partiler de bu durumdan yakınıyorlar sadece.
Üstelik seçim sonuçları hiç bir partiye tek başına hükümet kurma olanağı tanımamasına rağmen, koalisyon görüşmelerine başlanmadı bile. Erdoğan bunu geciktirdikçe geciktiriyor.
Önce meclis başkanının seçilmesi beklendi. Ardından meclis divanının oluşması… Ki bunlar da son süresine kadar bekletildi, tamamlanması bir ayı buldu. Erdoğan’ın bahaneleri de tükendi, ama koalisyon görüşmeleri hala başlamadı. Başladıktan sonra da haftalarca bu görüşmeler sürecek. Bu durumda yeni hükümetin kurulması, (tabi kurulabilirse) en iyimser tahminle Ağustos’u, belki Eylül’ü bulacak.
Esasında Erdoğan’ın gönlünde yatan, seçimleri yenileyerek tek başına hükümet şansını bir kez daha zorlamak. Ve bu süre içinde olabildiğince zaman kazanmak. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra kendini toparlar toparlamaz, “erken seçim” (kendi deyimiyle “tekrar seçim”) lafları etmeye başladı. Ancak buna karşı tepkiler yükselince, koalisyon görüşmeleri için üzerine düşeni yapacağını söyledi. Fakat bunu da elinden geldiğince geciktirmeyi ihmal etmedi.
Erdoğan’ın süreyi bu kadar uzatmasının bir nedeni olarak da, Ağustos ayında “Yüksek Askeri Şura”nın toplanacak olması gösteriliyor. Ordu içindeki görev değişiminin yapılacağı Şura’da kendine yakın kişileri terfi ettirebilmek, AKP’nin hükümette olduğu bir sırada daha rahat olacaktır kuşkusuz.
Kısacası Erdoğan ve AKP, süreyi son demine kadar kullanıyorlar. Bu şansı bir daha yakalamaları çok zor göründüğünden, zamanı iyi değerlendiriyorlar.
Koalisyon senaryoları
Koalisyon görüşmeleri bir türlü başlamadı, ama seçimlerden bu yana türlü çeşit koalisyon senaryoları yazıldı. Ve ibre sürekli değişti.
AKP-CHP koalisyonu, başından beri üzerinde en çok durulan hükümet modeliydi. ABD ve AB’den TÜSİAD’a kadar, emperyalistler ve işbirlikçileri “büyük koalisyon” adını verdikleri böyle bir hükümeti istediklerini ortaya koydular. Seçimlerden sonra TÜSİAD yönetimi, partileri dolaşarak liderlere “uzlaşma” mesajı verdi ve bir an evvel hükümeti kurmalarını telkin etti.
Bir kez daha “seçmen” denilen kitlelerin değil, egemen sınıfların hükümeti belirleyeceği, adeta “kör gözüm parmağına” şeklinde gösterildi.
Elbette kitlelerin de nabzını alıyor ve ona göre yönlendirme yapıyorlar. Örneğin AKP-CHP koalisyonuna CHP tabanının tepki göstermesi üzerine, CHP yönetimi AKP ile bir hükümet kurmaktan yana olmadıklarını açıkladı. Önceliklerinin yüzde 60’ı oluşturan muhalefetle bir hükümet kurmak olduğunu bildirdi. HDP’nin dışarıdan destekleyeceği CHP-MHP koalisyonu dillendirildi. Hatta Kılıçdaroğlu, Bahçeli’ye “Başbakanlık” teklif etti. Ancak MHP bunu, “ahlaksız teklif” olarak niteledi ve reddetti.
Bahçeli, seçim sonuçlarının açıklandığı günün akşamı, HDP ile hiçbir şekilde biraraya gelmeyeceklerini söyleyerek, muhalefetin bir hükümet kurma ihtimalini baştan dinamitlemişti. Sonrasında da bu tavrını sürdürdü. Ve her aşamada AKP’nin işine yarayan bir rol üstlendi.
CHP tabanından AKP ile koalisyona karşı yükselen tepkiler, AKP-CHP hükümeti olasılığını geriletince, bu kez AKP-MHP koalisyonu konuşulur oldu. Her iki partinin de ideolojik-siyasi hattının birbirine yakınlığı, tabanda birliğin rahat kurulacağı türü değerlendirmeler arttı. MHP’nin CHP’ye kapıları kapatması, bu ihtimali daha da kuvvetlendirdi. Üstelik aynı günlerde PYD, Suriye sınırında hakimiyet alanını genişletmeye başlamıştı. Bunun üzerine AKP’nin artan savaş çığırtkanlığı, MHP ile Kürt düşmanlığı üzerinden çakışmasını sağladı.
Bütün bunlar, kitlelere “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”ti. Başlangıçta AKP ile hükümete kesinlikle karşı çıkan CHP tabanı, “ilkelerimizi kabul ederlerse, neden olmasın” denilerek ikna edilmeye çalışıldı. CHP, seçim öncesi vaatlerini de kapsayan “14 ilke” belirledi. Ancak Kılıçdaroğlu bir yandan da, “hiçbir dayatma içinde olmayacakları”, “rovanşist davranmayacakları” vb. sözlerle AKP’yi rahatlatan açıklamalar yapmayı ihmal etmedi.
CHP’li yöneticilerin “kırmızı çizgiler”i, “kırmızı plaka” uğruna çiğneyip geçmekte hiç bir beis görmeyecekleri biliniyor. Yıllardır hükümet olamamanın ve onun nimetlerinden yararlanamamanın sıkıntısıyla, her ne olursa olsun hükümette yer almak isteyenlerin sayısı bir hayli kabarık. Özellikle CHP’li belediye başkanlarının bu yönde tazyik yapması, hiç şaşırtıcı değil.
Yeni hükümet kurma süresinin uzaması, AKP-MHP koalisyonu ihtimalinin artmasıyla, CHP tabanı da adım adım AKP-CHP koalisyonuna razı edildi. Bunda HDP’nin tutumu da önemli bir rol oynadı.
HDP ve KCK yöneticileri, seçim sonrası birbirini tutmayan birçok açıklama yaptılar. Başlangıçta hiçbir hükümette yeralmayacaklarını söylerken, sonrasında “halkı hükümetsiz bırakmayız” demeye başladılar. Açıkça AKP-CHP hükümetinden yana olduklarını, buna destek vereceklerini bildirdiler. Kimi KCK yöneticileri, bizzat hükümette yer alınabileceğini bildirdi, kimisi ise, AKP’li hiçbir hükümete destek vermemek gerektiğini söyledi. Seçim öncesi AKP’ye açık ya da örtük hiçbir şekilde destek vermeyecekleri konusunda yemin billah eden HDP yöneticileri, şimdi AKP-CHP koalisyonuna dahil olabileceklerini söylüyor. Bunu da MHP-AKP ile bir “savaş hükümeti” kurulma tehlikesine bağlıyorlar.
Bu şekilde AKP’ye karşı olan kitleler, “ehven-i şer” mantığı AKP-CHP formülüne ikna ediliyorlar. AKP karşıtlığı üzerinden oy toplayan partiler de, seçim sonrası tabanlarını AKP’li hükümete hazırlıyor. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin başından beri dillendirdikleri “büyük koalisyon”un kurulması için, her biri kendi payına düşeni yapıyor. Şimdi AKP’nin adının geçmediği hiçbir hükümet formülü konuşulmaz oldu.
Meclis başkanlığı seçimi
Seçimlerden sonra meclis başkanının hangi partiden olacağı en önemli konuydu. Çünkü bu durum, olası koalisyon senaryoları içinde hangisinin öne çıkacağını, dolayısıyla yeni hükümetin şeklini de ortaya koyacaktı.
Ama daha önemlisi, seçimlerde geriletilmiş olan AKP’nin meclis başkanlığından da alınmasıyla, muhalefete daha geniş bir alan açılacaktı. Hatta hükümet kurulmadan meclisin çalıştırılacağı, 17-25 Aralık dosyaları dahil, birçok konuda AKP’yi sıkıştıracak kararlar alınabileceği söyleniyordu. CHP’li vekiller, daha seçilmeden, meclise sunacakları önergeleri hazırlamışlardı. Meclisteki 13 yıllık AKP hakimiyetini yıkacaklarını, komisyonlarda ağırlığı oluşturacaklarını söylüyorlardı. Muhalefetin meclisteki sayısı, bunun için yeterliydi. Ama tabi “blok” bir şekilde davranmaları koşuluyla…
Yukarıda belirttiğimiz gibi MHP, daha seçim akşamı, muhalefetin “blok” bir şekilde davranmayacağının işaretini verdi. HDP’yi hedefe çakarak, onun dahil olduğu hiçbir şeyi desteklemeyeceklerini duyurdular. Ve bunu meclis başkanlığı seçimlerinde pratiğe geçirdiler. Başkanlığı AKP’nin almasında belirleyici bir rol oynadılar.
Başkanlık seçimi süreci, Erdoğan’ın seçimlerden hemen sonra Baykal ile görüşmesi ile başladı denilebilir. Baykal’ın sıradan bir milletvekili iken, cumhurbaşkanı ile hem de seçimlerden hemen sonra görüşmesi, burjuva siyaseti açısından bile yadırgatıcıydı. Sonrasında birçok spekülasyona yol açtı.
Erdoğan, sıkıştığı noktada bir kez daha Baykal’a başvuruyor, ondan yardım istiyordu. (2002 yılında Erdoğan’a başbakanlık yolunu Baykal açmıştı.) Sözde tecrübeli bir siyasetçi olarak Baykal’ın fikirlerine başvurmuş, ondan yararlanmıştı! Baykal’ın tecrübeli bir siyasetçi olduğu doğruydu, ama Erdoğan’ın ondan fikir alması değil, olsa olsa kendi geleceğine dair birtakım garantiler alması sözkonusu olabilirdi. Bunun karşılığında Baykal’a bazı vaatler de verilmişti elbet.
Bu görüşmeden sonra Baykal’ın CHP’nin meclis başkanı adayı olması, bu yöndeki düşünceleri kuvvetlendirdi. Baykal, CHP tabanı tarafından sevilmeyen bir politikacıydı. Bugünkü CHP milletvekilleri arasında da Baykal’a karşı olanlar çoğunluktaydı. Erdoğan’la görüşmesi, Baykal karşıtlığını daha da arttırdı. Kılıçdaroğlu bile Erdoğan’la görüşmeden önce haberdar edilmediğini söyleyerek Baykal’la arasına mesafe koydu. Buna rağmen Baykal’ı CHP’nin meclis başkan adayı olarak gösterdi. Belli ki, Kılıçdaroğlu buna zorunlu kılınmıştı.
Baykal’ın resmen adaylığının ardından MHP ve HDP de kendi adaylarını açıkladılar. Son olarak AKP, eski savunma bakanı İsmet Yılmaz’ı aday gösterdi. Fakat Baykal’ın kazanacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. İlk iki turda herkes kendi adayını destekleyecek, üçüncü turda en çok oy alan iki aday kalınca, (ki bu CHP ve AKP’nin adayı olacaktı) MHP ve HDP Baykal’ı destekleyecekti. Beklenen buydu, ama öyle olmadı. MHP, Baykal’a vermedi, HDP’de ise 80 milletvekilinden 50’si verdi. Zaten MHP vermeyince, HDP’nin hepsi verse de kazanamıyordu.
Bu Baykal için büyük bir şok oldu. Daha sonra bir televizyon kanalına çıkarak, MHP’nin kendilerini son ana kadar kandırdıklarını anlattı. Sadece MHP değil, Erdoğan da Baykal’ı ortada bırakmıştı. Ama şaşkınlık geçiren sadece Baykal değildi. Seçim sonrası oluşan meclisten beklentileri yükselen tüm kesimler büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar.
AKP ise seçim yenilgisiyle yaşadığı moral bozukluğunu gidermiş oldu. MHP’nin adeta altın tepside sunduğu meclis başkanlığı, onlara “hayat öpücüğü” gibi geldi. Yeni hükümeti kurma süresini biraz daha uzatma imkanı elde ettiler. Ama daha önemlisi, seçimlerden yenik çıkmalarına rağmen, cumhurbaşkanı, başbakan ve meclis başkanı yine AKP’de kalıyordu.
Böylece Erdoğan ve AKP, seçimlerden hemen sonra yaşadığı şoku, bir ay gibi kısa sürede üzerinden attı. Seçim sonrası sesi-soluğu kesilen, Baykal’dan yardım isteyen Erdoğan da, yeniden esip gürlemeye başladı. Yani seçimlerle umutlananlar, bir ay içinde hüsrana uğradılar. AKP gitse bile, seçim öncesi beklentiler karşılanmıyacaktı, ama AKP’den kurtulamamış olmak, seçimleri ve yarattığı havayı tümden boşa düşürmüştü.
Boş umut ve beklentiler
yerini gerçeklere bırakıyor
Bilindiği gibi 7 Haziran seçimlerine büyük bir önem vehmedildi. Bunun da başında 13 yıldır hüküm süren AKP hükümetine, artık bir son verme isteği geliyordu. AKP dışındaki partiler, kitlelerdeki AKP karşıtlığını kullanarak oy istediler. Salt bunun için HDP’ye oy verenler oldu. Son yılların en yüksek katılımlı seçimleri yapıldı. Hayatlarında ilk kez sandığa gidenler oldu. HDP eliyle devrimci-demokrat kesimlerde parlamentarizm yeniden hortlatıldı.
HDP’nin barajı aşıp meclise girmesini hayat-memat meselesi gibi gösterdiler. Tahminlerin ötesine 80 milletvekili ile seçimleri kazanması da bir “devrim” gibi sunuldu. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, demokrasinin hakim kılınacağı vb. sözlerle pembe bir tablo çizildi.
Fakat seçimlerden hemen sonra bu tablo hızla değişti. Partiler seçim öncesi vaatlerini bir kenara fırlatıp, o anki çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle konuşmaya ve davranmaya başladılar. Hatta açıktan “seçim dönemlerinde çok şey söylenir, şimdi önümüze bakalım” dediler. Artık “real politika”ya dönme, onun gereklerini yerine getirme zamanıydı!
Bunu düzen partilerinden duymak şaşırtıcı değildir. Daha önce de benzer sözler duyulmuştur. Fakat büyük beklentilerle meclise giren HDP’nin, onlardan geri kalmayan açıklamaları, HDP’ye umut bağlayanlar açısından oldukça sarsıcıdır.
Seçim sonuçları açıklandıktan sonra HDP’nin ilk açıklaması, “çözüm sürecine kaldığımız yerden başlayalım” demek oldu. Ve ardından “Öcalan’a özgürlük” kampanyasını başlattılar.
Seçim kampanyası boyunca, ağızlarına “çözüm süreci”ni, Öcalan’ın ismini almamaya özen gösterenler, AKP ile asla birlikte olmayacaklarını söyleyenler, seçimler biter bitmez, bu sözleri unutup eski hallerine döndüler. Dahası AKP yenilmiş, yeni bir meclis tablosu ortaya çıkmış olduğu halde, yeni bir dönemi başlatmak yerine, “çözüm süreci”ne hem de “kaldıkları yerden” dönmeyi önerdiler! Kime? Yine AKP hükümetine!
Bununla da kalmadılar. TÜSİAD heyetiyle samimi pozlar veren eşbaşkan Figen Yüksekdağ, koalisyon görüşmeleri için, “kimsenin ‘kırmızı çizgilerim var’ deme lüksüne sahip olmadığını” söyleyerek, tam bir ilkesizlik örneği sundu. O da diğer parti liderleri gibi, seçim bildirgelerinin, halka verilen sözlerin önemli olmadığını, devletin-egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda hareket edileceğinin altını çiziyordu.
Zaten her fırsatta her tür koalisyon görüşmesine açık olduklarını (MHP’nin sert tutumundan sonra ona şerh koymak dışında) yineleyip durdular. TÜSİAD’ın “uzlaşma” mesajına en uygun davranan bir parti profili çizdiler. Burjuva sözcüleri bile meclisteki “en uzlaşmacı parti” olarak HDP’yi gösterdi. Onun bu tutumuyla “Türkiye Partisi” olmayı başardığını söyleyerek takdir ettiler.
Bunlar yetmezmiş gibi, eski CHP’li, yeni HDP’li Celal Doğan’ın Erdoğan ile görüştüğü ortaya çıktı. Ve bu görüşmenin devam edeceği söylendi. Elbette Celal Doğan, bu görüşmeyi HDP yönetiminden habersiz, hatta onaylarını almadan yapmamıştı. HDP yönetiminden aksi yönde bir açıklama da yapılmadı. Deniz Baykal’dan sonra Celal Doğan’ın herhangi bir milletvekili kimliği ile normal prosedürün dışına çıkarak Erdoğan’la görüşmesi, birtakım gizli pazarlıkların sürdüğünü gösteriyordu. Ve HDP’nin de bu pazarlıkların bir parçası olduğunu…
Tıpkı Baykal’da olduğu gibi Celal Doğan’la da ne konuşulduğunu kitleler bilmiyor. HDP’nin Erdoğan’la böyle bir gizli pazarlık içinde görülmesi, seçim öncesi vaatlerin, edilen yeminlerin ne kadar sahte olduğunu gösteren en açık tablodur. HDP’den umut besleyenler kalelerinde ilk dakika golünü görmüştür. Pragmatizmi siyaset bellemiş, ilkesizliği erdemleştirmiş bir partinin, bundan sonra da daha çok hayal kırıklığı yaşatacağını söylemek yanlış olmaz.
* * *
Seçimlerin üzerinde bir ay geçti. Büyük olasılıkla AKP-CHP koalisyonu kurulacaktır. Ancak bu hükümetin kurulma aşaması ve sonrası da oldukça sancılı geçecek ve yine “erken seçim” gündeme gelecektir.
Elbette tek seçenek koalisyon hükümeti değil. AKP ya da CHP’nin azınlık hükümeti de en azından teorik olarak mümkün. Hatta AKP’nin MHP ve CHP’den bazı milletvekillerini satın alarak tek başına hükümet kurmaya çalıştığı söylentileri duyuldu. Türkiye’nin siyasi tarihinde bu tür örnekler yok değil. Fakat bu durum, kitlelerdeki AKP karşıtlığını daha da arttırır ve beklentiler sandıkla da giderilmediği için, bir kez daha sokağa taşar. Egemenler, o yüzden bu olasılığı tercih etmiyorlar. CHP’nin azınlık hükümeti ise, MHP’nin tutumuyla imkansız hale geldi.
Diğer yandan Suriye’deki savaşın yeni çehresi, ordunun sınırda artan yığınağı, ekonomik krizin işsizlik, pahalılık, iflaslar olarak kitlelerin yaşamını daha da zorlaştıran yönleri, Türkiye’nin bir an evvel yeni hükümeti kurmasını gerektiriyor. Patronlar, “erken seçim” değil, hükümet istiyorlar. Ancak hangi biçimde olursa olsun yeni hükümet de çare olmayacak. Sistemin yönetememe krizi daha da derinleşerek sürecek. Ve en geç iki yıl içinde bir kez daha “seçimler” gündeme gelecek.
Bu oyunu bozmanın, bu “fasit daire”den çıkmanın tek yolu, seçimlerin çare olmadığını görerek, kendi gücümüzü ortaya koymaktan geçiyor. Savaşa ve faşizme karşı birleşmekten, örgütlenmekten ve mücadeleyi yükseltmekten başka çaremiz yoktur.