Yunanistan’da 5 Temmuz günü gerçekleşen referandumda, Troyka’nın (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası AMB ve İMF üçlüsü) Yunan halkında dayattığı ekonomik saldırı ve hak gaspı paketi oylandı. Yunan halkı yüzde 61’in üzerinde “Hayır” oyu vererek, bu paketi kabul etmediler, gerekirse AB’den de çıkmaya hazır olduklarını gösterdiler.
Son 5 yıldır ağır bir ekonomik kriz ve yoksullaşmanın pençesinde kıvranan Yunan halkı, birçok defa bu saldırı paketlerine mahkum edilmiş; ama hiçbir paket vaadedilen ekonomik refahı sağlamamıştı. Bu nedenle, son beş yıl, güçlü kitlesel gösteriler, eylemler ve protestolarla geçti.
Yunan emekçileri, son referanduma da eylemlerin gücü ve netliği ile yürüdü. Bu nedenle sonuç şaşırtıcı olmadı.
Referanduma giden süreç
Ocak 2015’te Syriza’nın seçimleri kazanmasının ardından, Yunanistan üzerindeki baskı artırıldı. Yunanistan ile Troyka arasında en başından itibaren sonuçsuz giden görüşmeler, Mayıs ayında, Yunanistan’ın borç taksitlerini bile ödeyecek parasının kalmadığını duyurmasıyla kitlendi.
Öncesinde, AB’nin Yunanistan’a, kitleler üzerindeki ekonomik baskıyı artıracak bir “kemer sıkma programı” uygulanması koşuluyla, 7.2 milyar euroluk mali fonu vermesi kararlaştırılmıştı; ancak Syriza hükümeti, seçim vaatleriyle çelişen ve kitlelerin büyük tepkisini alacak olan bu programı uygulamayı reddetti. Böylece AB de, Yunanistan’a söz verdiği parayı göndermedi. Syriza, bu parayı alamadığı koşulda, Haziran ayındaki borç taksitlerini ödeyemeyeceğini duyurdu. Ve taksitler ay sonuna kadar ertelendi. Ancak kasasında para bulunmayan Yunanistan için, bu ertelemenin bir faydası yoktu.
Euro bölgesinin maliye bakanlarının toplandığı Eurogrup’un, 22 Haziran tarihinde gerçekleşen toplantısına, Çipras tavizlerle dolu bir mali program karşılığında kredi açılması önerisiyle gitti. Emekli maaşlarından kesintileri ve vergi artırımını içeren bu tavizler, halkta büyük bir tepkiye yol açtı; hükümet Atina’da Sintagma Meydanı’nda büyük bir kitle gösterisiyle protesto edildi.
Üstelik AB bu tavizleri de yetersiz bulduğu için Çipras’ın hazırladığı paket boşa düşmüş oldu.
25 Haziran günü AB ve İMF, “son seçenek” diye bir paket daha sundu Yunanistan’a. Bu “son seçenek”te de bir şey değişmiyor, Troyka, emekli ve memur maaşlarının derhal düşürülmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, özelleştirmeler, işten çıkarmalar ve kamu vergilerinin artırılması başta olmak üzere, mutlak bir saldırı programı istiyor, bunun olmadığı hiçbir koşulu kabul etmiyordu. Üstelik 2010 yılından bugüne, Troyka sürekli olarak aynı paketi Yunan halkına dayatıyor; bu paketin uygulanması nedeniyle milli gelir daralıyor, yaygın işsizlik ve kitlesel yoksulluk giderek büyüyordu. Ve bugün, işsizliği ve yoksulluğu artırmaktan başka bir sonucu bulunmayan bu paket yeniden dayatılıyor.
Syriza, bu saldırı ve hak gaspı politikalarına karşı söylemleri sayesinde seçimleri kazandı. Ve bu söylemlere aykırı biçimde, Troyka karşısında en küçük bir taviz girişimi bile, Yunan halkının büyük tepkisine, eylemli protestolarına neden oluyor. Bu nedenle, Troyka’nın dayatmalarını reddetmeye mecbur kalıyor.
Görüşmeler sonuç vermeyip Troyka 25 Haziran paketinde ısrarcı olunca, Yunanistan’ın AB’den çıkması da dahil olmak üzere, diğer seçenekler daha şiddetli tartışılmaya başlandı. Ve 26 Haziran günü Yunan hükümeti referandum kararı aldı.
Referandum aldatmacası
Referandum, hem Yunanistan’ın “solcu” başbakanı Çipras’ın, hem de Troyka’nın restleşmeleri ile başladı ve “kıran kırana bir mücadele” yürütüldüğü görüntüsü oluşturuldu. Mesela Çipras, “Evet oyu çıkarsa istifa ederim” dedi, AB yetkilileri ise, referandumu “AB’de kalıp kalmama oylaması” olarak algıladıklarını ifade ederek, “kimse AB’ye şantaj yapamaz” diye meydan okudular.
Gerçekte, her iki taraf da bu referandumun, AB’nin parçalanması ihtimalinden, Yunanistan’ın eurodan çıkıp çıkmamasından bağımsız bir durum olduğunun bilincindeydi. Oylanan, basitçe Troyka’nın Yunanistan’a dayattığı kemer sıkma politikasıydı; halkın bu kemer sıkma politikasına gönüllü olup olmadığı soruluyordu.
Üstelik referandumun yapılma tarzı bile, kendi içinde önemli çarpıklıklar barındırıyordu. En başta, Troyka’nın dayattığı 25 Haziran tarihli “saldırı paketi karşılığı kredi” için verilen süre 30 Haziran günü doluyordu; oysa referandum 5 Temmuz günü gerçekleştiriliyordu. Zaten İMF hemen açıklama yaparak 30 Haziran’dan itibaren kendi önerilerinin geçerliliğini yitirdiğini duyurdu.
İkincisi, referandum Yunanistan’ın borcunu ödeme tarihi olan 30 Haziran’dan sonraya bırakıldığında, Yunanistan “borcunu ödeyememiş”, “temerrüde düşmüş” bir pozisyonda, bankaların önünde para kuyruklarının oluştuğu ve bankaların kapatıldığı bir tablo içinde, bir kriz ve panik ortamının baskısı altında gerçekleştirildi.
AB ve İMF’nin de rest çeken tutumu, Yunan halkının önemli bir kısmı üzerinde, işlerin bundan sonra çok daha kötüleşeceği korkusunu güçlendirdi. Referandumda, bu kadar ağır bir saldırı paketine yüzde 40’a yakın evet oyu çıkması, bu baskının ve korkunun ürünüdür. Yunan halkının önemli bir kesiminin gözünde referandumda iki büyük olumsuzluk oylanmaktaydı: Bir tarafta ağır saldırı paketi ile refah düzeyinin düşürülmesi, diğer tarafta AB’nin Yunanistan’ı dışlaması ve Yunanistan’ın iflas etmiş bir ülke olarak tümüyle parasız biçimde ortada kalması… Troyka ile aylarca süren görüşmelerin herhangi bir aşamasında bu referandum gerçekleştirilmiş olsa, Yunan halkı tercihini kısmen daha “serbest” koşullarda ifade edebilirdi; bu olanaktan mahrum bırakılmış oldu.
Üstelik, referandum süreci başlamışken, İMF başkanının açıklamaları karşısında Çipras paniğe kapıldı. Ve ödeme süresinin dolduğu 30 Haziran akşamı, daha önce verdiklerinden daha büyük tavizleri kabul ettiği bir öneri paketi hazırladı. Ancak bu da reddedildi.
Referandum öncesi her iki taraf da söylemlerini en üst noktaya kadar tırmandırdı, en keskin sözler havada uçuştu. Gerçekte ise, hem Çipras, hem de Troyka pazarlık sırasında kendi elini güçlendirmek için çıtayı bu kadar yüksek tutmuştu.
Çipras’ın AB’den çıkmak gibi bir niyeti ve vaadi hiçbir zaman olmadı; seçimler sırasında da AB ile yola devam edeceklerini açıkça ortaya koymuştu. Bugün de değişen bir durum yoktu. Zaten, AB yetkililerinin “Euroya elveda oylanıyor” restine karşılık Çipras’ın Yunan halkını, “korkmayın bizi eurodan çıkartamazlar” diye rahatlatmaya çalışması da bunun göstergesiydi. Diğer taraftan, Troyka tarafından dayatılan saldırı paketlerini, kitlelerin tepkisine rağmen hayata geçirme ihtimali yoktu. Referandum, bu koşullarda, saldırı paketine kitleleri ortak etme, onların zımmi onayını alma yöntemi olarak gündeme getirilmişti.
AB ve İMF açısından ise, Yunanistan’la yapılan pazarlık son derece önemli bir siyasal hamleydi. Sürece, Yunan halkını “aman AB’den çıkmayalım” diye ürküterek, Yunanistan’ı ve Syriza’yı dize getirerek sonuçlandırmak çabası damgasını vurdu.
AB’nin geleceği, Yunanistan’a
saldırıda düğümlendi
Yunanistan, -Portekiz ve İspanya ile birlikte- 1980’lerin başında, siyasal nedenlerle AB’ye alınmış ülkelerdi. Bu ülkelerin üçü de, faşizme karşı güçlü kitle hareketlerinden geçmiş, (Yunanistan’da Albaylar Cuntası’na, İspanya’da Franco faşizmine karşı mücadele, Portekiz’de 1974 Karanfil Devrimi vb.) solcu-devrimci bir kitle tabanına sahip ülkelerdi. Onları AB’ye almak, dönemin Sovyetler Birliği’nin güç ve etkinlik alanından uzak tutmak için neredeyse zorunluluktu.
Bu ülkeler, AB’ye girdikleri andan itibaren bir taraftan bol krediye boğularak refah düzeyinin arttığı yanılsamasına kapıldılar; diğer taraftan ekonomileri AB’nin talanına-yağmasına açıldı. AB emperyalistleri, bu ülkelerin sanayi ve tarımını yoketti, ekonomik olarak kendisine bağımlı hale getirdi, ülke ekonomilerini asıl olarak turizm, hizmet gibi üretken olmayan sektörlere mahkum etti. Yokolan üretim nedeniyle oluşan açık ise, yine AB’nin güçlü emperyalistlerinin yaptığı ihracat ile karşılandı.
Bağımlı hale getirilen ülkeler AB’den, AB fonlarından faydalanarak güçleniyormuş gibi bir görüntü oluşturuldu; gerçekte ise, son derece kırılgan ekonomilerin üzerinde oturmuş, AB emperyalistlerinin açık pazarı haline getirilmiş ülkelere dönüştürüldüler.
Troyka tarafından yağdırılan krediler yatırımlara ve ekonominin güçlendirilmesine harcanmadı; önemli bir kısmı yine AB emperyalistlerinden silah satın alma harcamalarına, geri kalanı da tekel patronlarına hortumlandı, kamu ihaleleri bir avuç tekele peşkeş çekildi, milletvekillerinden ordu mensuplarına kadar bürokratların kişisel servetlerine, lüks tüketimlerine ayrıldı. Pek az bir kısmı ise kamu harcamalarına, emekli maaşlarına vb harcandı. Devletin tüm gelirleri, birilerinin zenginliğine zenginlik katmak için yağmalanmakta, bu nedenle oluşan borçlar, yeniden kitlelerin cebinden toplanmaya çalışılmaktaydı.
Kriz patlak verdikten sonra, İMF ve Avrupa Merkez Bankası’nın “kurtarma paketleri” ile, borçlar özel sektörden alınıp devletlere devredildi, yani kamu borcu haline getirildi. Borcu almayan, kullanmayan halk, ödemekle yükümlü kılındı.
Beş yıl boyunca üstüste dayatılan saldırı paketleri nedeniyle, kitlelerin ödediği vergiler yükseltildi, devletin sosyal yardımları kısıldı, bugün hala tartışılmakta olan emekli maaşları düşürüldü, özelleştirmeler ve işsizlik hızla yaygınlaştırıldı; bu arada yeni gelen borçlar doğrudan tekelleri ve bir avuç bürokratı zenginleştirmeye devam etti. Kitleler yoksullaşır, ekonomi çöker, kriz derinleşirken, burjuvazinin serveti büyüyordu.
Bu süreçte emperyalistler bu ülkelerin halklarını “tembel, asalak, çalışmadan zenginleşmek isteyen yığınlar” olarak damgalamaya çalıştı. Ekonomik ve siyasi saldırı paketlerine karşı gerçekleştirilen güçlü eylemleri çarpıtmaya, karalamaya uğraştı.
Oysa, başta Yunanistan olmak üzere bu ülkelerin halklarının temel sloganı “krizi biz çıkarmadık, faturasını ödemeyeceğiz” olarak somutlanmıştı. Kitleler açlık ve yoksulluğun pençesinden kurtulmak için mücadele ediyordu.
Yunanistan’da 2010 yılından buyana peşpeşe kurtarma paketleri gündeme getirilmişti, ancak kurtarılan tek şey, sermayenin zenginliği oldu. Diğer taraftan emekli maaşları yüzde 50 azalmış, genç işsizlik oranı ise yüzde 50’ye çıkmıştı. Bugün Yunanistan’da, işsiz gençlerin dedelerinin maaşlarıyla geçinmek zorunda kalması, üç kuşağın birarada yaşaması giderek artan bir durum.
Bu koşullar nedeniyle, AB’nin bütün tehditlerine rağmen, Yunan halkı “saldırı paketine hayır” oyu vermeyi tercih etti. Geçmişten gelen solcu-mücadeleci birikimleri, Yunanlılara yeni paketin de refah getirmeyeceğini anlatıyordu çünkü.
Ocak 2015’te seçimleri Syriza’nın kazanması, bu tepkilerin ve arayışların ürünüydü. Syriza’nın seçim programında, AB’den ve eurodan çıkılmayacağı kesin olarak belirtilmiş olmasına rağmen, Syriza’ya verilen oylar, AB sömürüsüne karşı öfkeyi temsil ediyordu.
Bugün Yunanistan’ın borçları, AB açısından önemli bir yekun tutmuyor. Zaten 2011 yılından itibaren üstüste uygulanan saldırı paketleri sayesinde, bu borçlar önemli oranda tolare edilmişti. Dahası Çipras, Troyka’nın hazırladığı saldırı paketlerini büyük oranda kabul ediyordu. Seçim vaadi olarak ileri sürdüğü en önemli unsurlarda bile geri adımlar atıyor, en temel başlıklarda tavizler veriyordu.
Tüm bunlar, AB’yi durdurmak bir yana, saldırganlığını hafifletmeye bile yetmedi. Çünkü AB, Yunanistan üzerinden çok daha büyük bir savaşı veriyordu. Yunanistan’da geri adım attığında, krizde olan diğer ülkeler, İspanya, Portekiz, İtalya vb.den güçlü bir dalga kopacaktı. Yunanistan bir örnekti, Yunanistan’la bir “sembol savaşı” veriliyordu. Bu savaşın sonu, AB’nin kaderini etkileyecekti. Bu nedenle, Çipras’a geri adım attırmak yetmiyor, gerçek bir siyasal yenilgi yaşatmak istiyorlardı. Diğer ülkelerin savaşa girişmesini bile engelleyecek düzeyde büyük bir yenilgi…
Yunanistan AB’den çıkar mı?
Referandum öncesinde tartışmalar en çok buraya kilitlenmişti. AB’nin meydan okuyan tavrı, Yunanistan kalmak istese bile AB’nin Yunanistan’ı AB’den “kovabileceği” duygusunu uyandırmaktaydı. Ancak böyle bir hamlenin gerçekleşmesi ihtimali son derece düşüktür.
En başta emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde Yunanistan, başka bir emperyaliste sırtını dayamadan AB’den çıkmayı başaramaz.
2001 yılında Arjantin’de yaşanan gelişmeler bu yanıyla önemlidir. 2000 yılında ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerden biridir Arjantin. Krize karşı kitle eylemleri çok büyük olmuştur. “Kitlelerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği, burjuvazinin ise eski yöntemlerle yönetemez hale geldiği” devrim tarifine son derece uygun bir ortam yaşanmaktadır. Ne yazık ki devrimci önderlik yoktur. Ülkeye hükümet dayanmamaktadır; iki ay içinde yaklaşık on hükümet değişikliği gerçekleşmiştir. Ve kitleler sokaklardadır; kimi zaman yağmalama gibi yanlış eylemler ortaya çıksa bile, genel olarak kriz karşıtı gösteriler çığ gibi büyümektedir. Arjantin bu koşullarda borçlarını ödeyemeyeceğini ilan eder. Önce emperyalistler cephesinden büyük bir kıyamet kopar, ancak kitlelerin gücü öylesine büyüktür ki, yeni bir saldırı paketini gündeme bile getiremezler. Sonuçta, Arjantin’in borçlarının faiz ödemeleri (toplam borcun yaklaşık üçte ikisi kadardır bu) silinir, ana borç yeniden taksitlendirilir. Arjantin’de sonunda solcu bir hükümet işbaşına gelir, kitle eylemleri zayıflar. Dünyanın sınıf mücadelesi literatürüne kazandırılan “Patronsuz fabrikalar” olgusu, bu dönemden mirastır. Arjantin ABD ve İMF’ye olan bağımlılığından kurtulmayı kitle eyleminin gücüyle başarmıştır. Ancak bu süreçte Çin ile kurulan ilişkilerin de önemli bir rolü vardır. Arjantin krizinden buyana Çin, bağımlı ülkelerin ABD ve İMF’den koparak, kendisine bağımlı hale gelmesi için ekonomik gücünü kullanmaktadır.
Bugün Yunanistan sözkonusu olduğunda, AB’den ayrılmasını isteyen bir emperyalist güç sözkonusu değildir. AB emperyalistleri için, AB sınırları aynı zamanda kendi sömürü alanlarının, kendi pazar alanlarının da sınırıdır. Ve herhangi bir ülkenin AB’den ya da eurodan çıkarılması, bu sömürü alanını daraltacak, üstelik arkasından başka ülkeleri de sürükleyecek bir adım olacaktır. AB emperyalistleri bunu istemek bir yana, öyle bir girişimi durdurmak için her saldırıyı gerçekleştirebilirler.
Yunanistan’ın geçmişten beri ilişkisinin olduğu Rusya emperyalizmi, bu olayda nötr kaldı. Yunanistan’a rahatlıkla borç teklif edebilir ve AB’den çıkmasını kolaylaştırabilirdi, ama yapmadı.
Diğer taraftan Çin Başbakanı Li Keqiang, Avrupa ziyareti sırasında doğrudan bir açıklama yaparak Yunanistan’ın AB içinde kalmasını istediğini belirtti. Çin, Yunanistan’la olan ilişkilerini son yıllarda çok hızlı biçimde güçlendiren bir emperyalist. Son özelleştirmelerde iki önemli limanı Çin satın aldı. Ve Çin, Yunanistan’ı Avrupa’ya açılan kapısı olarak görüyor. AB, Çin’in en büyük ikinci ticari partneri konumunda. Çin’in Avrupa’ya ihracatının önemli bir kısmı, Yunan limanları üzerinden Avrupa’ya ulaşıyor. Çin, bu nedenle Yunanistan’ın AB’den çıkmasını, Çin’in AB kapısının sekteye uğramasını istemiyor.
Bu koşullar altında, Syriza’nın programında AB karşıtı bir söylem olmaması ve referandumun AB’den çıkışı içermediğini tekrar tekrar belirtmesi şaşırtıcı olmuyor.
* * *
Syriza seçimleri kazandığında sadece Yunanistan’da değil, dünya genelinde muhalif kesimlerin dikkatini çekmişti. Çünkü Syriza, “parlamenter yoldan devrim” vadediyordu. Kitle hareketlerinin bu kadar güçlü, devrimci önderliklerin bu kadar zayıf olduğu günümüz koşullarında, Syriza’nın seçim başarısı liberal reformistlerin umutlarını şahlandırdı. İspanya’da Podemos, İtalya’da Beşyıldız, Syriza’nın arkasından parlayan hareketler oldular. Hatta ülkemizde HDP, bu dalganın üzerine binmeye, bu liberal-reformist-solcu rüzgardan faydalanmaya çalıştı.
Ancak Syriza efsanesi başlamadan söndü. En temel konularda seçim vaatlerini bir kenara bırakarak, sıradan bir düzen partisi ile aynı zeminde yer aldı.
Mesela kitlelerin yaşamlarında ve ekonomik durumlarında kısmi iyileştirme anlamına gelecek vaatlerin (emekli maaşlarının iyileştirilmesi, sosyal yardımların artırılması, özelleştirmelerin durdurulması, vergilerin azaltılması vb) hiçbirini yerine getirmediği gibi, son beş ayda işler daha da kötüye gitti.
İkincisi, Arjantin’in 2001’de yaptığına benzer biçimde, borçları ödememe konusunda kararlı bir duruş içine girmedi; tam tersine her aşamada borçlar ve AB’ye bağlılık konusunda Troyka’ya sadakat sözleri verdi.
Keza, NATO’ya yeni üs vermek, İsrail ile stratejik işbirliği anlaşması imzalamak, Rusya’ya dönük AB yaptırımlarını onaylamak gibi, Yunan halkının geleneksel antiemperyalist, anti-ABD’ci tutumuyla çelişen adımlar attı.
Syriza’nın bu kadar hızlı bir hayal kırıklığına dönüşmesi, Yunanlı kitlelerin tepkisini büyütüyor. Hatta referandum öncesinde Syriza karşıtı eylemler bile yapıldı.
Syriza’nın seçildiği günden bugüne icraatları, kitlelerin sorularının düzeniçi vaatlerle çözülemeyeceğini bir kere daha kanıtlamış oldu.
Bugün Yunan halkı için de, oradaki gelişmeleri büyük bir dikkatle takip eden krizdeki diğer ülkelerin halkları için de, yaşam koşullarını iyileştirmenin tek yolunun, daha fazla sokağa çıkmak, militan ve kararlı bir mücadele hattı izlemek olduğunu gösteriyor.