12 Eylül 1980, askeri faşist darbenin tarihidir. Kapkara günlerin başlangıcı; zulmün, işkencenin, sömürünün had safhaya çıkışıdır… Ne var ki 12 Eylül, tarihte kalmış, izleri artık silinmiş bir gün de değildir. Yasaları, uygulamaları ve zihniyetiyle halen varlığını sürdürmektedir.
Aradan geçen 35 yıla rağmen, hala 12 Eylül’ü aratmayan günleri yaşıyoruz. Toplu tutuklamalar, yargısız infazlar, katliamlar… Kürt halkının üzerine yağan bombalar, kurşunlar…
AKP’nin sahte darbe karşıtlığı artık iyice su yüzüne çıkmış durumda. Yıllardır askeri darbe karşıtı görünerek prim yapmaya çalışan Erdoğan, kendisinin “saray darbesi” yaptığını ilan etti. Yasa tanımazlığıyla, bitmek bilmez nutukları ve faşist uygulamalarıyla, cunta şefi Evren’den farksız olduğunu gösterdi. Diktatörlerin sadece üniformalı değil, pekala takım elbiseli de olabileceğini ortaya koydu.
Böylece AKP hükümetinin 12 Eylül’ü yargılayacağı yalanı da tamamen çöktü. Zaten göstermelik mahkemeyi yıllarca uzatarak, sanıkları mahkeme salonuna bile getirmeyerek, adeta huzur içinde ölmelerini bekleyerek bunu göstermişti. Cunta şefi Evren’in ölmesiyle de, göstermelik dava düştü! 12 Eylül’ü yargılama komedisi son buldu!
Bir kez daha görüldü ki, 12 Eylül’ü yargılayacak tek güç, halktır, ona direnenlerdir.
Esasında direnenler, 12 Eylül’ün hüküm sürdüğü en karanlık günlerde onu yargıladılar. İşkencede, zindanda, mahkemede boyun eğmeyerek, faşist niteliğini haykırdılar.
Ama burjuvazi ve reformistler, elbirliği ile bu gerçeği yıllardır gizlemeye ve yok saymaya çalıştı, çalışıyor. Komünistlerin ve gerçek devrimcilerin, her koşul altında devrimci kimliklerine sahip çıkarak 12 Eylül’ü mahkum ettiğini unutturmak istiyor. Bugün eğer burjuvazinin yalanları, her şeye rağmen tutmuyorsa, 12 Eylül’ün gerçek niteliğini ortaya seren komünist ve devrimciler sayesindedir.
Faşist cuntanın dikensiz bir gül bahçesi yoktu önünde. Eylemler de söylendiği gibi, 12 Eylül günü bıçak gibi kesilmedi. Ne işçi ve emekçilerin direnişleri bir anda bitti, ne de komünistlerin ve gerçek devrimcilerin mücadeleleri…
İhtilalci Komünistler, bulundukları tüm alanlarda faaliyetlerini kesintisiz sürdürdüler. Yeraltı yayın organlarıyla, bildiri ve afişleriyle işçi ve emekçilere ulaştılar. Onlara güç ve moral oldular, umudu beslediler. Bu faaliyetlerin içindeyken düştüler toprağa, işkencecilerin eline, ama kaçarken-göçerken değil… Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin direngen geleneğine sahip çıkarak, tarihe onurlu, direnişçi bir iz bırakmayı başardılar.
Fakat o ağır koşullarda, koyu teslimiyet ortamında, bir avuç komünist ve devrimcinin direnişi, sonucu değiştirmeye yetmedi, yetemezdi. Kuşkusuz bunun bilincinde olarak savaştılar. Engels’in “her savaşımda yenilme tehlikesi vardır, ama bu yenildiğini kabul etmek ve vuruşmaksızın teslim olmak için bir neden midir” sorusuna yanıt oldular…
Akla karanın, güzel ile çirkinin, teslimiyetle direnişin çok net ve kalın çizgilerle ayrıştığı o dönemi, unutmamak ve unutturmamak gerekiyor. Bunu da ancak onunla gerçek anlamda savaşan yapabilir.
Aradan geçen bunca zaman, 12 Eylül’ü Avrupa Birliği’nin de şu ya da bu hükümetin de yargılamayacağını gösterdi. İşçi sınıfı ve Kürt halkının tarihi, yeterince öğreticidir aslında. İşçi ve emekçiler, boğucu faşist teröre karşı ’89 Bahar eylemleriyle, Kürt halkı serhildanlarıyla kafa tutmuş, kendi özgürlük alanlarını kendisi açmıştı. Zaten 12 Eylül yasalarının -sınırlı da olsa- fiiliyatta uygulanamaz hale gelmesi, bu şekilde başarıldı.
Tutarlı bir devrimci demokrasi mücadelesi yükseldiğinde, 12 Eylül, takipçileriyle birlikte süpürülüp atılacaktır. Faşist diktatörlüğün kökten yıkılması da bunun üzerinden gerçekleşecektir.