7 Haziran seçimlerinden bu yana, içerde-dışarda başlatılan savaş tırmanarak sürüyor.
Kobane’ye yardım için yola çıkan, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 33 kişi, IŞİD bombasıyla katledildi. Halkların kardeşliğine, birliğine ve dayanışmasına yönelen bir bombaydı bu. Ortaçağ karanlığına karşı, aydınlığı temsil edenlere duydukları öfke ve korkuyla saldırdılar.
Bombayı patlatan bir IŞİD’çiydi, fakat katliamın arkasında emperyalizmin ve işbirlikçilerinin bulunduğu çok açıktı.
Ardından birlikte besleyip büyüttükleri IŞİD’e karşı sözde savaş açtılar. IŞİD mevzileri 13 dakikalık bir bombardımana tabi tutulurken, başta Kandil olmak üzere PKK kamplarına, Kürt köylerine bombardıman halen sürüyor. Binlerce gözaltı ve tutuklamanın içinde, sadece 33 IŞİD mensubu bulunuyor. Aralarında çocukların ve sivillerin olduğu yüzlerce ölünün arasında ise, hiç IŞİD’çi yok!
İşte IŞİD’e karşı açıldığı duyurulan savaşın bilançosu!..
* * *
Türkiye, IŞİD bahanesiyle içte saldırıları arttırırken, Suriye’deki savaşın içine de daha fazla giriyor. PYD’nin Tel Abyad’ı ele geçirmesinin ardından iki Kürt kantonunun birleşmesi, Türk egemenlerini iyice telaşlandırmıştı. Üçüncü kantonla birleşip Suriye sınırının tümden Kürtlerin hakimiyetine geçmesini önlemek için, arada kalan Cerablus’a el attılar. Bizzat MİT’in eğittiği ve adına “Sultan Murad Taburları” dedikleri Türkmen birliklerini yerleştirmeye başladılar.
Fakat Türkmenlerin Suriye’de gerek nüfus bakımından, gerekse örgütlülük yönüyle çok zayıf oldukları biliniyor. O yüzden de Türkmenlerden bir ordu kurma ve onlar aracılığıyla gücünü arttırma planları, her defasında fiyaskoyla sonuçlanıyor. Türkmen adıyla “özel tim” elemanlarını gönderdikleri halde, istedikleri etkinliği kuramıyorlar.
Benzer bir durum, ABD ile birlikte yaptıkları “eğit-donat” projesi için de geçerli. Türkiye’de eğitip-donatılan radikal İslamcı gruplar, Suriye’ye girer girmez darmadağın oldu. Kimi esir düştü, kimi kaçtı, kimi de silahlarıyla birlikte IŞİD’e katıldı.
Kısacası her aşamada Türkiye’nin Suriye politikası iflas ettiği halde, yeni hamleler yapmaktan geri durmuyorlar. Bunda Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, başından beri Suriye bataklığına boylu boyunca batmış olmaları önemli bir etken. Bu ikilinin geleceği, Suriye savaşının bundan sonraki seyrine bağlı çünkü.
Suriye’de Esad rejiminin her şeye rağmen ayakta kalması, AKP’yi zorluyordu. Bir de PYD’nin güçlenmesi ve Rojava’nın özerk yönetimi, planlarını alt-üst etti. 7 Haziran seçimleriyle birlikte tek başına hükümet de olamayınca, bir kez daha ABD icazetiyle ömürlerini uzatmaya giriştiler. Başta İncirlik olmak üzere birçok havaalanını ABD’nin kullanımına açtılar.
ABD ise, Suriye’de PYD ile birlikte hareket ettiği halde, Türkiye’den elde edeceği tavizler uğruna PKK kamplarının vurulmasına onay verdi. Barzani’nin desteği, ABD’nin onayı ile Kürt halkına yine ölüm saçtılar. Emperyalistler ve Türk-Kürt işbirlikçileri, bir kez daha Kürt halkının kazanımlarını yok etmeye çalışıyor, kölece yaşamı dayatıyorlar.
* * *
Hal böyleyken Kürt hareketi, son saldırılar üzerine Türkiye’yi NATO’ya şikayet ediyor, ABD’nin “arabulucu” olmasını istiyor! Saldırıları AKP’nin kendi başına yapmadığı, arkasında ABD’nin olduğu bilindiği halde, AKP’yi öne çıkarıyor, emperyalistleri hedefe çakmaktan uzak duruyor.
Diğer yandan savaşa karşı içi boş “barış” çağrıları yineleniyor, “barış blok”ları oluşuyor. Onlar da birkaç açıklama ve mitingle görev savıyorlar. Oysa tutarlı ve içten bir barış savunuculuğu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi gerektirir. “Savaş bitsin de nasıl biterse bitsin” anlayışı, bu savaşın nedenini, niteliğini, haklı ve haksız taraflarını gözardı etmektir. Dahası, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı başta olmak üzere en temel haklarının gasp edilmesine, varolan durumun sürmesine göz yummaktır.
Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin en vahşi soykırım ve inkar politikasının izlendiği koşullarda, silahlı savaşım yürütmeyen ezilen bir ulus ya da sınıf, köle olarak kalmaya mahkumdur. Onun içindir ki, devrimci bir savaşım çağrısıyla birleşmeyen “barış” talebi, köpeklerin salındığı bir dünyada tüm taşları bağlamaya benzer. Bunun da halklara faturası çok daha ağır olur. Başta Kürt halkı olmak üzere halklarımızın yıllardır çektiği budur.
Ama savaşın içinde çelikleşen Kürt halkı, artık kölece yaşamayı kabul etmiyor! “Özel güvenlik bölgesi” adı altında insansızlaştırma, gerilla ile halkı koparma planına, “canlı kalkan” olarak yanıt veriyor. “Sokağa çıkma yasağı”nı dinlemeyerek, kurşunlar altında sokakları dolduruyor. Mahallelerine askeri araçların girmesini önlemek için hendekler açıyor, sokaklarını battaniyelerle kapatıp “keskin nişancı”lardan koruyor. İlkel de olsa geliştirdiği yöntemlerle kendini savunuyor, teslim olmuyor.
Öte yandan halkta giderek “bu savaş bizim savaşımız değil” duygusu güçleniyor. Ölenlerin, her iki tarafın da yoksul çocukları olduğu daha net görülüyor. Cenaze törenlerine katılan komutanlara, bakanlara, “sizin çocuklarınız niye askere gitmiyor” tepkisi yükseliyor. Erdoğan’ın oğulları ise, bundan en fazla nasibini alanlar oluyor.
Bu gelişmeler, AKP hükümetini savaşı sürdürmekte her geçen gün daha fazla zorluyor. Egemenleri asıl korkutan ve geri adım atmaya zorlayan, soyut-uzlaşmacı “barış” çağrıları değil, halkların savaşa karşı ortaya koyduğu tepkisidir. Kürt halkı, ölümüne bir direnişle saldırılara boyuneğmeyeceğini gösterdi. Uzun yıllardan sonra ilk kez asker cenazeleri hükümete-devlete karşı protestolara sahne oluyor. “Sarayın savaşı” nitelemesi, geniş kitlelerce benimseniyor, yankı buluyor…
* * *
12 Eylül’ün üzerinden tam 35 yıl geçti. Ama 12 Eylül’ü aratmayan günler yaşıyoruz. Çünkü 12 Eylül yasaları ve zihniyetiyle aynen duruyor. 12 Eylül’ün yarattığı AKP hükümeti, faşist-gerici saldırganlıkta onlardan geri kalmıyor. Hatta “parlamenter rejimi” fiilen kaldırdığını, “saray darbesi” yaptığını ilan ediyor.
Elbette 12 Eylül, faşizmin vahşi saldırıları ve işkencelerinden ibaret değildi. Ona karşı yürütülen amansız bir mücadele ve direniş de vardı. Askeri ya da sivil, tüm faşist-gerici yönetimlere karşı birleşik mücadeleyi örmek, her zaman yaşamsal önemdedir. Günümüzün de acil, yakıcı görevi budur.
Savaşa ve faşizme karşı tüm güçleri birleştirmek ve mücadeleyi yükseltmek, bir zorunluluktur. Gerçek anlamda “barış” bu mücadelenin gücüyle kazanılacaktır.