Türkiye siyasi tarihinde bir ilk gerçekleşti ve “seçim hükümeti” kuruldu. Seçim tarihi olarak da 1 Kasım netleşti. Yani 5 ay içinde iki kez genel seçime gidilmiş olacak.
Bütün bunlar, AKP ve Erdoğan’ın 7 Haziran seçim sonuçlarından memnun kalmaması üzerinden yaşandı. 13 yıldır tek başına hükümet olan AKP, saltanatını bir başka partiyle paylaşmak istemedi. Koalisyon seçeneklerinin hiçbirine yanaşmadığı gibi, kendi dışında bir koalisyon kurulmasına da imkan tanımadı. Erdoğan, yasa, anayasa, teammül vb. her şeyi çiğneyerek, 7 Haziran sonrası ileri sürdüğü “tekrar seçim”i dayatmış oldu.
Bu yönüyle 1 Kasım seçimleri, kendi yasalarını bile tanımayan bir yönetimin kararıdır. Sadece yasal açıdan değil, meşru olmayışıyla da mahkum edilmesi ve tanınmaması gereken bir seçimdir.
Partilerin sefaleti
Ne var ki, hiçbir parti buna karşı bir direnç göstermedi. Üç ay önce gerçekleşen seçimin sonuçlarına sahip çıkmadı. Kendi seçmenine karşı olması gereken sorumluluğu bile yerine getirmedi. “Bu dayatmayı kabul etmiyoruz, gayri-meşru seçimleri tanımıyoruz” diyemediler. Öylesine silik, pasif, etkisiz durumdalar.
AKP de adeta taşları bağlanmış bir köyde keyfince dolaştı, dolaşıyor. “Elinde değneği” de var kuşkusuz. Bazen “aba altından” bazen açıktan bunu hissettiriyor. Daha doğrusu AKP’nin arkasındaki güçlerin “sopası” bir “Demoklasin kılıcı” gibi sallanıyor hepsinin üzerinde…
Gelinen nokta, salt Erdoğan’ın kişisel ihtirasıyla açıklanamaz çünkü. Erdoğan, Gülen Cemaati ile arasının açıldığı andan itibaren TSK ile yakınlaştı, Kürt halkına karşı açılan savaşla bunu iyice pekiştiriyor. Diğer yandan ABD ile yapılan pazarlıklar üzerinden bir dönem daha hükümette kalmaya çalışıyor.
Kuşkusuz bunun bedeli, içerde-dışarda emperyalizme daha fazla bağımlılıktır. Savaşın tırmanması, baskı ve şiddetin artması, işçi ve emekçiler üzerinde daha yoğun sömürüdür. 7 Haziran seçimlerinden bu yana yaşananlar, bunun göstergeleridir. Her gün birkaç asker, gerilla ya da halktan kişi ölüyor. Sokağa çıkma yasağı konuyor, “özel güvenlik bölgeleri” ilan ediliyor, ormanlar-meralar yanıyor, hayvanlar telef oluyor, çocuklar vuruluyor…
Diğer taraftan, döviz fırlıyor, TL’nin değeri hızla düşüyor, ücretler yüzde 15 civarında eriyor, hayat pahalılığı almış başını gidiyor, işsizlik ciddi bir tehlike olarak büyüyor… Krizin belirtileri her yerden kendini gösteriyor. Bu arada “toplu sözleşme” aldatmacası altında memura komik zamlar veriyorlar. Maden sahiplerinin “iş güvenliği” kapsamında alması zorunlu tedbirler için, süreyi 2019’a kadar uzatıyorlar. Karadeniz’i sel götürüyor, evler yıkılıyor, insanlar ölüyor…
Birbirinden kopuk gibi görünse de, birbirine son derece bağlı olan bu olaylar zinciri ile, ülkeyi yangın yerine çevirdiler. Ve bu koşullarda “tekrar seçim” diyorlar. Tam da “koyun can, kasap et derdinde” misali…
Sandığa değil sokağa!
Kitleler, 7 Haziran’da büyük umutlarla sandığa gitti. Yüzde 85 oranında yüksek bir katılımla oy kullandı. “AKP gitsin” diye ince hesaplarla “ödünç oy”lar bile verdi. Oyunun heba olmaması için sandıklarda nöbet tuttu.
Peki oy verdiği partiler ne yaptı? Ne seçim dönemi verdikleri sözleri tuttular, ne de kendilerine oy verenlerin oylarına sahip çıktılar. MHP, faşist karakterine uygun bir şekilde şovenizmi körükledi, AKP’nin “koltuk değneği” oldu. CHP, AKP ile koalisyon kurabilmek için her tür tavizi verdi, tam 40 gün halkın oyalanmasına çanak tuttu. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na görev vermemesi karşısında bile, hiçbir şey yapmadılar.
“Açık ya da gizli hiçbir şekilde AKP ile birlikte olmayacağı” konusunda yemin billah eden HDP ise, AKP’nin dayattığı “seçim hükümeti”ne girerek, verdiği sözleri çok çabuk unuttuğunu gösterdi. Hem de “bakan” isimlerini partilerin değil, Davutoğlu’nun belirlediği ve haklı olarak “ahlaksız teklif” diye nitelenen bir yönteme boyun eğerek… MHP ve CHP’nin protestosuna rağmen…
Şimdi hiç sıkılmadan “hükümeti AKP’ye terketmemek”, “yönetimi demokratikleştirmek”, “alternatif bir yönetim yaratmak” gibi argümanlarla bunu gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Bugüne dek AKP hükümetini “savaş hükümeti” olarak niteleyenler, AKP’nin her yerde savaşı yükselttiği bir dönemde hükümete bakan vererek, onu demokratik mi yapacaklar!? Ya da “alternatif yönetim” haline mi getirecekler?
Gerçekte HDP, her ne olursa olsun hükümete girerek, burjuvazinin gözünde kendini meşrulaştırmak istiyor. AKP’nin sıkıştığı, yalnızlaştığı anda, ona “can simidi” oluyor. Bir dayatma olan “seçim hükümeti”ne meşruluk kazandırıyor. Kürt halkının ne mal, ne can güvenliği kalmışken, hergün ölümle yüz yüzeyken, savaşa karşı mücadeleyi yükselteceği yerde, AKP’ye destek çıkıyor. Roboski’de, Rojava’da, Suruç’ta yapılan katliamların hesabını soracağı yerde, kolkola girerek seçimlere gidiyor!
“Seçim hükümeti”, AKP ve Erdoğan’ın dayatmasıyla ve “ahlaksız teklif”lerle kurulmuş, lanetli bir hükümettir. Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş’in de içinde bulunduğu gerici-faşist bir hükümettir. İçte ve dışta savaşı sürdürmek hedefiyle kurulmuş bir “savaş hükümeti”dir. Bırakalım devrimci-demokrat olmayı, halka verdiği sözleri tutma sorumluluğunu taşısalar bile, böyle bir hükümette yer almamaları gerekir.
Partiler ne kadar sefil ve silik bir çizgi izleseler de, bu oyunu yine kitleler bozacaktır. Çok değil, daha üç ay önce verilen oylara sahip çıkmayan, onun gereklerini yerine getirmeyen, verdiği sözleri bu kadar kısa sürede unutan, halkı aptal yerine koyan bu partilerin hiçbirine oy vermeyerek tepkisini ortaya koymalıdır.
Seçim aldatmacasıyla yıllardır aldatıldığımız yeter artık! Hepsine verilecek en güzel yanıt, sandığa değil, sokağa çıkmak, hesap sormaktır.
Yasalar sandıkta değil, sokakta yapılır!
7 Haziran seçimleri bu gerçeği, herkesin gözüne bir kez daha sokmuş durumdadır.