Bir oyalama taktiği olarak yürütülen “çözüm süreci”nin ortadan kalktığı, 7 Haziran seçimleri öncesi bizzat Erdoğan’ın ağzından açıklanmıştı. Seçim sonrasında ise açıktan ve şiddetli bir savaş başlatıldı. Sadece PKK kamplarını bombalanmakla kalmadılar, neredeyse tüm Kürt illerini ablukaya aldılar. Günlerce sokağa çıkma yasakları kondu, halk kurşun ve bomba yağmuruna tutuldu, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yüzlerce kişi katledildi.
Devletin bu vahşi saldırıları sürerken, birçok mahalle ve ilçede “özyönetim” ilanları yapıldı. Aralarında HDP’li belediye eşbaşkanlarının da bulunduğu gruplar, “basın açıklaması” ile bu kararı kitleye duyurdular. Bunun üzerine başta HDP yöneticileri olmak üzere yüzlerce kişi gözaltına alındı, tutuklandı. “Özyönetim” ilan edilen mahalle ve ilçelere büyük bir saldırı düzenlendi.
“Özyönetim” ilanlarının ardından, tartışmalar da başladı. Herkes kendi meşrebine göre bunu yorumladı ve tavır belirledi. Elbette bu tartışmalar yeni değil. Çünkü “özyönetim” talebi ilk kez dillendirilmiyor. Her ne kadar “özyönetim” ilanları, savaşın başlamasından sonra ve ona karşı bir tepki şeklinde gelişmişse de, öncesinde bazı yerlerde fiilen yaşama geçirilmişti.
DTK (Demokratik Toplum Kongresi) 2011 yılında “demokratik özerklik” ilan etmiş ve bu kapsamda “iki dilli yaşam”la birlikte “özsavunma gücü”nün, başta belediyeler olmak üzere, bölgedeki tüm kurumlarda uygulanacağını duyurmuştu. O zaman da devletin her kademesinden tepkiler yükselmiş ve saldırılar artmıştı. Dolayısıyla ilan edilmesine rağmen yaşama geçirilemedi; “çözüm süreci” ile birlikte masa başındaki görüşmelere terkedildi. Fakat kimi yerlerde “özsavunma” birliklerini kurdular. Rojava’daki gelişmeler, bu yöndeki girişimleri de arttırdı. Fiilen yaşama geçirdikleri yerler oldu.
Şimdi yapılan bunun resmen ilanıdır. Ve bu ilanın bugünlerde yapılmış olması, devletin yeniden yükselttiği savaşa bir yanıt niteliği taşıdığı kadar, başta Suriye olmak üzere bölgesel gelişmelerin etkisinin bir sonucudur.
Ne var ki, “özyönetim” denilen şeyin nasıl bir yönetim biçimi olduğu konusunda kafalar hayli karışıktır. Bu ilanı merkezi düzeyde duyuran KCK içinde bile “özyönetim”i “demokratik özerklik” ile eş anlamlı kullananlar da vardır, “bağımsız devlet” şeklinde yorumlayanlar da. Burjuva liberal aydınlardan HDP’ye kadar her kesim, farklı anlamlar yüklemiş durumdadır.
Diğer taraftan 2011 yılında olduğu gibi, gelen tepkiler ve saldırılar üzerine geri mi çekilecektir; yoksa yayılarak uygulanmaya devam mı edilecektir? Yeniden “çözüm süreci” türü bir döneme ve TBMM’ye mi havale edilecektir; yoksa fiilen yaşama geçirilecek midir belirsizdir. Kısacası “özyönetim”le neyin kastedildiği tam anlaşılamadığı gibi, geleceği konusunda da netlik yoktur.
“Demokratik özerklik” Kürt ulusal hareketinin ’99 sonrası “paradigma değişikliği” olarak adlandırdığı ideolojik-siyasal dönüşümüyle birlikte ortaya attığı tezlerden biridir. Daha önce “özerklik” dahil, bu tezlerle ilgili eleştirilerimizi ortaya koymuştuk. Bugün “özyönetim” ilanı üzerinden Kürt ulusal hareketinin durumunu ve ortaya attığı tezleri yeniden ele almakta yarar vardır. Aradan geçen zaman içinde bölgesel konjonktür değişmiş, Kürt hareketinin tezleri ve onlara yüklediği anlamlar da değişmeye başlamıştır çünkü.
“Özyönetim” ilanı sonrası değerlendirmeler
KCK’nin peş peşe “özyönetim” ilanlarının ardından, devletin Kürt illerine karşı başlattığı savaşı, asıl olarak bu duruma bağlayanlar oldu.
Bunların birçoğu, devletin saldırılarına “meşru zemin” bulma çabasında olanlardı. “Devlet kendi sınırları içinde farklı bir egemenliğe izin veremez” diyerek, bu vahşi saldırıları gerekçelendirmeye çalıştılar. Aynı zamanda 7 Haziran seçimleri sonrası değişen siyasi tablo üzerine AKP’nin ve Erdoğan’ın geleceklerine dair kapıldıkları endişeyle artan saldırılarını perdelemeye kalktılar.
Bazı liberal aydınlar da, “özyönetim” ilanının zamanlamasını yanlış buldu! Onlara göre, devletin savaşı tırmandırdığı bir dönemde bu yapılmamalıydı. Bunun AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğünü, savaşı sürdürmesine yolaçtığını iddia ettiler. Kimileri de “özyönetim”in ilan ediliş biçimine karşı çıktı. “Silahlı güçler değil, sivil siyaset bunu yapmalı”ydı!
Bunlar, PKK’nin “tek taraflı ateşkes ilan etmesi” gerektiğini söyleyen kesimlerdir. Onlara göre, devlet her tür vahşeti yapsa da, savaşı en kirli yöntemlerle tırmandırsa da, PKK silaha başvurmamalı, “sivil siyaset”te ısrarlı olmalıdır! Devletin savaşçı politikaları ancak bu şekilde teşhir edilebilir ve savaşın durması sağlanabilir! Burjuva pasifizmin en kristalize olmuş halini temsil eden bu kesimler, HDP’yi de etkilemeye ve tavır almaya zorladılar. Zaten birçoğu ya HDP’nin içinde politika yapıyordu, ya da HDP’yi destekliyorlardı.
İster AKP’yi aklamaya çalışan gericiler, isterse HDP’yi desteklediğini söyleyen liberaller olsun, hepsinin birleştiği nokta, “özyönetim” ilanının yanlışlığıdır. Üstelik bu ilanların HDP’nin kazanmış olduğu belediyelerde gerçekleştiğinden hareketle, bunu “HDP’ye karşı yapılmış bir girişim” olarak gördüler. “Özyönetim, HDP’nin yerel yönetimlerine ‘alternatif bir yönetim’dir” dediler. Ve PKK’nin HDP’yi zor durumda bıraktığını söylediler.
Bu tür tazyikler karşısında HDP’nin de dik duramadığını gördük. Örneğin Demirtaş, “özyönetim” ilanları için, “devletin baskılarına karşı sivil bir isyan ve itaatsizlik” dedikten sonra şunu ekliyor: “Tabii ki, bazı yerlerde göstericilerin eline silah alarak ‘özerklik ilan ettik’ demesini doğru bulmuyorum. Bu bir sivil inisiyatiftir. Sivil alanda kalmasında her halükârda fayda görüyorum.”
Esasında HDP bu süreç içinde birçok konuda KCK ile çelişik açıklamalar yaptı, tutumlar aldı. Bunların bazıları yasal alanın getirdiği zorunluluklar olarak görülebilir. Fakat “görüş ayrılığı” boyutlarına varan yaklaşımlar da oldu. Örneğin Demirtaş’ın “ama’sız, fakat’sız silahları bırakın” çağrısına, PKK yöneticilerinden “onlar neyi başarmış ki, böyle bir çağrı yapıyorlar” yanıtı geldi. Keza “seçim hükümeti”ne PKK, “bu AKP’nin savaş hükümetidir” derken, HDP bakan verdi. Bunun üzerine PKK, “bu durum bizim hükümete bakışımızı değiştirmez” diye açıklama yaptı. HDP, yaklaşık bir ay sonra hükümetten çekilse de, farklı bir yaklaşım sergilemiş oldu.
Öcalan’dan gelen talimat üzerine oluşturulan HDP’nin, sadece Türkiye devrimci hareketini reformist-parlamentarist bir çizgiye çekmekle görevlendirilmediği, Kürt ulusal hareketini de silahsızlandırmayı ve tamamen düzenin kabul edebileceği sınırlara hapsetmeyi amaçladığı ortaya çıktı.
Biz yeniden konumuza dönelim. Elbette “özyönetim” ilanını herkes yanlış bulup eleştirmedi. Aksine çok yerinde ve doğru bulanlar, ona methiyeler düzenler de vardı. “Büyük bir demokrasi hamlesi”, “demokrasinin en gelişmiş hali” olarak değerlendirenlerden, “bu bir devrimdir” diyenlere kadar, farklı görüşleri savunan pekçok gazeteci, yazar, akademisyen oldu. Hızını alamayıp bunun “sosyalizmden daha ileri bir sistem” olduğunu söyleyenler de çıktı, Latin Amerika devrimleriyle benzerlikler kuran da…
“Özyönetim”in sadece Kürt illeri için değil, tüm Türkiye için gerekli olduğunu savunanlar, “önce İzmir’den başlayalım” diyerek, farklı bir yönden destek verdiler. Bunun “etnik” değil, “coğrafi-yerel” bir yönetim tarzı olduğundan hareket edenler için, AB’nin “yerel yönetimler yasası” ile sorun çözülebilecekti.
Kısacası “körün fili tarifi” gibi, her kesim, kendi siyasal duruşuna göre, görmek istediği yere bakıp bir “özyönetim” tanımı yaptı, ona göre tavır belirledi.
KCK “özyönetim”i
nasıl tarif ediyor?
“Özyönetim”le ilgili kafa karışıklığı, sadece liberal aydınlarla sınırlı değil. KCK’nin açıklamaları bile birbiriyle çelişen savlarla dolu.
KCK adına yapılan “özyönetim” ilanlarında, “burada devletin kurumlarını tanımıyoruz” deniyor. Yani yerel düzeyde de olsa, devleti ve onun atadığı memurları-kurumları tanımayan, “yerelde bağımsızlık” anlamına gelecek bir açıklama yapılıyor. Zaten KCK Eş Başkanı Bese Hozat da, “Bu dönem sömürgeci devlet yönetiminden kurtulup, özyönetimlerini kurma ve kendi kendini yönetme dönemidir” diyerek, bu durumu teyid ediyor.
PKK liderlerinden Duran Kalkan da 25 Ağustos 2015 tarihli röportajında şunları söylüyor: “Çaresiz kaldığı için Kürtler de özyönetim ilan ettiler, ‘Madem ki Ankara’daki meclis sorunlarımızı çözmüyor, gönderdiğimiz vekilleri yok sayıyorlar, görüşme bile yapmıyorlar, Türkiye’den bile saymıyorlar, o halde bizde kendi sorunlarımızı çözecek, kendi meclislerimizi oluştururuz. Özyönetimlerimizi çıkartır ve kendi sorunlarımızı çözeriz’ dediler.”
Fakat bu sözlerinin ardından şunları da eklemeden edemiyor: “Biz paradigma değiştirdik. Teorik, ideolojik yaklaşımlarımızda değişimler ve gelişmeler oldu. Devleti, orduyu reddetmiyoruz. Devlet ve ordu var olsun, ama asli görevlerine dönsünler. Bunun yanında demokratik toplum da, Kürt toplumu da kendi diliyle, kültürüyle, örgütlülüğüyle kendi yaşamını kendisi sürdürsün, kendi kendini yönetsin. İstediğimiz budur.”
PKK ve KCK liderlerinin sadece “özyönetim” konusunda değil, “devlet” konusunda da nasıl bir kafa karışıklığına sahip olduğunu görüyoruz. Bir yandan “devleti, orduyu reddetmiyoruz, ama asli görevlerine dönsün” diyorlar; bir yandan da “devletin her türlü yönelimi karşısında çok güçlü bir biçimde toplumsal direniş ve öz savunmayla kendi sistemini halkımızın savunması gerekiyor. Öyle olmalı ki, polis tek bir kişiyi tutuklamaya dahi cesaret etmemelidir” (Bese Hozat) diyorlar.
“Devletin asli görevi” nedir gerçekten? Egemenlerin söyledikleri gibi “vatandaşının daha mutlu ve güvenli bir şekilde yaşamasını sağlamak” mı? Yoksa egemen sınıfların saltanatı sürsün diye ezilen sömürülen kesimler üzerinde baskı kurmak mı? Devlet, ML literatürde “bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı ve tahakküm aracı”dır ve en çıplak haliyle “zor aygıtı”dır! Ordudur, polistir, mahkemedir, bürokrasidir! Hem bunları “tanımadığını” açıklayacaksın, hem de “devleti reddetmiyoruz” diyeceksin! Bu, en hafifinden kendini ve kitleleri kandırmaktır.
Sadece Duran Kalkan ve Bese Hozat’ın sözleri değil, bu konuda açıklama yapan KCK yöneticilerinin hepsinde benzer çelişik görüşleri görmek mümkündür. “Özyönetim” ilanlarının ardından HDP’li yetkililerin, “bunlar devleti tanımıyoruz anlamına gelmiyor” diyerek açıklama üzerine açıklama yapmaları boşuna değildir. Çünkü “özyönetim” halkın yaşadığı mahallelerden başlayarak kendi seçtiği kişilerden oluşan “meclisler” aracılığıyla yönetilmesi şeklinde açıklanmaktadır. Bu arada HDP’li belediyelerin durumu da tartışma konusu olmaktadır.
Duran Kalkan sözkonusu röportajda bu konuya da değiniyor: “Belediye eşbaşkanları, diğer seçilmiş kurumlar, özyönetimin en önemli unsurlarıdır. Buna göre hareket etmeliler. Toplumun örgütlenmesine saygı duymalılar, ama kendileri de katılmalılar. Zaten halk da onun için seçti. Halkın iradesinin parçası olarak yeni irade beyanına katılmalılar. Bu konuda bazı tutumlar zayıftır ve kabul edilir değildir.”
PKK daha önce “demokratik özerklik” modeli ile “yerel yönetim”lerin görev ve yetkilerinin artmasını istiyordu ve HDP’li belediye başkanlarını merkeze koyan bir yaklaşımı vardı. Şimdi neden “demokratik özerklik” değil de “özyönetim” deniyor, ayrı bir sorudur. Ve “özyönetim” modeli, “mahalle meclisleri”nin ilçeyi, ilçelerin de il meclislerini belirlemesi ve bu meclislerin başkanlarını seçmesi şeklinde tarif edilmektedir. Yani bugünkünden farklı olarak, aşağıdan yukarıya doğru bir hiyerarşi kurulmaktadır. Hatta adına “doğrudan demokrasi” diyerek, her tür “hiyerarşi”yi reddettiklerini de söylemektedirler.
Aynı şekilde “özyönetim, bir halkın kendi kaderini kendisinin belirlemesidir” diyerek, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na gönderme yapılmaktadır. Marksist-Leninistlerin de savunduğu bu ilkeyi, PKK ’90 sonlarında “paradigma değişikliği” ile reddetmiş, reddetmekle kalmayıp, bu ilkenin “ulus devletleri” doğurduğunu ileri sürerek adeta lanetlemişti. Öcalan’ın savunmaları, bu ilkenin ne kadar yanlış olduğunu anlatan sayfalarla doludur. Ama bugün utangaç ve örtük biçimde yeniden savunur duruma gelmişlerdir.
PKK’yi böylesine çelişik kararlar almaya ve açıklamalar yapmaya iten nedir? Geçmişten beri PKK, gelişmelere bağlı politika değiştiren pragmatik bir örgüt oldu. Ancak bugünkü kadar kendi içlerinde bile çelişkiye düştükleri, aynı paragraf içinde birbirine zıt cümleleri kurdukları görülmemişti. Belli ki, PKK’nin “paradigma” değiştirerek savunduğu görüşlerle, son gelişmelerin getirdiği durum arasında giderek büyüyen bir açı oluşmaktadır. Bunda da hiç kuşkusuz başta Rojava olmak üzere bölgedeki değişimler belirleyici olmuştur. PKK, ya “özyönetim” olarak tarif ettiği en hafifinden federatif bir devleti savunacaktır; ya da daha önceden kabul ettiği şekliyle AB’nin “yerel yönetim reformu” çerçevesinde bir “çözüm”ü kabul edecektir. Aksi halde bu çelişik, tutarsız “ikili” tutum sürecek ve bunun getirdiği “güven bunalımı” yeni sorunlara, sıkıntılara yol açacaktır.
“Demokratik özerklik”in
kapsamı neden genişledi?
Kürt ulusal hareketi, ‘90’lı yılların sonlarında “bağımsız birleşik Kürdistan” hedefinden vazgeçti, bulundukları ülkenin sınırları içinde haklarının tanınacağı bir şekilde yaşayacaklarını duyurdular. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak da “ulus devletler”i gösterip, “demokratik özerklik” dedikleri yerel yönetimlerin güçlenmesini savundular. Hatta bunun “etnik” bir özerklik olmadığını, tüm ülkeyi kapsaması gerektiğini belirttiler. Buna göre Türkiye, 25 coğrafi bölgeye ayrılacak ve her bölge yerele ait konularda özerk davranabilecekti.
Elbette bu bir devrim değil, reform sorunuydu. Anayasal bir değişiklik ile rahatlıkla çözülebilirdi. Zaten AB içinde yeralan birçok ülkede uygulanan bir modeldi de. Her ülkenin kendi durumuna göre içeriği biraz daha genişleyip daralabiliyordu. Ama esasını, “merkez”de (devlette) toplanmış yetki ve sorumlulukların bazılarının “yerel”e (belediyelere) aktarılması, “merkez” ile “yerel” arasında daha dengeli, daha demokratik bir yönetimin kurulması oluşturuyordu. Devlet, savunma, dış politika, maliye ve ülke ekonomisinden sorumlu olacak, ama “yerel”e ait sorunlara el atmayacaktı; bunlar “yerel yönetimler” tarafından belirlenip çözülecekti.
Bunun için tabi ki, bir “rejim değişikliği” gerekmiyordu. Ne mülkiyet ne de sınıf ilişkilerinde bir değişiklik sözkonusuydu. O yüzden emperyalist-kapitalist ülkelerde uygulanmasında bir sorun görülmemiş, aksine faydalı bile bulunmuştu. Kürt hareketi de uzunca bir süre AB’nin “yerel yönetimler yasası”nı Türkiye’nin de kabul etmesini talep etti. Fakat Türk egemenleri buna yanaşmadılar.
Bu süre zarfında Ortadoğu’da önemli gelişmeler oldu. ABD’nin Irak işgali sonrasında Güney Kürdistan’da federe bir Kürt devleti kuruldu. Ardından Suriye’de Esad rejimine karşı başlatılan savaşta, Rojava’da (Kuzey Suriye) bir boşluk doğdu. Bölgede daha örgütlü durumda olan PYD bu boşluğu değerlendirdi ve “kantonlar” şeklinde özerk bölgeler kurdu. Böylece PKK “demokratik özerklik” modelini uygulayacak bir alan buldu. Zaten bu modeli sadece Türkiye için değil, tüm Kürt bölgeleri için de savunuyordu.
Ama gerçekte Rojava’da yaşanan “demokratik özerklik” değil, fiilen “bağımsız bir devlet” modeliydi. Çünkü PYD’nin hakimiyeti ele aldığı yerlerde Esad rejimi dağılmıştı. O yüzden eğitimden sağlığa, yönetim şeklinden ekonomiye yepyeni bir rejim kurabildiler ve bunu bir anayasa ile perçinlediler. Suriye’nin geleceğindeki belirsizlikler, diğer devletler tarafından tanınmama, varolan kazanımları da kaybetme korkusu, bağımsız bir devlet ilan etmeyi engelliyordu. “Demokratik özerklik” ya da “kantonal yönetim” diyerek ara bir çözüm buldular. Suriye, üniter bir devlet olarak mı kalacak, yoksa parçalara mı ayrılacak, buna göre Rojava’nın durumu netleşecekti. O günkü koşullara, güçler dengesine göre Rojava, özerk, federasyon, ya da bağımsız olabilirdi. Şu anda kesin olan, bağımsız bir devlet gibi bir yönetim aygıtına, ordusuna, ekonomisine sahip olduğudur. O açıdan Rojava’daki duruma “demokratik özerklik” ya da “özyönetim” modeli demek doğru olmaz.
Son yıllarda “demokratik özerklik” konusunda yaşanan kafa karışıklığında bu durumun önemli bir payı vardır. DTK’nın geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiği “çalıştay”da demokratik özerkliğin kapsamı iyice genişledi. “Komünal ekonomiler” inşa etmekten “mali özerklik”e kadar, esasında bir rejim değişikliğini gerektirecek talepler sıralanmaya başlandı. “Demokratik özerklik”le birlikte “özyönetim” kavramı da kullanıma sokuldu. Ve PKK, hakimiyet kurduğu bölgelerde Rojava’dakine benzer yönetimler kurmaya girişti.
Ama Türkiye, Suriye değildi. Ortada Suriye’deki gibi bir rejim boşluğu yoktu. Her ne kadar egemen klikler arasında şiddetli çatışmalar, yönetim krizi yaşansa da, Türk egemenlerinin köklü bir devlet geleneği ve refleksleri vardı. Avrupa tarzı “özerklik” modeli konusunda belli tavizler sözkonusu olabilirken, “özyönetim” adı altında bağımsızlığa doğru evrilen adımlar, Türk egemen sınıflarının tepkisi ve saldırısıyla karşılaştı.
PKK’nin ilan ettiği “özyönetim”lerin siyasal yönü şu an için “özsavunma” ile sınırlanmış durumdadır. Ekonomik yönü ise tam bir karikatürdür. Mesela bir grup evkadınının kışlık salça, turşu, reçel vb. yapmaları “komünal ekonomi örneği” olarak sunulmaktadır. (Gündem gazetesi, 18.9.2015) Oysa bu zaten kırsal kültürde ev kadınlarının imece usülü yaptığı rutin bir faaliyettir.
Elbette Kürt halkının kendini savunması kadar meşru bir durum olamaz. Keza her ulus gibi, Kürt ulusu da kendi kaderini kendisi tayin etmelidir. Ne var ki PKK bir yandan bu ilkeye karşı çıkmakta bir yandan da “kendi kendini yönetim” anlamına gelen “özyönetim”i savunmaktadır. Elbette bu basit bir kelime oyunu, isimlendirme farkı değildir. Altında ideolojik bir bakış ve tercih vardır.
“Özyönetim” konusuna yeniden döneceğiz. Ancak PKK’nin genişlettiği “demokratik özerklik” olsun, son dönemde parlattığı “özyönetim” kavramı olsun, ‘99’da Öcalan’ın tutsak düşmesinin ardından yaptıkları “paradigma değişikliği” ile çelişmektedir. Amaç-araç ilişkisi bozulmuştur. PKK bu açmazı çözmekle karşı karşıyadır.
Gerçekten de AB kriterleri kapsamında bir “özerklik” için “silahlı mücadele”ye gerek yoktur. Bu düzen-içi talep, düzen-içi araçlarla yürütülecek bir mücadele ile gerçekleşebilir. Fakat “özyönetim” yani ekonomiden siyasete her alanda Kürtlerin kendi kendini yönetmesi isteniyorsa, bu bir “rejim değişikliği”ni gerektirir, (ki bu aynı zamanda program değişikliği demektir) o zaman “silahlı mücadele” yerli yerine oturur ve mücadele biçimleriyle talepleri kendi içinde tutarlı olur.
“Özyönetim” sosyalizme karşı
geliştirilmiş bir “model”dir
“Özyönetim” denilince ilk akla Yugoslavya gelir. Çünkü Yugoslavya, siyasi literatüre “özyönetim” modelini sokan ve onu bizzat pratiğe geçiren ülke olmuştur. O yüzden Yugoslavya pratiğine bakmakta yarar vardır.
Yugoslavya, Nazi işgaline karşı Tito’nun başında bulunduğu Komünist Parti ile büyük bir mücadele verdi ve devrimini gerçekleştirdi. II. emperyalist savaş sonrası dünya, “sosyalist kamp” ve “emperyalist kamp” olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yugoslavya, başını SSCB’nin çektiği “sosyalist kamp” içinde yeralmak yerine “bağlantısızlar” adıyla “üçüncü bir yol” izlemeyi tercih etti.
Yugoslavya’nın bu dış politikası, gerçekte başta ABD olmak üzere emperyalizme hizmet ediyordu. Öyle ki, ABD’nin ikinci emperyalist savaş sonrası “yeni sömürgecilik” hamlesinin simgesi olan “Marshall Planı” göklere çıkarılmış ve bu yardımlar kayıtsız şartsız kabul edilmişti; dahası başka ülkelere de bu yönde tavsiyede bulundular. Yani Amerikan emperyalizminden yardım ve kredileriyle inşa edilen yeni bir “sosyalizm” modeliydi Yugoslavya!
Dışta “bağlantısız”lık, içte ise “özyönetim”le, sosyalizme karşı ayrı bir “kutup” yaratmaya çalıştılar. Yugoslav revizyonistlerine göre, proletarya diktatörlüğü kaçınılmaz bir şekilde bürokrasiyi yaratmakta ve demokrasiyi kısıtlamaktaydı. O yüzden “özyönetim” dedikleri “doğrudan demokrasi”ye geçilmeliydi! Bunu sosyalist ülkelere öğütleyen Yugoslav yöneticilerinin, nasıl katı bir yönetim şekli kurduklarını biliyoruz. Tıpkı bizdeki tasfiyeci-reformist parti ve liderlerin, ML örgütleri anti-demokratik olmakla suçlarken, kendi içlerinde en küçük muhalif bir sese tahammül edememeleri; Stalin’i “kişi kültü”yle itham ederken kendilerine sevdalı olmaları ve büyüklenmeleri gibi…
Gerçekte bu teori, sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı zayıf düşürme hamlesinden başka birşey değildir. İşçi ve emekçileri emperyalist tehlikeye ve onun içteki uzantılarına karşı gevşetmek, sosyalist devletin gerekliliğini sorgulatmak ve emperyalist saldırganlığa açık hale getirmektir.
Zaten “özyönetim” teorisinin temelinde kapitalizmin giderek sosyalizme dönüşeceği fikri vardır. Yani “barışçıl geçiş”(!) II. emperyalist savaş sonrası, kapitalizmin “istikrar” adına devlet kapitalizmine yönelmesini, “sosyalizm” olarak görmekte ve böylece iki sistem arasında sınırların kaybolduğunu iddia etmektedir. Bizdeki adıyla KİT’leri (Kamu İktisadi Kuruluşları) “sosyalizm” olarak niteleyen ve kapitalizmin içinden “sosyalizmin doğduğunu” söyleyen bir teoridir. Tıpkı kapitalizmin kendiliğinden ve otomatik olarak sosyalizme dönüşeceğini iddia eden Kautsky’nin “ultra emperyalizm” teorisi gibi…
“Doğrudan demokrasi” ile sözde “kitleler” öne çıkarılmakta ve daha demokratik bir ortam yaratıldığı iddia edilmektedir. Gerçekte ise kitlelerin sınıflara ayrıldığı bir yerde, “kitleler”le sınıfı karşı karşıya getirmekte, onların geri yönlerine seslenmekte, parti ve yöneticilere karşı güvensizlik yayılmaktır. Sosyalizmde de sınıflar uzunca bir süre varlıklarını koruyacaktır. Proletarya partisinin devrim sonrasında da sıkı bir merkeziyetçiliğe ve disipline ihtiyacı vardır. Proletarya diktatörlüğü ise, “eski”yi geri getirmeye çalışanlara ve “eski”nin geleneklerine karşı olmazsa olmaz mücadele ve yönetim organıdır.
Lenin, ünlü “Sol Komünizm” adlı eserinde, kitleleri sınıfa ve liderlerine karşı kışkırtanları, eski liderlerin yerine “saçma ve çılgınca şeyler yumurtlayan yeni liderler geçirmek” gibi “gülünç” bir duruma düştüklerini söyler. Partiyi ve disiplini yadsıyan bu tür görüşlerin, “proletaryayı burjuvazinin adına silahsızlandırmaya” hizmet ettiğini belirtir. “Bu tam da küçük-burjuva dağınıklıkla, kararsızlıkla, hoşgörüldüğünde kaçınılmaz olarak her proleter devrimci hareketi mahvedecek olan tutarlılık, birleşme ve toplu davranma konusunda yeteneksizlikle aynı şeydir” der. (İnter Y. sf 37)
Açıktır ki, bir iktidarın demokratik niteliği, halkın yaşam koşullarının sürekli iyileşmesi, ekonominin ve kültürün gelişmesi, işçi ve emekçilerin yönetime daha geniş katılımıyla ölçülür. Bu başarıldığı oranda halkın desteğini alır ve kökleşir. Sosyalist devletlerin gücü de buradan gelir. O çok övülen “özyönetim” altındaki Yugoslavya’da ise, yüzbinlerce işçi, teknisyen, uzman, aileleriyle birlikte başta Almanya olmak üzere Belçika, Fransa gibi emperyalist ülkelere göçüp işgüçlerini satmak zorunda kalmışlardır. Yugoslavya devleti de biraz döviz elde edebilmek adına, bu insan ticaretine göz yummuştur.
Ama “doğrudan demokrasi” sadece siyasi alanı kapsamıyor. Asıl olarak proletarya diktatörlüğü devletinin ekonomide oynaması gereken rolü reddediyor. Onlara göre sosyalist devlet, ekonomiyi yönetmemeli, ekonomik planlama yapmamalı, üretimde ve tüketimde denetleme rolü oynamamalıdır. Savundukları şey de, her işletmenin kendi hesabına göre planlama yapması, kuralları, ücretleri, fiyatları onların saptamasıdır. Bu doğrultuda halkın ortak mülkiyetini parçalayarak “grup mülkiyeti” haline getirmişlerdir. Yani ekonomiyi örgütsüzlüğe iterek, üretimde rekabet ve anarşi yaratarak, kapitalizmin temel özelliklerini yaşatmışlardır.
Yugoslav ekonomisi, kapitalizmi sürekli üreterek işçi ve emekçilerin yaşam düzeyini düşürmüştür. Yugoslavya’da kırsal alanlarda gündelikçiler çalışmış, topraksız ve az topraklı köylüler sömürülmüştür. Tarım, özel mülkiyete dayalıdır. Küçük mülkiyetin sürekli olarak kapitalizmi geliştirdiği bilinir. Tüketim maddelerinin fiyatları işçi ve emekçilerin sırtından büyük çıkarlar sağlayan ticari işletmelerin spekülasyonlarına, keyiflerine göre belirlenmiştir. Kitleler yoksullaşırken, bir azınlığın zenginleşmesine göz yumulmuştur. Bunun sonucu olarak ekonomik krizler, enflasyon, işsizlik, ulusal anlaşmazlıklar vb. kapitalizme has her tür sorun ortaya çıkmıştır.
Yugoslavya’da tek tek cumhuriyetlerden fabrika ve mahalli idarelere kadar tüm kesimler, kendi dar ve kısa vadeli çıkarlarını ön plana çıkarmış ve toplumun genel çıkarları gözardı edilmiştir. “Özyönetim” çeşitli ulusal topluluk ve azınlıklar açısından da doğru bir sonuç yaratmamıştır. Cumhuriyetler arasındaki rekabet ve mücadeleyi keskinleştirmiş, burjuva milliyetçi grupların doğmasına ve güçlenmesine zemin hazırlamıştır. O yıllardaki Yugoslavya’nın devlet kademesi, “büyük Sırp” ve “büyük Hırvat” hakimiyeti altındadır. Bu durumun ‘90’lı yıllarda nasıl bir boğazlaşmaya ve parçalanmaya yol açtığı biliniyor.
Kısacası “özyönetim” Yugoslav revizyonistlerinin, Kautsky’den anarko-sendikalistlere kadar geçmişin anti-Marksist görüşlerini yeni bir isimle piyasaya sürdükleri bir teoridir. Bütün revizyonistler gibi “konjonktürel değişimler” ve “yeni olgular”ı bahane ederek Marksizm-Leninizm’i reddetmişlerdir. Ama yine onların adını kullanarak!
“Tarihin diyalektiği öyledir ki, -diyordu Lenin- Marksizm’in teorik zaferi, onun düşmanlarını da Marksistlermiş gibi değiştirmeye zorlar.”
Sonuç yerine
‘90’lı yılların başında revizyonist blokun yıkılmasıyla emperyalizm zafer naraları atmış ve “özyönetim”den “doğrudan demokrasi”ye kadar her tür anti-ML teori, hem dünyada hem de ülkemizde cirit atmaya başlamıştır. Adeta “bit pazarına nur yağmış” eski revizyonist teoriler “yeni”ymiş gibi cilalanarak piyasaya sürülmüştür.
Bu teorilerden en fazla etkilenenlerden biri de, Kürt ulusal hareketidir. PKK, sosyalizmin prestijinin yüksek, Türkiye devrimci hareketinin güçlü olduğu bir dönemde kurulurken, programını ML ilkelerden etkilenerek oluşturmuştu. Ne var ki, dünya genelinde sosyalizmin prestijinin düştüğü, TDH’nin zayıfladığı ve tasfiyeciliğin baskın hale geldiği bir dönemde bu programı tümden reddedip, burjuva-milliyetçi bir çizgiye kaydı. Başından beri ulusal bir hareket olması, zaten bu tür kayışların zeminini güçlendiriyordu. Sosyalizmin ve devrimin gerilediği koşullarda bu çok daha hızlı ve uç noktalarda olabilmiştir. Ülkemizde feminizmden parlamentarizme her tür burjuva görüşün yayılmasında, belirleyici bir rolleri vardır. Her dönem belli bir kitle gücünü temsil etmeleri, bu tür görüşlerin güç kazanmasını sağlamıştır.
Şimdi buna “özyönetim” ve “doğrudan demokrasi”nin eklendiğini görüyoruz. 1950’li yılların revizyonist partilerinden devralınan bu görüşler, bir kez daha “yeni” ve “sosyalizme alternatif” olarak sunulmaktadır! Hatta bu teoriler PKK’nin “icadı”ymış ve ilk kez Kürdistan’da uygulanıyormuş gibi bir büyüksenme ile konuşulmaktadır. Ve sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’de de uygulanması istenmekte, Türkiye devrimci hareketinin bunu desteklemesi telkin edilmektedir.
Elbette Kürt halkı kendi kaderini kendisi belirleyecektir. “Özerklik” ya da “özyönetim” diyebilirler. Marksist-Leninistler, bu tercihlere saygılı yaklaşır; ancak bu modellerin uygulandığı yerlerdeki kötü sonuçlarını ortaya koyup, kitleleri uyarma görevini de yerine getirirler. Kaldı ki, “özyönetim” Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi, devrim yapmış bir ülkede gerçekleşmiştir. Aynı şekilde Rojava, tamamlanmamış da olsa bir devrim sonrası “özyönetim” denemektedir. PKK ise Türkiye gibi faşist diktatörlükle yönetilen bir ülkede, bunu hayata geçirmeye çalışıyor. “Özyönetim” faşizm koşullarında gerçekleşemez. Sosyalizmde veya sosyalizmi hedefleyen bir demokratik devrimde ise, yanlış bir modeldir.
PKK, sadece Kürt illerinde “özyönetim” modelini savunmakla kalmıyor, Türkiye halklarına, devrimci hareketine de bu modeli empoze ediyor. Bu kabul edilemez! Bir yandan “doğrudan demokrasi”yi dillendirip, bir yandan da en anti-demokratik uygulamaları yapmak, “özyönetim”in öncülleri gibi PKK’nin de tarzıdır.
Kürt halkı, Irak’ta, Suriye’de, hatta İran’da önemli kazanımlar elde etti. Buna karşın Kürdistan’ın hem nüfus hem yüzölçümü bakımından en geniş kesimini kaplayan Türkiye’de, her üç parçadan daha geri durumdadır. Elbette bunda PKK’nin çizgisindeki zikzakların payı var. Şimdi PKK liderlerini zorlayan bu tablodur. Ancak “özyönetim” konusunda da bundan sonra ne yapacakları belirsizdir.