Suriyeli bir çocuk söylüyor bu sözleri… Büyük zorluklarla ulaştığı bir Avrupa ülkesinde… Yanında binlerce kişi ve yürümeye çalışıyorlar… “Savaşı bitirirseniz biz de kendi ülkemize döneriz” diyor son derece kesin bir sesle.
Onun bu cevabı, Aylan bebek üzerinden timsah gözyaşları döken ve bu faciayı kendi siyasal çıkarlarına basamak yapmaya çalışan bütün egemenlerin suratında patlıyor.
Çünkü sorun, gerçekte son derece yalın biçimde önümüzde duruyor. Bodrum sahillerinde, insanın yüreğini dağlayan bir çaresizlikle karaya vuran Aylan Kurdi, savaşın vahşetinden kaçarken ölmüştü. 4 kişilik bir aile olarak çıktıkları yolda, üçü canını kaybetmiş; baba ise, “ben ailemin daha iyi yaşaması için evimi terketmiştim, şimdi bir nedenim kalmadı” diyerek Kobane’ye geri dönmüştü.
Mültecilerin katili emperyalistler ve işbirlikçileri
Dünya genelinde evinden sürgünde olan insan sayısı 60 milyon. Yani yaklaşık olarak, her 100 kişiden biri, başka hayatlar yaşamak için evini ve yaşantısını bırakarak kaçmak zorunda kalmış. Bir kısmı ekonomik nedenlerden dolayı düşmüş yollara. Ezici çoğunluğu ise savaş başta olmak üzere siyasal nedenlerden dolayı. Endonezya’dan Somali’ye, Libya’dan Kolombiya’ya kadar, dünyanın dört bir yanından, savaştan kaçmak için yollara düşmüşler.
Son birkaç yıldır, Müslüman ülkelerdeki durum ise, tam bir insanlık dramı. Libya, Irak ve Suriye başta olmak üzere pekçok ülke, radikal İslamcı çetelerin istilası altında. Ve bu ülkelerde insanlar, bu karanlık ortaçağ çetelerinin vahşetinden, katliamlarından kaçmaya çalışıyorlar. Kaçamayan yüzbinlerce kişi ise, en vahşi biçimlerde öldürülüyor, sakatlanıyor. Evi-barkı, toprağı kalmayan milyonlarca yoksul insan, kaçacak parayı ve olanakları bile bulamadığı için, vahşet koşullarında ayakta kalmaya uğraşıyor.
Suriye’deki 22 milyon nüfusun, yarısından fazlası evinden koparak göç etmiş. Bunlardan bir kısmı iç göç olduğu için pek farkedilmiyor. 7 milyondan fazla Suriyeli ise, başka topraklarda yaşam arayışına girmiş.
Mülteci sorununun nedeni ve kaynağı da burada zaten. Savaş olmasa, bu insanlar, kendi topraklarında, kendi yaşam alanlarında varlıklarını sürdüreceklerdi. Emperyalistlerin kar hırsı, onları sadece yaşadıkları alandan değil, yaşamdan da kopartıyor.
Suriye ve Irak’taki savaşı başlatan, Amerikan emperyalizminin hegemonya hırsıdır. Dünya hegemonyasını kurmak, petrol alanlarını ele geçirmek, dünya pazarlarının sahibi olmak için saldırmıştır Ortadoğu ülkelerine. Libya’yı kabile savaşlarına mahkum eden de, IŞİD vahşetini yaratan, besleyen ve yönlendiren de, ABD’dir. Türkiye, bu savaşın ve IŞİD’in en büyük destekçisidir. Lojistik üssü, savaşçı geçiş noktası, silah, gıda ve ilaç aktarma merkezidir. Erdoğan, doğrudan MİT tırlarından İHH konvoylarına kadar, her türlü yöntemle IŞİD’e sevkiyatı yönetmekte, siyasal olarak IŞİD’in arkasında durmakta, Türkiye içinde IŞİD odaklarının oluşmasına yol açmaktadır.
Suudi Arabistan ve Katar, savaşın finansörüdür. Radikal İslamcı çetelerin mali ihtiyaçları, onların gönderdiği parayla karşılanmaktadır. Libya, en etkili silah sevkiyatçısıdır. ABD’nin gönderdiği silahlar, Libya üzerinden Türkiye’ye, oradan IŞİD’e ulaşmaktadır. Başta Almanya ve İngiltere olmak üzere, Avrupa Birliği ülkelerinin tümü, bu savaşın ortağıdır. Şu ya da bu düzeyde destek vermekte, ortaya çıkan kargaşadan şu ya da bu düzeyde yararlanmaktadırlar.
Tam da bu nedenle, Aylan bebeğin yürek parçalayan görüntüleri üzerinden emperyalistlerin ve işbirlikçilerin kopardığı yaygara sahtedir, ikiyüzlüdür, çıkarcıdır.
Suriyeli çocuğun, “Avrupa’ya gitmeyi biz istemedik. Savaşı bitirin, kendi topraklarımıza dönelim” demesi bu nedenle çok yerinde bir sözdür. Savaşı çıkartan Suriye halkı değil, emperyalist çıkar hesaplarıdır. Bu çıkarlardan vazgeçildiği, İslamcı çetelere verilen destek kesildiği anda, ne savaş kalacaktır, ne IŞİD, ne de vahşi barbarlık.
Göç yolları, ölüm yolları
Ölümden kurtulmak için düşüyorlar yollara. Ancak yollar da ölüm tuzaklarıyla dolu. 29 Nisan 2011’de Hatay’dan ilk kafile girdiğinde, AKP ve Erdoğan mültecilerin hamisi gibi karşılamışlardı onları. Oysa geldikleri andan itibaren, en kötü yaşam koşulları dayatıldı onlara. Zaten bu nedenle 2 milyondan fazla Suriyeli sığınmacı, Türkiye’de kalmak yerine Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Türkiye’de insanca yaşama koşulları bulabilselerdi, gitmek için bu kadar ağır koşulları ve ölümü göze alırlar mıydı?
İki kesim, “sığınmacı” olmanın hiçbir sıkıntısını yaşamadı. Zengin olanlar zaten gittikleri her yerde yaşamlarını, işlerini kurabiliyordu. Bir de radikal İslamcı çetelerin mensubu olanlar el üstünde karşılandı. Onların dışında, diğer Suriyeliler “sığınamadı” bir türlü. Kamplarda sefalet içinde ve İslamcı çetelerin baskısı zorbalığı altında yaşadılar. Kadınlar ve çocuklar yeni fuhuş pazarlarında satışa çıkartıldı. Çalışmak isteyenler, yarı aç ve ağır koşullarda çalışmaya mahkum edildi. Kamplardaki baskıya dayanamayan ezici çoğunluğu ise sokaklarda yaşamak ve dilencilik yapmak zorunda kaldı.
Burada insanca yaşam olanağı bulamayacaklarını anladıklarında, Avrupa’ya geçmeye çalıştılar. Zaten insan tacirleri, kampları, Suriyelilerin toplanma alanlarını geziyor ve buna teşvik ediyorlardı. Ve topladıkları çaresiz insanların parasını aldıktan sonra; dayanıksız botlara, motoru bozuk teknelere, kayıktan bozma deniz araçlarına balık istifi dolduruyor; Suriyeliler için özel olarak üretilen su geçiren kumaştan “can yelekleri”ni giydiriyor; ve denize bırakıyorlar.
Karşı kıyıya ulaşmanın sadece tesadüf olduğu, denize açılanların ezici çoğunluğunun boğulacağı, herkes tarafından biliniyor. Buna rağmen nasıl bir geleceksizlik, umutsuzluk ve çaresizliktir, bu insanları o suya girmeye zorlayan… Savaşta ölmemek için, insanlıktan çıkarak yaşamaya kabul etmemek için, denizde ölmeyi göze alıyorlar.
O insanları bu çaresizliğe mahkum etmek, doğrudan insanlık suçudur!
Savaşın çıkmasında ve sürmesinde payı olan egemenler, bu insanlık suçunun tek sorumlusudur!
Avrupa’nın “mülteciseverliği”
Denizde ölmek istemeyen binlerce insan, yollara dökülmüş Edirne’ye yürüyor. Binlercesi İstanbul’da otogarda bekliyor. Sınırı geçebilenler, sonrasında her aşamada yeniden işkence yaşıyor. Macaristan’da trenlere bindiriliyor sığınmacılar tıpkı Auschwitz’e gider gibi. Ve tıpkı Auschwitz’de olduğu gibi, kollarına numaralar kazınıyor. Dikenli telleri aşmaya çalışırken üzerlerine gaz sıkılıyor. Duvarlar örülüyor, çitler çekiliyor. Ve tarihin en büyük göç dalgalarından biri, “demokratik Avrupa”nın emperyalist vahşetiyle karşı karşıya kalıyor.
İki milyona yakın Suriyeli sığınmacı, Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Zengin Ortadoğu ülkeleri, mesela Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler, zaten Suriyeli sığınmacı kabul etmiyorlar. Avrupa ülkeleri ise, birkaç on bin kişilik sayılar ifade ediyorlar. İki milyonun içinden birkaç damla.
Dahası, Avrupa ülkelerinin sığınmacılar içinden “kalifiye” unsurları seçmeye çalıştığına tanıklık ediyoruz. Öyle ya, yollara düşenlerin önemli bir kısmı, eğitimli, meslek sahibi, ülkesinde orta gelir grubuna ait genç nüfus. Yani gidecekleri ülkede, hazır eğitimli kalifiye işgücü olarak sömürü çarklarına girecekler. Üstelik ücret pazarlığı yapma şansına bile sahip değiller; canlarını kurtarmış olmak yetecek. Nüfusu hızla yaşlanan Almanya gibi ülkeler, bir anda genç ve çalışkan bir işgücüne sahip olacak.
Yani emperyalistler, son derece sınırlı sayıda insanı ülkelerine kabul edecekler; ancak bunu da sığınmacılara insani yardım yapmış olmak için değil, kendi sömürü çarklarını tazelemek ve güçlendirmek için gerçekleştirecekler.
Suriye’de savaş ve ölüm, Türkiye’de insanlıkdışı koşullarda yaşam ve savaşın etkilerinin sürmesi, denizde ölüm, Avrupa’da en ağır sömürü koşulları ve üstelik de “yabancı düşmanlığı”nın hedefi haline gelmek… Gerçekten sığınmacıların kaybettikleri yaşamı bulabilmesinin tek koşulu, kendi ülkelerinde savaşın bitmesi.
Emperyalistlerin sığınmacılara yapılabilecekleri tek “yardım” budur.