1 Kasım seçimleri ile AKP yeniden tek başına hükümet vizesini aldı. 7 Haziran’dan bu yana geçen 5 ay içerisinde halka çektirmediğini bırakmayan AKP, bir kez daha muradına erdi!
Elbette bu AKP’nin başarısından ziyade, muhalefet partilerinin edilgen, pasif ve silik duruşlarının bir sonucuydu. Öyle ki, 7 Haziran’da AKP’nin oyları yüzde 40’a düşmüşken bunu değerlendiremediler. Dahası, AKP’nin her tür yasal dayanaktan yoksun bir şekilde 7 Haziran sonuçlarını hiçe saymasını ve 1 Kasım’da yeniden seçimi dayatmasını sessizce kabullendiler.
Erdoğan’ın “tekrar seçim” dayatması ile ne yapıp edip sandıktan AKP’yi çıkaracağı belliydi. Bunu başarmak için, tüm yöntemleri devreye soktular. Belli ki, hepsi birden ya da büyük çoğunluğu tuttu! Çünkü ne AKP kurmayları, ne AKP’li anket şirketleri ve yandaş medya, yüzde 49.5 gibi bir oranı tahmin edebildi.
AKP daha önceki seçimlerde de kazanmak için çok şey yapmıştı. Fakat 1 Kasım seçimleri onun için “hayat-memat meselesi”ydi artık. Aksi halde tepetaklak gitmekle karşı karşıya kalacaklardı. Can havliyle asıldılar bu kez.
O yüzden 1 Kasım seçimlerini AKP’nin 13 yıldır girdiği diğer seçimlerden ayırmak gerekir. Baskı ve şiddetten, rüşvetle satın almaya, içte ve dışta savaşı tırmandırmaktan, her tür çeteyi ortalığa salmaya kadar her şeyi kullandılar. Ama bunların da yetmediğinin farkında olarak, daha fazla seçim hilesine başvurdular. Başka türlü 5 ayda -hem de halka yapmadıklarını bırakmadan- yüzde 9 oranında bir artış, mümkün değildi. Burjuva hukukta bile, ortaya sürülen deliller ve tanıkların ifadeleri “yaşamın doğal akışına aykırı” bulunduğunda, onlara itibar edilmez!
1 Kasım’da AKP’nin bu oy oranına ilişkin, hangi gerekçeler ileri sürülürse sürülsün ve ne kadar “anlamlandırma” çabasına girilirse girilsin, hiçbirine itibar edilmemelidir. Kuşkusuz her bir gerekçenin olumlu-olumsuz etkisi olmuştur, ancak yaşanan durumu açıklayamamaktadır. Kesin olan; AKP kurmaylarının basına sızdırılan toplantıda itiraf ettikleri gibi, gerçek oylarının yüzde 25 olduğudur. Bunun üzerindeki her oy, AKP’nin gayri-meşru yöntemlerle, hile-hurda ile elde ettiğidir.
Elbette her seçimde anti-demokratik yöntemler, hileler olmuştur; fakat AKP döneminde ve son olarak 1 Kasım’daki kadar sistemli ve aleni olanı görülmemiştir. Ne ilginçtir ki, parlamentarist hayallerin en fazla pompalandığı dönem de, yine bu dönemdir. Ama 1 Kasım, bu hayallerin gerçeklerle parçalandığı, ayakların suya değdiği bir seçim olmuştur aynı zamanda. Sandıkla hiçbir şeyin değişmeyeceği çok net biçimde görülmüştür. Değerlendirilmesi koşuluyla 1 Kasım’ın tek kazancı da bu olacaktır.
* * *
Seçim sonuçlarını, Ortadoğu’da süren savaştan bağımsız düşünemeyiz elbette. Suriye’de Rusya’nın atağı ile savaşı büyütmekle karşı karşıya kalan ABD, bir kez daha AKP’nin “savaş hükümeti”ne dayanma ihtiyacı hissetti. CHP ya da HDP’li bir koalisyon ile Ortadoğu’daki savaşı sürdürmesi, hiç kolay değildir. Son yıllarda AKP ile bazı sıkıntılar yaşamış olsa da, içinde bulunulan koşullarda “en elverişli” olanı yine odur.
Benzer bir durum AB emperyalistleri için de geçerlidir. AKP hükümeti, Avrupa’ya mülteci akınına göz yumarak, AB ülkelerini bir yerde kendisine muhtaç hale getirmiştir. 1 Kasım’dan hemen önce Merkel’in Türkiye’ye gelerek Davutoğlu ve Erdoğan’la görüşmesi, dünya kamuoyu tarafından da “AKP’ye destek” olarak değerlendirilmiştir.
AKP, bir elinde IŞİD, diğer elinde mülteci kozunu tutarak, ABD ve AB emperyalistlerini kendisine mecbur bırakmış ve bir kez daha “sifonu çekmeyin, bizi kullanın” demiştir.
* * *
20 Temmuz’dan bu yana AKP’nin savaşı tırmandırması, sadece “seçimlere endeksli” olarak değerlendirilemez. Öyle olsaydı, 1 Kasım’dan sonra bu politikayı terk etmesi gerekirdi. Oysa seçimlerden sonra da Kürt ilçelerinde “sokağa çıkma yasağı” devam ediyor. Diyarbakır’ın Silvan ilçesi günlerdir abluka altında. Hergün birden fazla kişi katlediliyor.
Keza üniversite öğrencilerinin YÖK protestoları, bu yıl çok daha büyük bir şiddetle bastırıldı. 15 Kasım’da Antalya’da toplanacak olan G-20 zirvesini protesto edecek olanlar için, şimdiden büyük önlemler alındığını, bir spor salonunun gözaltılara ayrıldığını duyuyoruz.
Suriye’deki savaşa aktif biçimde girmeye hazırlanan AKP hükümeti, Kürt halkı başta olmak üzere ezilen-sömürülen tüm kesimlerin direncini kırmak istiyor. Savaşa hazırlanan her devlet gibi “cephe gerisini” düzleme hedefi ile hareket ediyor. Onun içindir ki, faşist baskı ve terör azalmak bir yana daha da artacaktır. Bunu durdurmanın tek yolu, savaşa ve faşizme karşı güçlü bir halk hareketi yaratabilmektir.
* * *
Artan baskılar, arka arkaya patlayan bombalar, 5 ay içinde yaklaşık bin kişinin öldürülmesi ve bütün bunların üzerine binen 1 Kasım sonuçları, başta aydınlar olmak üzere pekçok kesimin üzerinde bir yılgınlık ve karamsarlık havası yarattı.
Kitlelere güvensiz, herşeyi emperyalistlerin planları ile açıklayan, faşist terör karşısında kabuğuna çekilen bu küçük-burjuva ruh hali ile ilk kez karşılaşmıyoruz. Ancak biliyoruz ki, bu böyle gitmez!
“Kılıçla iktidara gelinir, fakat onun üzerinde oturulmaz” denir. AKP’nin yeni “savaş hükümeti”nin de 2019 seçimlerine kadar, 4 yıl daha süreceğini varsayanlar yanılıyorlar. Her şeyi sınıf mücadelesi, güçler dengesi belirleyecektir.
Ankara katliamının ardından Mehmet Barlas gibi satılmış kalemler, “Türkiye Ortadoğu ülkesi, bunlara alışmalıyız” türünden yazılar yazdılar. Bir kez daha haykırıyoruz: Alışmayacağız!
12 Eylül faşizminin en karanlık günlerinde bile direnen ve gelecek günlere inancını asla yitirmeyen komünistler ve gerçek devrimciler, bugünün karanlık tablosunu da aydınlık bir bilinç ve direnme gücüyle yırtacaklar, kitlelere moral ve umut aşılayacaklardır!
Nasıl ki, Haziran ayaklanmasının patlayacağı anı kestirmek mümkün olmadıysa, “metal fırtınası”nın eseceği yer ve zaman bilinemediyse, yeni ayaklanmaların, işçi-emekçi direnişlerinin ne zaman patlayacağı bilinemez. Ancak kesin olan şudur ki, bunca zulme ve baskıya karşı, isyanlar, direnişler, ayaklanmalar kaçınılmaz. Bu tarihsel-nesnel bir gerçektir. Bize düşen, bu anlara hazırlıklı olmak ve onu sonuna kadar götürmektir.