Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, MİT Tırları ile ilgili yaptıkları haberlerden dolayı tutuklandılar. Hem de “casusluk”la suçlanarak!
Geçtiğimiz yıllarda Ergenekon davalarıyla “Avrasyacı”lar tasfiye edilirken de onlarca gazeteci tutuklanmıştı. O zamanlar Fettullah Gülen’e “dokunan yanıyor”du. Şimdi ise Erdoğan’a ve ailesine “dokunan yanıyor”! Ya Ahmet Hakan gibi dayak yiyor, ya da Can ve Erdem gibi tutuklanıyor.
Bu isimler, medyatik oldukları için geniş kesimler tarafından biliniyorlar. Ancak hemen her dönem gözaltına alınan, tutuklanan devrimci-demokrat gazetecilerin ismi bile duyulmuyor. Özellikle Kürt illerinde çalışan gazeteciler, adeta “kelle koltukta” görev yapıyorlar. Tutuklanmadan öte “can güvenliği” sorunu yaşıyorlar. Son bir ay içinde gözaltına alınan gazetecilerden Azadiya Welat muhabiri Ferit Dere, gözaltında iken polislerin “bir gün kim vurduya gideceksiniz” diyerek tehdit edildiğini söylüyor mesela. Azadiya Welat çalışanı Deniz Babir ve JİNHA muhabiri Beritan Canözer ise, “makul şüphe”li görülerek tutuklanıyor.
Yıllardır kaç Kürt gazeteci ya da dağıtımcı katledildi; kaç devrimci, demokrat, yurtsever basın mensubu gözaltına alındı, tutuklandı; kaç devrimci dergi yasaklandı, toplatıldı, binaları basıldı, yakıldı…
Her dönem egemen sınıfların susturmak istediği asıl kesimler, komünist ve devrimciler olmuştur. Kimi dönem kendi aralarındaki çelişkilerin keskinleşmesiyle burjuva gazeteci ve yazarlar da hapsedilir, öldürülür. Son yıllarda bunun pekçok örneğini gördük. İsimler değişiyor, klikler farklılaşıyor, fakat aynı oyun oynanmaya devam ediyor. İlginç olan bütün bunların AKP hükümetleri döneminde olmasıdır. Gülen-AKP ittifakının 17-25 Aralık operasyonu ile bozulmasıyla birlikte, dünün düşmanları bugünün müttefikleri haline geldi. Ergenekon davasından yargılananlara “iade-i itibar”ın yanısıra, çoğu eski görevine geri döndü ve açtıkları davalardan milyonları bulan tazminatlar kazandılar.
Basına saldırı ve faşist kadrolaşma
AKP hükümeti, diğer şeylerin yanı sıra, tutukladığı gazeteciler ve basın üzerindeki baskılarıyla da kendinden öncekilere rahmet okutuyor. Demokrat Parti (DP) dönemiyle kıyaslanan ama birçok yönden onu da aşan bir hükümetle karşı karşıyayız.
Türkiye’de “demokrasiye geçiş” olarak lanse edilen DP’nin yükselişi de gazete baskınlarıyla başladı. İkinci emperyalist savaşta faşist Hitler Almanyası’na karşı direnen sosyalist Sovyetler Birliği’ni desteklediği için hedefe çakılan dönemin Tan gazetesi, galeyana getirilen gerici-faşist güruhlar tarafından basılmış, matbaası dağıtılmış, yakıp yıkılmıştı. Gazetenin sahibi ve yazarları Zekeriya ve Sabiha Sertel ise tutuklanmış, sonrasında ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı.
Tan gazetesi baskınına katılan güruhun içinde kimler yoktu ki? O yıllarda İTÜ’de okuyan Turgut ve Korkut Özal kardeşler, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel… Yani sonraki yıllarda Türkiye’yi yönetecek olan kadro oradaydı. Bugünün AKP yöneticileri de 60’lı 70’li yıllarda yapılan gerici-faşist saldırıların başında yer aldılar. ’68 gençlik hareketinin karşısına Erdoğanlar, Arınçlar, Abdullah Gül’ler çıkarıldı, “Kanlı Pazar”larda devrimci-demokrat gençleri katlettiler.
Tan gazetesi baskınından iki cumhurbaşkanı, bir başbakan çıktı. 60’lı yılların “anti-komünist” saldırganlığından ise iki cumhurbaşkanı çıktı. Şimdi de aynı merdivenleri Abdurrahim Boynukalın tırmanıyor. AKP Gençlik Kolları Başkanı olarak Hürriyet gazetesine baskın düzenleyenlerin başını çeken Boynukalın, AKP milletvekili adaylığından AKP kongresinde divana, oradan yeni hükümetin Gençlik ve Spor Bakanı Yardımcılığına kadar yükseldi.
“Zirve”ye tırmanmanın nereden geçtiğini bu kısa tarihçe ortaya koyuyor. Bu faşist düzenin harcında katliamlar, cinayetler, baskınlar olduğunu, hepsinin elinin kanlı olduğunu gösteriyor.
Cumhuriyet yazarları neden tutuklandı?
Hal böyleyken “ifade özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “halkın haber alma hakkı” gibi -esasında burjuva hak ve özgürlükler kapsamında yer alan- haklardan bahsetmek, anlamsız kaçabilir. Egemenlerin bu hak ve özgürlükleri kendi çıkarları için kullandıklarını, işlerine gelmediği zaman tümden bir kenara fırlattıklarını bilmek ve bunu teşhir etmek başkadır; bu hakların savunusunu yapmak ve mücadelesini vermek başka! Çünkü bu hak ve özgürlükler insanlığın bin yıllardır süren mücadelesinin sonucunda kazanılmıştır. Ve daha ileriye doğru gidiş, bunların sahiplenilmesi, geliştirilmesi ile mümkün olacaktır.
Elbette “düşünce” ve “basın özgürlüğü” adı altında faşist ve gerici ideolojilerin propagandasını savunmak doğru değildir. İnsanlığı ileriye değil, geriye çeken her ideoloji ve uygulamanın karşısında durmak gerekir. O yüzden Ergenekoncu veya Gülenci olarak tutuklanan faşist-şoven ve dinci-gerici gazeteci ve yazarları desteklemek sözkonusu olamaz.
Can Dündar ve Erdem Gül’ü bunlardan ayıran birçok yön bulunmaktadır. En başta faşist ya da gerici kliklerin borazanlığını yapmadılar. Bu klikler arası it dalaşının bir sonucu olarak da tutuklanmadılar. AKP’nin savaş politiklarına karşı çıktıkları için hedefe çakıldılar. Türkiye’nin Suriye savaşına doğrudan müdahil olduğunu kanıtlayan haberleri yaptıkları, MİT tırları’nda “insani yardım” adı altında radikal dinci gruplara silah gönderildiğini belgeleriyle yayınladıkları için tutuklandılar.
Her savaş döneminde egemenler, önce içteki muhalefeti bastırmak, savaşa karşı yükselecek sesleri boğmak ister. Öyle ki, bizzat Erdoğan televizyon ekranlarından “bunun hesabını verecekler” diyerek onları tehdit etmiş ve savcılara şikayette bulunmuştu. Tutuklanmalarının tam da Türkiye’nin Rus uçağını düşürdüğü döneme denk gelmesi rastlantı değildir. Tutuklanmalarından birkaç gün önce de Erdoğan, MİT tırlarına atıfta bulunarak “o tırlarda silah olsa ne olacak, olmasa ne olacak” diyerek meydan okumuştu.
Kısacası yazdıklarının içeriği ve tutuklanmalarının zamanlanması, doğrudan savaşla ilgilidir. Dolayısıyla bu tutuklamaya karşı çıkmak, hükümetin savaş politikalarına, başta IŞİD olmak üzere dinci-gerici çetelerle olan ilişkisine karşı çıkmak, savaş karşıtı tepkiyi büyütmektir.
MİT tırlarının açığa çıkarılmasında Gülen’ci savcılar rol almış olabilir. Kimi dönem egemen klikler arası çatışmalar, bu tür bilgi ve belgelerin açığa çıkmasını sağlar. Susurluk’ta da böyle olmuştu. Aslında başka türlüsü de çok zordur. Ya büyük bir halk hareketi ya da devrim gerekir. Sonuçta ortalığa saçılan bu delilleri -hangi biçimde çıkmış olursa olsun- değerlendirmek gerekir. “Kliklerden birine yedeklenmemek” adına bunlara sırt çevirmek doğru olmaz.
Esasında bu deliller, bugüne dek yaptığımız propagandayı güçlendirir, onları elle tutulur somut gerçekler haline getirir. Doğru değerlendirildiğinde geniş kitleleri içine alan bir halk hareketine dönüştürülebilir. Can ve Erdem’in tutuklanması da bu potansiyele sahipti. Ancak ertesi gün Tahir Elçi’nin katledilmesi ve Kürdistan’da savaşın daha da tırmanması, gündemi farklılaştırdı. Yükseltilen milliyetçi-şoven propaganda ve faşist terör kitleleri pasifize etti.
Buna karşın geri düzeyde de olsa tepkiler sürüyor. “Adalet nöbeti” adı altında gazeteciler, aydınlar Silivri’de nöbet tutuyor. Bunda Can ve Erdem’in dik duruşlarının önemli bir payı var. İtiraz dilekçelerinde bile bu dik duruşu ortaya koymaları, hükümet yanlılarını adeta çıldırttı. Üç cümlelik itiraz dilekçesi hakkında bile, “mahkemeye saygısızlık”tan dava açılması istendi.
* * *
İktidarlar muhalif basından hoşlanmaz. Faşist diktatörlük koşullarında bu toplu tutuklama ve katletmeye kadar gider. Bundan burjuva gazeteci ve yazarlar da payını alırlar. Faşizme karşı mücadelede bu “geçici yol arkadaşları” ile yollar kesişebilir. Bunu doğru bir şekilde değerlendirmek, faşizme karşı mücadeleyi zaferle taçlandırmak için gereklilikten öte bir zorunluluktur.