Kürdistan’da aylardır süren faşist abluka, sokağa çıkma yasakları, katliamlarla sürüyor. Polis ve özel harekatçılarla başlayan ablukaya, askerler de katıldı. Kürt il ve ilçeleri onbinlerce askerle çevrildi. Sokaklara tanklar girdi, halkın üzerine toplarla saldırıya geçtiler.
24 Temmuz’da savaş uçaklarının Kandil’i bombalamasıyla başlayan yeni savaş konsepti, doğrudan halka yönelmiş durumda. Neredeyse her gün, içinde kadın ve çocukların olduğu ölümler yaşanıyor. Son iki ay içinde 50’den fazla çocuğun öldüğü söyleniyor. Toplamda kaç kişinin öldüğü bile bilinmiyor. Yaklaşık 800 bin kişi ise, evini-mahallesini terk etti, daha doğrusu göçe zorlandı. Sokağa çıkma yasağının gün ve saatini önceden bildirip, o saate kadar halkın bölgeden çıkmasını istediler. Geride kalanları “terörist” diye damgalayıp katletmenin zeminini oluşturdular böylece.
Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenlere bir mesaj göndererek, kendi illerine dönmelerini istedi. Her işgalci devletin büyük bir saldırı başlatmadan önce “kendi vatandaşları”nı çağırması gibi, memurlarını çağırdılar. Zaten bir çoğu daha önceden ya istifa ederek ya izin alarak bölgeden ayrılmışlardı. Boşalan okulları da asker ve polis karargahı haline getirdiler. Keza Sağlık Bakanlığı, abluka altında görev yapan sınırlı sayıdaki doktor ve hemşirenin bir hafta boyunca hastanede kalmasını ve dönüşümlü görev yapmalarını istedi. Hastaneler tanklarla sarıldı. Halk yaralılarını dahi hastanelere götüremesin diye…
Bütün bu hazırlıklar, öncekilerden çok daha büyük bir saldırı olacağını, çok daha fazla insanın katledileceğini gösteriyordu. Öyle ki, başında ondört generalin bulunduğu on bin kişilik ordudan söz ediliyor. Saldırı öncesi Genelkurmay Başkanı bu orduyu ziyaret ediyor. Başbakanı, cumhurbaşkanı, “sonuna kadar gideceğiz”, “son terörist kalana kadar temizleyeceğiz”, “hepsini süpüreceğiz” naraları atıyorlar.
Buna bir savaş denmez de ne denir?
Bu bir iç savaştır
“İç savaş” denilince, farklı etnik kimlikler ve mezhepler arasında bir savaş düşünülüyor. Yıllardır bölgemizde böyle “iç savaş”ların yaşanıyor olması, bu düşünceyi koşulladı. Oysa proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü “sınıf savaşı” da bir iç savaştır; ezilen halkların sömürgeci güçlere karşı savaşı da…
Farklı etnik ve mezhepsel ayrılıkları körükleyerek birbirine düşürme şeklinde cereyan eden “iç savaşlar” emperyalistlerin ve işbirlikçilerin kendi çıkarları için bilinçli bir şekilde kışkırttıkları “gerici” savaşlardır. İşçi ve emekçilerin, ezilen halkların burjuvaziye ve tüm gericiliğe karşı savaşı ise (ulusal kurtuluş savaşları da buna dahildir), “haklı” ve “ilerici-devrimci” savaşlardır. Her ikisinin de “iç savaş” olması, bu çok önemli farkı asla silikleştirmemelidir.
Dünyada ilk proleter devrim olan 1917 Ekim Devrimi, Lenin’in “emperyalist savaşı, iç savaşa çevir” şiarı ile gerçekleşti. Cepheye sürülen askerlere, “cephede kardeşleşme” ve “silahları kendi burjuvazine çevir” çağrıları yapıldı. Bunların yaşam bulması ile devrim zafere ulaştı.
Dolayısıyla her “iç savaş” aynı değildir ve farklı ele almak gerekir. Örneğin 12 Eylül öncesi yükselen halk hareketini bastırmak için devletin ortaya sürdüğü sivil faşistlerle, devrimcilerin önderliğinde halkın mücadelesi de bir “iç savaş” boyutuna tırmanmıştı. Bu savaş, devrimci bir nitelik taşıdığı için önce “sıkıyönetim” ilan edildi, o da kar etmeyince faşist cunta işbaşına getirildi.
Ne var ki uzun yıllar sadece ülkemizde değil, dünya ölçeğinde de “devrimci iç savaş”lar pek yaşanmıyor. Elbette mücadele sürüyor, kimi zaman ayaklanmalar biçimine bürünüyor, ancak iktidarı zorlayan bir “iç savaş” boyutuna ulaşmıyor. Baskın olan, etnik-mezhepsel gerici iç savaşlardır. ‘70’li yıllarda bunun adı “Lübnanlaşma”ydı. ‘90’larda “Balkanlaşma”, bugün ise “Suriyelileşme” deniyor. Yani halkların birbirine kırdırılması…
Bugün Kürdistan’da yaşanan böyle bir savaş değildir. Kürt halkının kendi kendini yönetme istemine karşı, Türk devletinin, bu haklı talebi tankla-topla bastırma girişimidir. Esasında TC kurulduğundan beri, Kürt halkı şu ya da bu biçimde baskı altına alınmış, asimilasyona uğramış, katledilmiştir. Kürt isyanlarının patlak verdiği dönemlerde ise, üzerlerine savaş uçakları, tanklar sürülmüş, bombalar yağdırılmıştır.
Şimdi de öyle bir dönemden geçiyoruz. Bunu ‘90’lara benzetmek çok hafif kalır. Son aylarda sıkça “90’lara mı dönüyoruz” sözünü duymuş ve bu klişenin yanlış olduğunu belirtmiştik. ‘90’larla günümüzün koşulları arasındaki fark bir yana (emperyalist savaş gibi dünyayı ve ülkeyi sarsan koşullar sözkonusudur) devlet şiddetinin boyutu ve buna karşı direnişin gücü de ‘90’larla kıyaslanmayacak düzeydedir. Son gelişmeler, bunu bir kez daha çok açık biçimde ortaya koydu.
Savaşın iki yüzü
Sokağa çıkma yasağı ilan edilen mahallelerin son halini gösteren fotoğraflar bile, bölgede bir savaşın yaşandığını resmediyor. Yüzlerce mermi ile delinmiş duvarlar, top atışları ile yıkılmış evler, kurşun ve gaz kapsülleri ile dolu sokaklar, sokak aralarına gerilmiş perdeler, kum torbaları, yer yer kazılmış çukurlar…
Bu görüntülerin Suriye’den, Filistin’den hiç bir farkı olmadığını, objektif bakan her göz görüyor. Gözü dönmüş şoven-faşistler ve AKP yalakaları dışında herkes, devletin Kürt halkına karşı savaş açtığını, halkın vahşice katledildiğini kabul ediyor.
Temmuz ayından bu yana adım adım tırmanan bir savaş var. Ve bu savaş, dağlarda, kırsal kesimde değil, artık şehirlerde, kent merkezlerinde yaşanıyor. Sadece gerillayı değil, bütün bir halkı hedef alıyor. Köy boşaltmaların yerini ise, mahalle ve ilçe boşaltmaları aldı.
Elbette geçmişi çağrıştıran görüntüler de yaşanıyor. Bir kadın gerillayı cadde ortasında katledip soyarak teşhir etmek, ya da bir Kürt gencini polis aracına bağlayarak sürüklemek gibi, insanlık dışı uygulamalar devam ediyor. Ama bunları çok daha aşan bir saldırganlıkla karşı karşıyayız.
Keskin nişancılar, Alman Nazilerini hatırlatırcasına, insan avlıyorlar. IŞİD kılıklı katiller, sokaklarda terör estiriyor, duvarlara dinci sloganlar yazıyor, halkı aşağılayan hakaret ve küfürler savuruyorlar. Keza Suriye’deki radikal dinci güruhların yaptıkları gibi bölgedeki tarihi eserleri de yakıp yıkıyorlar.
Kendi yasalarına göre “dokunulmaz” olan milletvekillerinin üzerine kurşun yağıyor. Kafalarına nişan alarak gaz bombası sıkıyorlar. Bugüne dek birçok vekil, belediye ve parti eşbaşkanı yaralandı, ölümden dönenler oldu. Her an içlerinden bir ölebilirdi. Zaten Tahir Elçi gibi insan hakları savunucusu olarak tanınmış birini; Diyarbakır’ın baro başkanını herkesin gözü önünde katletmeleri, böyle bir mesajdır. PKK’ye “terör örgütü” demeyen, Kürt halkının direnişini meşru ve haklı gören herkes ölüm tehdidi altındadır.
Fakat madalyonun bir de diğer yüzü var. Savaşın bir yüzü kan, zulüm ve vahşetse; diğer yüzü direniş ve mücadeledir.
Kürt halkı eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde bir bilinç ve örgütlülük düzeyine sahiptir. Halkın politizasyonu artmıştır. Çocuklar bile politikleşmiştir. Bunu bölgeye giden hemen her gazeteci-yazar, gözlemci, ifade etmek zorunda kalıyor.
Yanmış-yıkılmış evlerin önünde, harabeye dönmüş sokaklarda, mutlaka zafer işareti yapan çocuklar görülüyor. Kitle eylemlerinde de onlar hep en öndeler. Ve tabi ki, onları yetiştiren anneleri, kadınlar… Artık cenaze törenlerinde tabutları da onlar omuzluyor. Her daim başları dik ve mağrur… Zılgıtlarıyla, “gürültü eylemleriyle” katilleri çılgına çeviriyorlar. O yüzden en çok da onlar öldürülüyor…
Son saldırılar üzerine bölgeye giden gazetecilerden Hasan Cemal, Silvan Belediyesi Başkanvekili Zuhal Tekiner ile konuşmuş. Onun sözleri, hem Kürt kadınlarının gücünü, hem de direnişin düzeyini gösteriyor. “Daha 9 yaşındaydım, babamın en sevdiği yakın arkadaşı gözümün önünde öldürüldü. Biz böyle büyüdük” diyor Zuhal Tekiner. Dedesi, babası, amcası, hepsi 12 Eylül’de hapse atılmış. Kendisi de iki kez hapse girmiş. Biri 17 yaşındayken, diğeri ise 4 yıl önceki KCK operasyonlarında. Şimdi 35 yaşında. “O kadar çok acı, o kadar çok ölüm yaşadık ki… Bizi acılara, ölümlere o kadar çok alıştırdılar ki, artık üzülemiyoruz, ağlayamıyoruz” diyor ve ekliyor: “Ama mücadele azmimizden de bir şey eksilmiyor.”
Gazetecinin “korkmuyor musunuz” sorusuna verdiği yanıt ise, direnişin bugünkü farkını ortaya koyuyor: “Korku, evet var. Ama ‘90’ların korkusu daha büyüktü. Artık tek başımıza değiliz. Sonuna kadar mücadele edecek gücümüz var.”
Hasan Cemal, gençlerle de sohbet etmiş. Gençlerden biri, “burası Suriye’ye döndü” diyor. Diğeri ise, “Suriye değil, Kobane burası” diyerek düzeltiyor.
Zuhal Tekiner’in sözünü ettiği “mücadele gücü”nde Kobane’nin yeri, hiç şüphesiz başta geliyor. Kürt halkı, Kobane direnişi ve Rojava devrimi ile kendine güvenini daha da arttırdı. Bölgede hüküm süren emperyalist savaşta kilit bir rol oynadıklarının bilincinde olarak, şimdi çok daha kararlı biçimde savaşıyorlar.
“Çözüm süreci” aldatmacası
Kürdistan’da savaşın kısa sürede bu kadar tırmandırılması üzerine, birçok kişi, “şimdi ne oldu da bu hale geldi” diye soruyor. “Çözüm süreci” neden bitti?
AKP hükümeti, işbaşına geldiği günden bu yana “açılım”, “çözüm” vb. adı altında hep Kürt sorununun çözümünden yanaymış gibi göründü. PKK’nin de buna uygun davranması, AKP’nin işini kolaylaştırdı. Her seçim öncesinde “ateşkes” ilan edilerek AKP’ye örtük destekler sunuldu. Yer yer karşılıklı restleşmeler olduysa da, genel olarak AKP hükümetleri dönemi “çözüm”, “barış” söylemleriyle geçti.
Elbette AKP, Kürt halkını çok sevdiği, ya da bu soruna diğer hükümetlerden çok farklı yaklaştığı için böyle olmadı. Yeni bir emperyalist savaşa hazırlanan ABD’nin çıkarları bunu gerektirdiği için, bu yol izlendi. Zaten AKP, ABD’nin Ortadoğu için uygun gördüğü “ılımlı İslam” projesinin bir ürünü olarak işbaşına getirilmişti.
Irak işgali öncesinde Öcalan’ın ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi, bu planın bir parçasıdır. Ortadoğu’daki enerji hattının üzerinde bulunan Kürtlerin işbirliği olmadan ABD’nin Ortadoğu’da egemenliğini arttırması mümkün değildi. Nitekim Irak işgali, Güney Kürdistan’daki işbirlikçiler aracılığıyla gerçekleşti. Fakat ABD’nin Ortadoğu’daki en sadık müttefiki Türkiye’nin Kürtlerle olan sorunu, önemli bir engel oluşturuyordu. Bunu kaldırabilmek için bir yandan PKK’nin tasfiyesi, diğer yandan Güney’deki Kürt işbirlikçileri ile Türk işbirlikçilerinin arasını düzeltmek gerekiyordu.
AKP, bu iki hedefi başaracak en uygun partiydi. İslam kardeşliği üzerinden, ulusal farklılık yerine dinsel birliği öne çıkararak bu sorunu daha kolay çözebilirdi. Tutsak Öcalan üzerinden bu süreci başlattılar. PKK’nin o güne dek savunduğu görüşler, “paradigma değişikliği” adı altında reddedildi. “Bağımsız Kürdistan”dan AB’nin kültürel haklar, yerel özerklik kriterleri noktasına gelindi.
Ne var ki, Türk egemenleri bu küçük hak kırıntılarını bile kabullenmede zorlandılar. Şoven-milliyetçi kesimleri bastıramadılar. Öte yandan ABD’nin önce Irak, ardından Suriye işgalleriyle değişen Ortadoğu’da Kürtlere yeni imkanlar doğdu. Özellikle Suriye’deki gelişmeler, PKK’ye yeniden ve daha güçlü bir şekilde doğrulma olanağı verdi. AKP’nin yüzüne-gözüne bulaştırdığı ve 2009’da “Habur krizi” ile sonlandırmak zorunda kaldığı “Kürt açılımı”, bu defa “çözüm süreci” adıyla yeniden piyasaya sürüldü. Öcalan daha aktif biçimde öne çıkarıldı. Kürt milletvekillerinden oluşan heyetle görüştürüldü. Kandil ile Öcalan arasında görüşme trafiği başladı.
“Çözüm süreci”nin başlangıç tarihi, 2012’nin son günleridir. Milletvekillerinden oluşan heyetin ilk İmralı ziyareti ise, 2013’ün Ocak ayında yapılmıştır. Bu tarih, aynı zamanda Suriye’de PYD’nin bazı bölgelerde hakimiyeti ele geçirdiği zamandır. Dolayısıyla “çözüm süreci” Suriye’deki savaşla doğrudan bağlantılı bir şekilde başlatılmıştır. PYD’yi ABD ve Türkiye güdümlü ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) içine girmeye zorlamak, en önemli hedefti. Öcalan’dan PYD’ye defalarca bu yönde mesajlar gönderildi. Ancak koşullar PYD’nin ÖSO’ya katılmasına olanak vermedi. Çünkü ÖSO, Kürtlerin elde ettiği özerkliği tanımaya yanaşmıyordu. PYD de “üçüncü yol” adını verdiği, Esad rejimine de ABD’nin işbirlikçisi muhaliflere de mesafeli durma politikasını sürdürdü. PYD’nin çıkarları bunu gerektiriyordu çünkü. Kobane direnişi ile PYD, IŞİD’i yenen tek güç olarak büyüyünce, ABD’nin de desteğini alarak hakimiyet alanını genişletti ve Suriye’de, dünya kamuoyunun sempatisini toplayan en önemli örgüt haline geldi.
Erdoğan’ın 7 Haziran seçimleri öncesi “masayı devirmesi” ya da “süreci buzdolabına koyması”nın asıl nedeni, PYD’nin kazandığı başarılar ve Türkiye’nin bu konuda hiç bir şey yapamaz hale gelmesidir.
Dolayısıyla “çözüm süreci”nin “neden bittiği” sorusu, “neden başlamıştı” sorusunun cevabında gizlidir.
Esasında “çözüm süreci” denilen dönemde bile, aralarında kadın ve çocukların olduğu yüzlerce kişi katledildi. Ve güya Kürtlere haklarını verme adına, fiilen kazanılan hakları kırıntı şeklinde sundular. Ne şoven saldırılar kesildi, ne de Kürtlerin temel hakları tanındı.
Özcesi “çözüm süreci” denilen şeyin, Kürt halkını oylayıp aldatan; emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin bölgedeki çıkarları doğrultusunda Kürt hareketini tasfiyeyi amaçlayan bir plan olduğu, daha başından belliydi. Son gelişmeler, bu gerçeği olanca çıplaklığı ile gözler önüne serdi sadece.
Kürt hareketinin tutumu
Kürt hareketi, legal, illegal, yarı-legal birçok kurumu kapsıyor. Elbette asıl güç, PKK ve KCK’dir. Ancak yasal alanda bir çekim merkezi olan ve parlamentoda sayısal bakımdan tarihinin en güçlü dönemini yaşayan HDP’nin tutumu, oldukça önemlidir.
Ne var ki HDP, savaşın başladığı ilk aylarda olayın vehametiyle bağdaşmayan hayırhah bir tutum içinde oldu. Kürt halkı günler süren sokağa çıkma yasakları ve can güvenliği ile karşı karşıya iken, HDP “seçim hükümeti”ne katılıyor ve rutin seçim çalışmalarını yürütüyordu. Cizre’de faşist abluka altında insanlar katledilirken, ancak 6. gün harekete geçebildi.
Bu durum Kürt halkının da tepkisini çekti ve açıkça bunu dile getirdiler. Bazı bölge milletvekili dışında HDP’li vekiller genel olarak hareketsiz kaldılar. Özellikle Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden seçilen milletvekilleri ortada yoktu. Artan tepkiler üzerine, sonrasında bir kısmı gösterilere katılsa da, genel tabloyu değiştiren bir rol oynamadılar.
Sadece Kürt bölgesinde değil, Türkiye genelinde de böyleydi. Faşist-gerici güruhlar HDP binalarına saldırdığı, yakıp yıktığı anda bile, ciddi bir karşı koyuş gerçekleştirmediler. Bu saldırılara karşı direnme yönünde gelen talep ve önerileri reddettiler. Kobane’ye IŞİD saldırısı sırasında yaptıklarının onda birini bile yapmadılar.
Kobane eylemleri sonrasında, devletin Demirtaş başta olmak üzere HDP’nin üzerinde büyük bir baskı kurduğu doğrudur. Ancak onu kıracak bir güç ve iradeyi göstermeleri gerekiyordu. Çünkü halk onları kendi davalarına sahip çıkmaları, seslerini daha geniş kesimlere duyurmaları için seçmişti. Buna uygun bir duruş gösteremedikleri gibi, “Batı’dan hiç ses çıkmıyor” diyerek, sorumluluktan kaçma yolunu tuttular. Hem de Kürt halkını Türkiye’nin diğer halklarına karşı iyice güvensizleştiren, halklar arası mesafeyi açan böyle bir argümanla…
HDP’nin “Batı”dan yakınmaya hakkı var mıdır? Türkiyeli devrimci-demokrat, liberal vb. birçok kesimi bünyesinde toplayan ve Türkiye’nin dört bir yanından oy alan bir parti değil midir HDP? Bu durumda Türkiye’nin “Batı”sını harekete geçirecek olan da kendisi değil miydi? Peki bunun için ne yaptı? Hangi çağrıyı yaptı da “Batı”yı harekete geçiremedi?
KESK gibi büyük bir memur sendikasının merkez, il ve ilçe yönetimlerinin ezici çoğunluğu HDP bileşenlerinin hakimiyetindedir. DİSK’in içinde de büyük oranda HDP veya onu destekleyenler bulunuyor. Bu iki sendika, (TMMOB’la birlikte) ancak Aralık ayının sonunda, yani sokağa çıkma yasakları ve katliamlar ayları bulduktan sonra, “genel grev”e çıkacaklarını bildirmişlerdir. Oysa HDP bu kararın daha erken alınmasını talep edebilirdi.
HDP bu tutumuyla, hem “Batı”da yarattığı beklentiyi, hem de Kürt halkını hüsrana uğratmıştır. Son dönemde bölgeyi ziyaret edenlerin birleştiği noktalardan biri de, Kürt halkının artık HDP’den bahsetmediğidir.
Savaş başladığından bu yana adı en çok duyulan YDG-H’tır. Yani gençlik örgütüdür. Devletin tankı, toması girmesin diye hendekler kazan, sokak başlarına barikat kuran, polis ve askerle çatışan, YDG-H’tır; onunla birlikte direnen milis güçleridir.
Bu süre boyunca PKK ve KCK çatışmaların dışında yönlendirici pozisyonda kaldı. Zaten bu kurumlar adına yapılan açıklamalarda, henüz tüm potansiyellerini ortaya koymadıkları, gerillanın daha devreye girmediği söylendi.
PKK’nin asıl olarak Rojava ve Şengal’e odaklandığı, güçlerini oraya yığdığı biliniyor. Türkiye’nin tam da böyle bir zamanda savaşı yükseltmesi, buralarda yoğunlaşan gerillayı bölüp parçalamak ve gerek Suriye’de, gerekse Irak’ta kendi elini güçlendirme amacını taşıyordu. Bir yandan PKK-PYD’yi güçsüzleştirirken, bir yandan Barzani ile işbirliğini arttırıp Şengal ve Cerablus’ta etkili olmanın yollarını aradılar. Ancak Rus uçağının düşürülmesinin ardından, hem Rusya’dan, hem de İran ve Irak merkezi yönetiminden gördükleri sert tutumlar, bir kez daha heveslerini kursaklarında bıraktı.
PKK’nin içinde bulunduğu durum ve öncelikleri, HDP’nin parlamentarist pasif tutumu, Kürt halkını bu büyük saldırıda yalnız bıraktı. Her ne kadar PKK, Türkiye’nin savaşı tırmandırması durumunda gerillayı da halkın yanına göndereceğini açıklamışsa da, halk aylardır kendi çabasıyla direniyor. Türkiye ve Avrupa’da yapılan eylemler de, bu büyük saldırıya denk düşen çapta olmadı.
Kürt halkı, Rojava’daki zaferin ve Ortadoğu’nun yeni konjonktüründe artan öneminin bilinciyle, her gün şehitler verme pahasına çok büyük bir direniş gösteriyor. Öncesi bir yana son 35 yıldır süren mücadele, devletin yakıp yıkarak bu sorunu çözemeyeceğini gösterdi. Son saldırıların da farklı bir sonuç doğurması beklenemez.
Öcalan faktörü
Öcalan, tutsak alındığı andan itibaren, devletin kritik anlarda devreye soktuğu bir “cankurtaran” oldu. Özellikle AKP hükümetleri döneminde bunun pek çok örneğini yaşadık. PKK’li tutsakların açlık grevinin bitirilmesi, Kobane için yapılan 6-7-8 Ekim eylemlerinin sonlandırılması, seçim arifelerinde “ateşkes” kararları vb… Şimdi de Öcalan’ın devreye girip girmeyeceği konuşuluyor.
Bilindiği gibi Nisan ayından itibaren Öcalan kimseyle görüştürülmüyor. Tabii devlet yetkilileri dışında. Ve onların bilinçli bir şekilde gazetelere sızdırdığı haberlere göre, Öcalan PKK’ye de HDP’ye de tepki gösteriyormuş!
Devletin bu tür haberleri “psikolojik savaş”ın bir yöntemi olarak kullandığı kimse için sır değil. Ancak Öcalan’ın devletin elinde bir koz olarak tutulduğu ve bugüne kadar çokça devreye sokulduğu da bir gerçektir. Öcalan, sözünün bir hükmü olamayacağı zamanlarda görüştürülmüyor; önce ortam düzleniyor, sonra Öcalan’dan bir mektup, bir görüşme ayarlanıyor.
Tam da böyle bir dönemde Cemil Bayık’ın BBC’ye söyledikleri, daha bir önem kazandı. 30 Kasım’da yapılan röportajda Bayık şunları söylüyor:
“Önder Apo orada çarmıkta gerilmiş durumdadır. Sürekli kameralarla izleniyor, sürekli baskı altındadır… Müzakereyi kabul ederlerse eşit ve özgür şartlarda bu müzakereyi yürütür. Pratikten biz sorumluyuz, önder Apo sorumlu değil. Önder Apo’nun İmralı’da yapacağı bir şey yoktur o anlamda… Oradan ne hareketi yürütebilir, ne pratiği, ne de bu konularda herhangi bir karar verebilir.”
Gazetecinin “Pratik bizde’ dediniz… Mesela silahlı güçlerin yurtdışına çekilmesi gibi bir karar ancak buradan mı alınabilir?” sorusuna ise, “Evet, onun kararını ancak biz veririz. Ne HDP ne de önder Apo verebilir” diyor. Gazeteci ısrarlı davranıyor: “Onun öyle bir olası çağrısı olursa?” “Olamaz” diyor Bayık, “Olsa da biz karar veririz. O bizi ilgilendiriyor, çünkü pratiği biz yürütüyoruz!”
Ve devamında artık tek taraflı ateşkes yapmayacaklarını, “karşılıklı ateşkes” olacağını ve bunun da “üçüncü bir gözlemci” denetiminde gerçekleşeceğini belirtiyor.
Cemil Bayık’ın sözleri, son derece net ve keskin. Ne var ki, bugüne dek PKK liderlerinden, sonrasında çiğnenen pekçok söz duyduk. “Dün dündür” pragmatizmini en fazla kullanan örgüt PKK. O yüzden yarın ne olur, Öcalan’ın bir çağrısıyla silahlar susar mı bilinmez. Fakat bugünün değişen koşulları, Bayık’ı böyle konuşturuyor. PKK, Ortadoğu’da süren emperyalist dalaşın, Kürtler açısından yarattığı fırsatları kaçırmak istemiyor. Yakın bir zamana kadar en fazla “özerklik” derken, “özyönetim”le “ikili iktidar” geliştiriyor, hatta yeniden “bağımsız Kürdistan”a dönebileceklerini söylüyor.
Ortadoğu’daki savaş dengeleri değiştirdi
PKK bir kez daha “paradigma” değişikliği ile karşı karşıyadır. Ortadoğu’daki savaşın yarattığı yeni koşullar, PKK’nin görüşlerini ve duruşunu değiştirmeye başlamıştır. Öte yandan Suriye’deki çıkarları, Rusya ile yakınlaşmayı da getirebilir. Onun sinyalleri verilmeye başlandı bile.
Demirtaş’ın Rusya ziyareti -hem de Türkiye ile kanlı bıçaklı olduğu bir dönemde- ve Rus Dışişleri Bakanı ile görüşmesi, bu açıdan önemlidir. Zaten Rusya PYD’ye açık çek vermişti. Suriye’de “terörist örgüt” demediği, masaya oturmasını istediği tek örgüt PYD. Dahası, Türkiye’nin Suriye’deki dinci gruplara yardım gönderdiği tek kanal olan Azez’i, kendisinin havadan, PYD’nin ise karadan hareketiyle ele geçirilebileceğini söyledi.
Bu teklifi PYD’nin kabul etmesi durumunda, şu anda birbirinden kopuk olan Afrin ve Kobane kantonları birleşecek ve Türkiye-Suriye sınırı tamamen Kürtlerin eline geçmiş olacak. Rusya’dan böyle bir teşvik var iken; ABD, Türkiye ile ilişkilerini bozmamak için PYD’nin Azez’e ilerlemesini durduruyor. Bu durumda PYD’nin çıkarları, Rusya ile çakışıyor. Ancak öncesinde ABD ve AB ülkeleriyle kurdukları ilişkiler, PKK’nin eskiye dayanan ABD ile ilişkisi, bu durumu zorluyor.
Kürt hareketi bu açıdan da bir yol ayrımında. “Hem ABD, hem Rusya” diyerek, gelinen aşamada daha fazla gidilemeyeceği açıktır. Elbette en doğru yaklaşım, “ne ABD ne Rusya”dır, kendi gücüne dayanan bağımsız bir politika izlemektir. Ancak PKK’nin bugüne dek “emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanma” adına, onlarla uzlaşan bir çizgi izlediğini biliyoruz. Bu durumda “ya ABD, ya Rusya” diyerek emperyalist güçlerden birini tercih edecektir; ya da kendi içinde Rus ve Amerikan yanlıları şeklinde bir bölünme yaşayacaktır.
PYD, Öcalan’dan gelen mesajlara rağmen Esad rejimini doğrudan karşısına almadı ve radikal dinci gruplarla birlikte davranmadı. Şimdi de ABD yerine Rusya ile birlikte hareket edebilir. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’da, her parçadaki Kürtler farklı politikalar izleyebilirler. Her ülkenin sosyo-ekonomik durumu, sınıfsal yapısı, tarihi, yönetim şekli vb. farklıdır çünkü.
Türkiye, tutsak Öcalan ile sadece PKK üzerinde değil, bölgedeki Kürtler üzerinde bir tahakküm kurmaya yeltendi. Körfez savaşında Özal’ın “bir koyup üç almak” hayali gibi, AKP hükümeti de Öcalan aracılığıyla Suriye’deki Kürtleri yönetebileceğini ve bölgede söz sahibi olabileceğini sandı. Zaten Türkiye’nin “Musul-Kerkük’ü “misak-ı milli” içinde görmesi, Lozan’da yapılan “tarihi haksızlığı” giderme arzusu hiç bitmiyor! Buna son 10 yılda AKP’nin “Yeni Osmanlıcılığı” da eklendi. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü her yere uzanma, “Müslüman dünya”nın hamisi kesilme gibi bir havaya girildi. Ancak emperyalist ağababaların kapıştığı kurtlar sofrasında Türkiye’ye kırıntı bile düşmeyeceği dün de bugün de görüldü. Buna rağmen bu hayali görmekten vazgeçmiyorlar. En azından bu milliyetçi-şoven propagandayı hep canlı tutuyorlar.
Türkiye’nin Ortadoğu’da belirleyici olma şansı yoktur. En fazla ABD’nin taşeronu olarak bir şeyler yapabilir. Fakat Türk egemenlerinin Kürt fobisi, ABD’nin bölgedeki planlarıyla da her zaman uyuşmadı. Barzani ile ilişkileri düzeltmek nispeten daha kolaydı. Ne de olsa kendi sınırları dışındaydı. Ancak içeride PKK ile bunu başarmak o kadar kolay değildi.
“Açılım”, “çözüm” diyerek birkaç kırıntıyla halledebileceklerini sandılar, fakat bölgedeki emperyalist savaş, herşeyi değiştirdi. Onun içindir ki, şimdi yeniden savaşı yükselttiler. Hem de eskisinden çok daha şiddetli biçimde. Rojava ile birlikte kendine güveni artan ve talepleri büyüyen Kürt halkını yıldırıp, Kürt hareketini zayıflatarak, masaya eli güçlenmiş bir şekilde oturma arzusuyla…
* * *
Türkiye’nin planları ne kadar tutar? Bugüne dek tutmadığı görüldü. Hatta “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma” ihtimali yüksek. Ama tüm egemenler gibi, geri adım atmadan önce, şiddeti son raddeye kadar kullanıyor, kullanacak…
Türkiye halkları için asıl tehlike, Irak ve Suriye’de yaşandığı türden bir “iç savaşa” sürüklenmektir. Türk egemenleri, sıkıştıkları noktada bunu da körükleyeceklerdir. Zaten geçtiğimiz aylarda provasını yaptılar. İlk kez, Kürt illerine giden otobüslerin önleri çeteler tarafından durdurulup yakıldı, kimliklerinde doğum yerleri Kürt olan insanlar dövüldü, hatta Kürtçe konuşan bir genç öldürüldü.
Türk-Kürt ve çeşitli milliyetlerden komünist ve devrimcilere düşen görev, egemenlerin kışkırttığı gerici iç savaşa karşı, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı birleşik mücadelesini ve sınıf savaşını yükseltmektir.
Emperyalist savaşlar, ulusal ve sosyal devrimleri de tetikler. Birinci ve ikinci emperyalist savaşta olduğu gibi, yeni emperyalist savaşı da devrimlerle taçlandırmak için, her tür ulusal-mezhepsel ayrışmaya karşı halkların kardeşliği-işçilerin birliğini savunmalıyız. Bu kez devrim ateşini Ortadoğu’dan yükseltmenin tek yolu budur.