11 Eylül 2001’de ABD’de İkiz Kuleler’e ve Pentagon’a düzenlenen uçak saldırısının, yeni bir emperyalist paylaşım savaşının başlangıç noktası olduğunu, o tarihten itibaren yazdığımız bütün yazılarımızda ifade etmiştik. Tarihte hiçbir şeyin tekerrür etmediği gibi, emperyalist paylaşım savaşlarının da birbirinden biçimsel-teknik farklılıklar taşıyacağını, ancak özsel olarak, süreci “3. Emperyalist Paylaşım Savaşı” olarak tanımlamanın en doğru ifade olacağını belirten sayısız yazı yayınladık. (Dergide yayınlanan yazıların yanısıra, Nisan 2002’de yayınlanan Savaş ve Devrimci Duruş, Aralık 2003’te yayınlanan Savaşın Ekonomi Politiği, Kasım 2012’de yayınlanan Kriz, Savaş ve Değişen Dengeler isimli kitaplar, savaşın seyrine, ekonomik ve siyasi altyapısına ilişkin olarak bakılması gereken önemli kaynaklardır.)
Bu yazılarda bugünkü savaşın diğerlerinden farkı olarak belirttiğimiz iki temel unsur vardı: Birincisi, ilk ikisinden farklı olarak, bu defa gelişen ve pazardaki payını artırmak isteyen emperyalist değil; yenilmekte, güç kaybetmekte olan emperyalist (ABD) savaşı başlatan taraf olmuştu. ABD bu politikasını “önleyici vuruş konsepti” olarak teorize etmişti. İkincisi, yine ilk iki savaştan farklı olarak, bu defa “hazırlık savaşları” daha zamana yayılmış olarak ve daha sancılı gerçekleşmekteydi. Afganistan, Irak, Gürcistan, Libya, Ukrayna, Suriye gibi ülkelerde, birbiriyle bağlantılı olarak gerçekleştirilen hazırlık savaşları, ABD’nin planlarına uymamış, ABD için zaferler getirmek bir yana, her savaşta biraz daha güç kaybetmesine neden olmuştu.
Savaşın bu sancılı ilerleyişi, siyasal arenada “Yeni Emperyalist Savaş” tespitimize itirazları da beraberinde getiriyor, herbirinin birbirinden bağımsız, “bölgesel savaşlar” olduğu tezlerinin ortalıkta uçuşmasına neden oluyordu. Oysa tıpkı ABD’nin Ukrayna’daki savaşı Rusya’yı oyalamak ve Suriye’den uzak tutmak için alevlendirilmesi ve Ukrayna’da Kırım’ı ilhak ederek siyasal gücünü artıran Rusya’nın, Suriye’ye daha aktif yönelmesi gibi; bütün bu saydığımız savaşlar, birbiriyle bağlantılı biçimde, 3. Emperyalist Savaş’ın ön aşamalarını oluşturuyordu.
Son aylarda KCK yöneticilerinden Papa’ya kadar uzanan çok geniş bir kesim, yaşananların “3. Dünya Savaşı” olduğu gerçeğini söylemeye başladılar. Ve “3. Dünya Savaşı” diyenlerin önemli bir kısmı, başlangıç tarihi olarak ABD’nin 11 Eylül’ünü işaret etti. Ancak 2001’de başladıklarını kabul etmek zorunda kaldıkları savaşa ilişkin, bugüne kadar böyle bir değerlendirme yapmadıklarını, savaşa ilişkin gerçeği ancak bugün görmeye başladıklarını özellikle belirtmek gerekiyor.
Şimdi hemen herkesin “3. Dünya Savaşı”ndan sözetmesinin, yani “gözlerin açılması”nın asıl sebebi ise, 30 Eylül’de Rusya’nın Suriye savaşına doğrudan müdahalesi oldu. Ve 30 Eylül’den bu yana, savaşın seyri hız kazandı, taraflar kendilerini daha açık ortaya koymaya başladılar.
Herkes kendi safına
30 Eylül’de Rus uçakları IŞİD’i bombalamaya başladığında, ABD ile Rusya’nın safları netleşmeye başladı. O güne kadar ortada duruyor, taraf olmuyor gibi görünen ülkeler de bu saflarda hızla yerini aldı.
İlk hamleler, Rusya cephesinden geldi. Zaten IŞİD’e saldırarak Suriye savaşının rotasını değiştiren hamleyi yaptığı için, böyle olması doğaldı da. Bombardımanın başlamasının ardından, Irak, İran ve Suriye’nin katıldığı 4’lü bir koordinasyonun kurulduğunu duyurdu. Bu koordinasyon “IŞİD’e karşı mücadele” hedefini taşıyan, askeri ve siyasal işbirliğini öngören stratejik bir ittifak olarak tanımlanmıştı. Irak hükümetinin, İran’la doğrudan ilişkide olduğu, Rusya ve Çin ile de bağlarının olduğu elbette biliniyordu; ancak 13 yıldır ABD işgali altında olan bir ülkenin, Rusya ile “stratejik ittifak” içine girmesi, ABD emperyalizminin güç kaybını gösteren, oldukça çarpıcı bir darbeydi.
Aynı günlerde, Çin Akdeniz’e savaş gemisi göndereceğini açıkladı. Bazı haber sitelerine göre, gemi çoktan Süveyş Kanalı’nı aşmış, Doğu Akdeniz’e ulaşmıştı. Çin bugüne kadar genellikle perde gerisinde durmuş, kritik aşamalarda kendisini göstermişti. Mesela BM-GK’nın Suriye için aldığı kararları, Rusya ile birlikte 4 kere veto etmişti. Keza İran’a doğrudan askeri ve ekonomik yardım yaptığı, Suriye hükümetine destek verdiği de biliniyordu. Ve İran, Suriye topraklarındaki silahlı birlikleriyle, son derece önemli generalleriyle, savaşın başından itibaren IŞİD’e karşı Esad’ın yanında yer alıyordu. Çin, İran’ın arkasındaki güç olarak, bu savaşın doğrudan taraflarından birisiydi. Ancak savaş gemisi göndererek ve gemideki füzelerle IŞİD mevzilerini vuracağını açıklayarak, ilk defa kendisini bu kadar açıktan ortaya koyuyordu. Elbette Çin’in bu tutumu, Rusya’nın 3 ülkeyi katarak kurduğu ittifakla birlikte, ABD karşıtı cepheyi netleştiriyordu.
Çin ve Rusya ekseninde oluşan bu ittifaka, İran ve Rusya’dan doğrudan yardım alarak, Suudi Arabistan’ın devasa askeri gücü karşısında yenilmeyen, hatta Arabistan’daki askeri üsleri ele geçirmeyi başaran Yemen’deki Husi hükümetini de ekleyebiliriz. Keza, Lübnan Hizbullahı’nın uzunca bir süredir Esad’a destek vererek IŞİD’e karşı savaşması, Lübnan’ı da bu ittifaka yaklaştırıyor.
Böylece “Avrasyacılar”, Suriye savaşına ağırlıklarını koymaya başladılar.
Diğer tarafta ise, ABD’nin müttefikleri daha fazla belirginleşmeye, öne çıkmaya başladı.
13 Kasım günü Paris’te gerçekleştirilen ve 129 kişinin ölümüne neden olan IŞİD saldırısı, Fransa’nın savaşa dahil olmasını kolaylaştırdı. Fransa’da Hollande hükümeti uzun zamandır Suriye’ye girmek için uygun zemin arıyordu; ancak gerek Fransız halkının savaş karşıtı tepkisi, gerekse uluslararası meşruiyet sorunu, buna izin vermiyordu. Fransız halkının yaşam ve eğlence alanlarına düzenlenen saldırının pervasız vahşeti, kitlelerde öylesine büyük bir dehşet ve korku yarattı ki, Cumhurbaşkanı Hollande’ın attığı savaş çığlıkları, kitlelerin tepkisini değil, desteğini aldı. Bu hızla, saldırıdan sonraki birkaç gün içinde Fransız savaş uçakları IŞİD’in “başkenti” Rakka’ya bombardıman düzenledi. Ardından Charles de Gaulle adlı Fransız uçak gemisi, Doğu Akdeniz’e ulaştı. Paris’teki IŞİD saldırıları, Fransa egemenlerine iki yönlü fayda sağlamış oldu: Birincisi, Fransa, Suriye savaşına katılırken halk desteğini arkasına aldı. İkincisi, Fransa’daki bölgesel seçimlerin birinci turunu, ilk defa aşırı sağ görüşlü “Ulusal Cephe”(UC) kazandı. Faşist Marine Le Pen önderliğindeki UC, geleneksel cumhuriyetçi ve ‘sosyalist’ partileri geride bıraktı. Böylece, hükümet ülke içinde baskı ve hak gasplarını artırmak için uygun zemin elde etmiş, IŞİD saldırısının şokunu atlatamayan Fransızları sessizleştirmeyi başarmıştı.
Fransa, Libya’da savaşı başlatan, Libya’ya ilk saldıran ülkedir. Suriye’de Katar-Suudi Arabistan-Türkiye üçlüsünün radikal İslamcı çetelere yaptığı yardımların en güçlü savunucusudur. IŞİD’e en fazla savaşçı gönderen ülkelerden biridir aynı zamanda. Bütün bu unsurlar, Fransa’nın Suriye savaşının içinde olduğunu göstermeye yetiyor. Paris saldırıları bu ilişkiyi açığa çıkardı ve kitlelerin savaş karşıtı tepkilerini azaltmış oldu.
İngiltere, Fransa’da IŞİD saldırısının ardından, Güney Kıbrıs’taki Akrotiri Üssü’nden kalkan jetleriyle Suriye’yi bombalamaya başladı. Bölgeye 16 savaş uçağı daha göndermeyi planlıyor ve İncirlik’i de kullanmak istiyor. Ayrıca, Fransa’ya, Güney Kıbrıs’taki askeri üslerini kullanma izni verdi.
Almanya da, Suriye’deki savaşa katılmak üzere parlamento onayını alan ülkeler arasına girdi. Savaş gemisi ve asker gönderecek olan Almanya, Suriye cangılındaki yerini almış oldu. Belçika, Suriye’ye askeri birlik ve F-16 uçaklarını göndereceğini açıkladı. Kürdistan Federasyonu içinde peşmergeyi eğiterek zaten savaşın bir parçası olan Kanada ise, Akdeniz’e savaş gemisi gönderdi. İngiltere, Belçika, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Hollanda’nın birer gemileri Suriye açıklarında sıralarını bekliyorlar. Onlara ihtiyaç olduğunda savaşa katılmaya hazır durumdalar. Alman ve Danimarka gemileri ise yolda.
Ve tüm bu gelişmeler, asıl olarak Paris bombardımanının ardından gelen birkaç hafta içinde tamamlanmış oldu.
Böylece Avrupa ülkeleri, Rusya karşısında kendilerinin “Batılı”, “Nato’nun bir parçası” ve “ABD yanlısı” yerlerini bir kere daha hatırlatmış oldular.
Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri, bugüne kadar radikal İslamcı çetelere açıktan destek vererek ABD’nin yanında yer aldıklarını zaten gösteriyorlardı. Doğrudan bombardımana katılacaklarını da duyurdular.
Bu arada İsrail, başkent Şam’da Hizbullah liderlerinden Semir Kuntar’ın bulunduğu binayı vurdu. Hem Hizbullah’ın Suriye’de savaşmakta olan önemli bir kadrosunu öldürmüş oldu, hem de hızlanan savaşta ABD’nin yanında, Suriye hükümetinin karşısında olduğunu gösterdi.
Suudi Arabistan, bu süreçte atağa kalkan bir başka ülkeydi. Bir taraftan Yemen’de doğrudan bir savaş yürütüyor ve Yemen’deki küçük bir alana diz çöktüremiyor olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Diğer taraftan, Suriye savaşında İslamcı çetelere olan desteğini hiç kesmiyor. Rusya’nın savaşa girmesi Suriye’deki dengeleri değiştirince, Arabistan da yeni bir hamle yaptı. Riyad’da gerçekleştirdiği bir toplantıya radikal İslamcı çeteleri çağırarak bir “muhalefet temsilciliği” örgütlemeye çalıştı.
Yine Suudi Arabistan’ın kurduğunu iddia ettiği “Teröre karşı İslami Cephe” adlı ordu da, benzer biçimde safları netleştirme adımlarından biridir. Öyle bir ordu ki bu, hangi toplantıda konuşulup nerede kurulduğu bile belli değil! Malezya ve Pakistan gibi bazı ülkelerin de bu ordu içinde yer aldıkları duyuruldu, ama bu ülkelerin kendileri haberdar değildi. “Teröre karşı” olduğunu iddia eden bu ordunun, hangi örgütleri “terörist” olarak tanımladığı da belli değil! Bir ülkenin destek verdiği örgüt, başka bir ülkenin “terör listesi”nde görülüyor. Yani ne olduğu, olup olmadığı bile belirsiz bir duyuruydu sözkonusu olan. AKP büyük bir istekle bunun üzerine atladı, ancak sonrasında Suudi Arabistan bile, altı bu kadar boş olan konunun devamını getiremedi. Zaten asıl amaç “teröre karşı” bir ordu kurmak değil, ABD’nin, Suudların ve AKP’nin uzun zamandır hayali olan bir “Sünni cephe” kurmaktı. O da başarılamadı.
Diğer taraftan, ABD başka bir bölgede daha ortalığı karıştırmış durumda. Ermenistan ile Azerbaycan arasında savaş konusu olan Karabağ’da çatışmalar hız kazandı. Ermenistan ile Rusya arasında hava savunma sistemleri anlaşması imzalanmasının ve Rusya’nın Ermenistan’a savaş ve nakliye helikopteri göndermesinin ardından, ABD Azerbaycan’ı harekete geçirdi. Ermenistan Savunma Bakanlığı Karabağ’da artık ateşkesten sözedilemeyeceğini, Azerbaycan ile savaş halinde olduklarını açıkladı.
Türkiye’nin yalpalamaları
AKP’nin Ortadoğu politikası ise, son iki ayda önemli dalgalanmalar geçirdi. Önce 24 Kasım’da Rus uçağını, “Türkiye sınırını ihlal” ettiği gerekçesiyle düşürdü. Uluslararası hukuk kurallarına aykırı biçimde düşürülen Rus uçağı, Rusya’nın büyük tepkisini aldı. AKP hükümeti, Rusya’nın tepkisi karşısında sürekli söylem değiştirdi. En son, “Rus uçağı olduğunu bilseydik düşürmezdik” gibi belirsiz ve anlamsız bir açıklama ile iyice komik duruma düştüler.
Gerçekte ise, Rus uçağının düşürülmesinin önceden ABD ile birlikte planlandığı ve sadece fırsat kollandığı ortaya çıktı. Rusya’nın, Bayırbucak bölgesinde yuvalanmış İslamcı çeteleri imha etmeye başlamasının ardından, 22 Kasım günü gerçekleştirilen bir toplantıda, Rus uçağını düşürme kararı alınmıştı. Bazı kaynaklar, Rusya’nın yeni geliştirdiği radar teknolojisini almak isteyen ABD’nin, bu tezgahı kurduğunu, bölgede önceden konuşlandırılan CIA ajanlarının, Rus helikopteri yardıma gelmeden önce uçağa ulaşarak bu yeni teknolojiyi ele geçirdiğini söylüyor. Bu bilgiler, Türkiye’nin bu büyük, aynı zamanda hiçbir mantığa sığmayan adımını da açıklamaya yetiyor.
Ancak Rusya’nın çok sert tepki göstermesi, turizmden vize muafiyetinin kaldırılmasına kadar pekçok alanda ekonomik yaptırımları derhal devreye sokması, AKP hükümetinin paniklemesine neden oldu. Dahası, Rusya’nın karşılık vereceği korkusu, Türkiye’nin Suriye’nin içine dönük uçuş ve bombardımanlarını durdurmasına neden oldu. Rus uçağı Bayırbucak bölgesindeki uçuşlarını operasyonlarını artırdı, bölgedeki cihatçıları ezdi; Türkiye ise kendi uçağının düşürüleceği korkusuyla, bir daha Suriye hava sahasına giremez oldu.
Suriye’de mevzi kaybetmesi, Türkiye’nin yüzünü Musul’a dönmesine neden oldu. Türkiye 4 Aralık günü, Musul’daki Başika kampına asker gönderdiğini açıkladı. Bu karar bir anda Irak-Türkiye ilişkilerinde infial yarattı. AKP hükümeti, iki buçuk yıldır Başika’daki kampta, “eğitim amaçlı” olarak asker bulundurduğunu, bu askeri yardımı, eski Musul valisi Nuceyfi’nin talebiyle gönderdiğini, şimdi ise sadece takviye yapıldığını iddia etti. 80 olan asker sayısını 600’e çıkarmıştı. Oysa, ortada ne Musul’u IŞİD’e teslim eden eski vali vardı, ne de Irak merkezi hükümetinin haberi ve onayı…
Irak hükümeti, tepkisini hızla tırmandırdı. Türkiye’yi işgalcilikle suçlayarak, Başika’daki askerlerini derhal geri çekmesini istedi. Hatta, Musul’daki Türk askerlerine müdahale etmesi için Rusya’dan yardım isteyeceğini açıkladı. Ardından Şii lider Sistani, Türkiye’nin derhal geri çekilmesini söyledi.
Irak hükümeti ile ilişkilerinin daha fazla bozulmasını istemeyen ABD, Türk askerinin geri çekilmesini istedi. AKP hükümeti de askerleri geri çekmek zorunda kaldı.
Bu son gelişmelerle Türkiye, hem Suriye’de hem de Irak’ta uluslararası meşruiyetini kaybetmesine neden olan yanlış adımlar atmış, sonrasında da geri çekilmek zorunda kalmış oldu. Suriye’de “Bayırbucak Türkmenleri” yaygarası altında, İslamcı çetelerin Akdeniz’e bir kapı açma çabasına destek çıkıyordu. Rus uçağının düşürülmesinin ardından Rusya öylesine bastırdı ki, bölge bugün büyük oranda Suriye hükümetinin denetimi altına girmiş durumda. Cerablus-Mare hattında, kendi kontrolü altında bir güvenli bölge oluşturulmasını istiyordu; Rusya ve Suriye ordusunun çarpışmaları giderek güçleniyor, güvenli bölgeyi Rusya oluşturuyor. Bu koşullarda Musul’a el atmaya çalıştı: Kürtler ile merkezi hükümet arasında tartışmalı bir bölge olan Musul’a yerleşmeye, Musul’un kurtarılması planından sonra da Musul üzerinde hak iddia etmeye heveslendi; ancak Irak hükümetinin şiddetli tepkisi, ABD’nin müdahale etmesine ve Türkiye’yi geri çekilmeye zorlamasına neden oldu.
Üstelik bu süreçte, Rusya’nın açıkladığı belgelerle Türkiye’nin iki önemli savaş suçu işlediği de ortaya çıktı. Birincisi, IŞİD’in sarin gazı kullandığı biliniyordu; bu gazın Türkiye’den IŞİD’e gönderildiği kanıtlandı. İkincisi, Türkiye ile IŞİD arasında petrol ticareti yapıldığı, Erdoğan ailesinin de bu ticaretin başında olduğuna dair belgeler dünya kamuoyuna sunuldu.
Bu üstüste darbelerle güç ve etkinliği, uluslararası kamuoyu nezdinde inandırıcılığı giderek azalan Türkiye, kendisine iki yeni “müttefik” buldu. Birincisi, bir süredir devam eden Barzani-AKP dostluğu ve ilişkisi hız kazandı. Kürdistan ile Türkiye arasında üstüste gerçekleştirilen ziyaret ve görüşmelerde, Irak merkezi hükümetinin ve BM’nin kararlarına aykırı biçimde petrol ticaretinin konuşulduğu biliniyor. Ancak buna ek olarak, “Musul’un kurtarılması” sırasında izlenecek politikadan PKK ve PYD’ye karşı “mücadele”ye kadar pekçok konuda işbirliği gerçekleştiriliyor.
İkinci “müttefik” arayışı ise, İsrail ile yapılan görüşmelerle kendisini ortaya koydu. Tarihi boyunca kamuoyu önünde söylenen sözlerini hep yutmak zorunda kalmış olan AKP hükümeti, ünlü “van munit” çıkışını geri aldı, İsrail’in “dost” olduğunu ileri sürdü. Mavi Marmara fiyaskosunun ardından kesildiği iddia edilen, gerçekte ise tüm hızıyla devam eden ilişkiler, böylece gün yüzüne çıkmış oldu.
İsrail ile “dostluk”un yeniden ilan edilmesi, yukarıda anlattığımız savaşın keskinleşmesi ve safların netleşmesi sürecinin de bir parçasıdır. ABD emperyalizmi, işbirlikçilerinin, iç sorunlarını gidererek, Rusya’nın karşısına blok halde çıkmasını istemektedir çünkü.
Rusya ve Esad güçleniyor
Rusya’nın savaşa girmesinin ardından yaşanan tüm gelişmeler, Rusya’nın etkinliğinin arttığını ve Esad hükümetinin güçlendiğini ortaya koyuyor. Uluslararası toplantılarda alınan kararlar da bu tabloyu pekiştiriyor.
Ekim ayı içinde gerçekleşen, Esad hükümetinin ve Kürt güçlerinin alınmadığı peşpeşe iki Viyana toplantısında, ABD’nin “Esad’sız çözüm” iddiası ortada kaldı. Onun yerine Rusya’nın savunduğu “Suriye’nin laik yapısını ve siyasal birliğini savunmayan tüm güçlerle savaşmak gerektiği” ifadesi sonuç bildirgesinde yer aldı. Bu ifade, Suriye’de PYD dışındaki tüm cihatçı güçlerin dışlanması anlamına geliyor. Üstelik Esad’ın gitmesine ilişkin tek bir cümle bile sonuç bildirgesine geçmedi.
14 Kasım’da Viyana’da gerçekleşen ve 17 ülkenin katıldığı toplantı, bir adım daha ileriye gitti. Buna göre 1 Ocak günü Esad hükümeti “muhaliflerle” görüşmelere başlayacak, 6 ay içinde bir “geçiş hükümeti” (hükümetin içinde Esad’ın olup olmaması ile ilgili bir hüküm yoktu, bu da Esad’ın lehine bir sonuçtu) kurulacak, 2017 haziranında ise seçimler gerçekleştirilerek, “Suriye halkı kendi kaderine karar verecek” deniyordu. Elbette bu seçimlere Esad’ın girmesi ve bugün ülkede kalanların ezici çoğunluğu Esad yanlısı olduğu için yüksek bir oyla seçimleri kazanması kaçınılmaz. Yani 14 Kasım’daki toplantıda Rusya ağırlığını daha fazla koymuş ve Esad’ın gücünü artırmıştı.
Aralık ayı başında, BM-Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesi, 14 Kasım’da gerçekleşen toplantıda çizilen yol haritasını onayladı ve Ocak ayında ateşkesle beraber Suriye hükümeti ile muhalefet arasında görüşmelerin başlamasını kararlaştırdı. ABD’nin de onay vermek zorunda kaldığı bu karar, Rusya’nın stratejisi doğrultusunda bir adım daha atılması anlamına geliyordu.
Bu tablo üzerine ABD, masada elde edemediği üstünlüğü, Suudi Arabistan üzerinden kazanmaya girişti. Suudlar, 9 Aralık günü Riyad’da gerçekleştirdikleri toplantıda, “muhalifleri birleştirmeye” çalıştılar. Ancak bu toplantı kendi içinde handikaplar taşıyordu. Birincisi ve en önemlisi, PYD bu toplantıya çağrılmamıştı. Çünkü asıl amaç, “Suriyeli muhalifleri” değil, “cihatçı çeteleri” birleştirebilmekti. Zaten bu çaba, başarıya da ulaşmadı. Çünkü en etkin cihatçı güçler olan IŞİD ile Nusra, uluslararası kamuoyu nezdinde meşruluklarını kaybettikleri için, ABD’nin isteği üzerine, toplantıya çağrılmamışlardı. Diğer katılanlar ise, “Esad’sız çözüm” dışında ne ortak bir görüşe, ne birlikte hareket etme kabiliyetine sahip olmayan, sahadaki güçleri de son derece sınırlı olan güçlerdi. Bu koşullarda, yaklaşık 100 kişinin katıldığı toplantıdan 15 kişilik bir heyet oluşturma kararı aldılar.
PYD ise, Riyad toplantısına tepki olarak, Haseke’de 103 kişinin katıldığı başka bir toplantı düzenledi; “özgür ve demokratik bir Suriye’nin inşası için” 42 kişilik Demokratik Suriye Meclisi’ni kurdu. Diğer taraftan, Suriye içindeki muhalif gruplardan 15’i de Şam’da alternatif bir toplantı yaptılar.
Elbette Riyad toplantısı “cihatçılar”ı “muhalif”leştirmeye çalışarak, Ocak ayından itibaren başlayacak görüşmelerde yer edinme hedefini taşıyordu. Ancak Esad bu toplantıya katılanların “terörist” olduğunu, onlarla görüşme yapılmayacağını ilan edince, işler bir kere daha karıştı.
Nusra ve IŞİD zaten BM’nin “terör örgütleri” listesinde. Diğer örgütlerin ise “terör örgütü” mü yoksa masaya oturması gereken “muhalif” mi olduğu konusu son derece tartışmalı. Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi ülkeler, Ahrar-uş Şam, Fetih Ordusu gibi, doğrudan destek verdikleri örgütlerin masaya oturmasını istiyor. Rusya ise bunların tümünü “terör örgütü” olarak tanımlıyor. Bu koşullarda, Riyad’ın yaptığı toplantı, ne kadar işe yarayacak henüz belli değil.
IŞİD Suriye’de güç kaybediyor
Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi, Rusya’nın desteğindeki Suriye ordusunun Türkiye sınırına yakın bölgelere saldırılarını güçlendirdi. Kasım ve Aralık ayı boyunca, Rusya birçok noktadan IŞİD’i temizledi. En önemlisi Halep’i kuşatma altına alması ve Cerablus-Mare hattına yaklaşması oldu. Halep’i Rakka’ya ve Halep’i Hama’ya bağlayan otoyolunu ele geçirdi. Ayrıca Halep’in doğusunda 2 yıldır IŞİD’in elinde bulunan Kuveyris hava üssünü geri aldı.
Rusya’nın en fazla hedef aldığı nokta, IŞİD’in petrol tankerleri. Türkiye’ye sevkiyat yapıldığına dair belgeleri basına sunan Rusya, onlarca tankeri de vurdu. Üstelik de bu tankerlerin bir kısmını, MİT’in kalesi sayılan Azez bölgesinde vurarak, Türkiye’ye de bir mesaj vermiş oldu.
Bu arada Rusya, askeri teknolojisinin ne kadar üstün olduğunu da gözler önüne seriyor. Kimi zaman Hazar Denizi’nden, kimi zaman Akdeniz’deki denizaltılardan fırlatılan füzelerle vuruyor IŞİD’i. Üstelik, Suriye’nin bugüne kadar çok isteği, gelişkin özelliklere sahip S-400 füzelerini de, Türkiye’nin uçak düşürmesinin hemen ardından, Suriye’ye verme kararı aldı. Bu füzeler, Suriye ordusunun da savaşma gücünü artırmayı hedefliyor.
Diğer taraftan ABD, Suriye’de IŞİD’e destek vermediğini kanıtlamak için IŞİD’e karşı savaşını artırmak zorunda kaldı. Buradaki savaşın ana gücü PYD. ABD desteğiyle PYD Kobane’nin güneyine inerek, Rakka ile Cerablus hattını bağlayan Tişrin’i ele geçirdi.
ABD’nin en önemli hamlesi ise, Türkiye sınırına duvar örülmesi konusundaki ısrarı oldu. BM-Güvenlik Konseyi, Suriye’de IŞİD ve Nusra başta olmak üzere 163 örgütü, “yokedilecek terör örgütleri” listesine aldı. Bunların hepsi, Türkiye’den doğrudan destek alan, Türkiye sınırını rahatça kullanabilen örgütler. Ve hem ABD, hem de BM’nin açıklamalarında, Türkiye’nin bu örgütlerin sınır geçişlerini “durduramadığı” ifade edildi. Bu koşullarda, Türkiye’nin 911 km’lik güney sınırına beton duvar örmesi kararı alındı. Duvar 3,5 metre yüksekliğinde olacak ve özellikle IŞİD ve Nusra’nın yuvalanmış olduğu, 98 km’lik Cerablus-Mare hattı kapatılacak. Bunun için bölge valiliklerine ödenek gönderildi ve duvarın örülmesine başlandı.
Irak’ı kim kurtaracak!?
Suriye’de bu gelişmeler yaşanırken, Irak’ta da büyük bir emperyalist hesaplaşmanın içine girilmiş durumda. Hatta Irak’ta işler, Suriye’den de karışık bir halde.
Rusya, Irak’ı da içine alan bir ittifak kurdu ve dolaylı biçimde Irak hükümetine her türlü yardımı yapıyor. Yanısıra, çeşitli biçimlerde, IŞİD’le Irak’ta da savaşmak, IŞİD’in elindeki bölgeleri temizlemede Irak hükümetine yardım etmek istediğini ifade ediyor. Ancak Irak hükümeti, henüz böyle bir adıma, Rus ordusunun Irak topraklarında askeri faaliyet yürütmesine kapı açabilecek durumda değil. ABD, bunun önündeki tek engel.
IŞİD’in Suriye’de sürekli mevzi kaybetmesi, Irak’taki kitlelerde bu yönde beklentileri arttırdı. Irak’ta kitlelerin ezici çoğunluğu, IŞİD’in hakimiyet kurduğu yerlerden temizlenmesini, “Irak’ın da kurtarılması”nı istiyor. Özellikle İran tarafından desteklenen Şii milis ve direniş örgütleri, IŞİD vahşetinden kurtulmak isteyen Sünni ve Hristiyan kesimleri de yanlarına alarak, daha kesin sonuçlara ulaşmak istiyor.
Ancak burada doğrudan şu soru devreye giriyor: IŞİD’den bu bölgeleri kim kurtaracak? Çünkü kim “kurtarırsa”, bölge onun egemenliğine girecek; ve sonrasında, federasyon benzeri tartışmalar gündeme geldiğinde, “kurtardığı” bölgeyi kendi alanına dahil edecek. İşin acıklı yanı, bu bölgelerin önemli bir kısmında kayda değer bir IŞİD varlığı yok. Yani hedefli ve planlı bir askeri harekat ile, IŞİD’in kolayca püskürtülmesi ve bölgenin temizlenmesi mümkün. Ancak “kurtarıcı”nın kimliği konusundaki bitmeyen hegemonya hesapları, IŞİD’in varlığını sürdürmesine neden oluyor.
Bu sorun kendisini ilk olarak Şengal’de gösterdi. Şengal merkezinde çok az bir IŞİD varlığı olmasına rağmen, bir buçuk yıldır ona karşı bir savaş verilemedi. Barzani bölgesine dahil olan bu alanda, PYD örgütlenmişti. 2014 Ağustosunda Ezidileri IŞİD kırımından kurtaran PYD, bölgede kalan Ezidileri örgütlemiş ve savaştırmaya başlamıştı. Ve Şengal kurtarıldıktan sonra, Rojava’ya bağlı bir kanton kuracağını ilan edebilirdi. Barzani için büyük bir “tehdit” olan bu durum netleştirilmeden, Şengal’i kurtarmak için kimsenin harekete geçmesine izin verilmedi.
Uzun pazarlıkların ardından Şengal harekatı 12 Kasım’da gerçekleştirildi. ABD uçaklarının hava desteği altında, Kürt güçlerin herbiri (Barzani, PKK, PYD, YBŞ-Şengal Direniş Birlikleri) bölgesinden ilerleyerek ve herbiri ABD’nin komuta merkezi ile doğrudan iletişim kurarak Şengal’e girdiler. Savaşta Kürt güçlerin tümü de aktif rol almıştı, ancak “Şengal zaferi”, sonrasındaki siyasi hesaplar dikkate alınarak Barzani’ye hediye edildi. Şengal ise bu hesapları altüst ederek, Aralık ayının ilk haftasında özerk yönetim ilan etti. Böylece Şengal’de PYD’nin ne kadar güçlü olduğu, Barzani’nin burayı o kadar da kolay yönetemeyeceği ortaya çıktı.
Şengal, IŞİD’in Musul ile Rakka arasındaki doğrudan bağlantısını koparan stratejik bir hat olarak önem taşıyor. Hemen ardından ABD, PYD güçlerini kullanarak Şedade ve Hol kasabalarını da ele geçirdi. Bu kasabalar, IŞİD’in stratejik eğitim ve ikmal alanları ve esirleri tuttukları bölgeler. Ayrıca Rakka’dan Deyr Zor’a inen yolu da kesiyor. Deyr Zor, petrol kuyularının ve su kaynaklarının bulunduğu alan olduğu için, son derece önemli. Hol ve Şedade’nin alınması, IŞİD’in petrol gelirlerine de önemli bir darbe niteliği taşıyor.
Kuzey’de Kürt hareketi ile birlikte Kürdistan’ın sınırları çizilirken, Güney’de Irak ordusu Beyci ve Tikrit’i IŞİD’den temizledi. Tikrit’te ABD’nin hava desteğiyle, Beyci’de ise Şii milislerin (Sünni ve Hıristiyan güçler de birlikte savaşıyor) yardımıyla IŞİD’e karşı savaş yürütüldü. Bu bölgelerin ikisi de stratejik önem taşıyordu. Beyci hem petrol rafinerileri ile IŞİD’i besliyor, hem de Musul’dan Ramadi’ye uzanan yol üzerinde bulunuyor. Beyci’nin alınması, Ramadi’de IŞİD’e saldırılarını sürdüren Irak ordusunu rahatlatan bir unsur oldu. Irak ordusu, Ramadi’de sona yaklaştıklarını, yakında IŞİD’ten tamamen temizleyeceklerini duyurdu.
Güney bölgelerde de ABD ile askeri işbirliği yapılmakla birlikte, tablo Kürdistan’dakinden çok farklı. Öncelikle Şiilerin tartışmasız bir gücü var. 2014 Haziranında IŞİD Musul’un ardından Beyci ve Tikrit’i ele geçirdiğinde, Şii lider Sistani, direniş çağrısı yapmıştı. Bu çağrı Şiilerin toparlanmasını sağladı; Şii milisler IŞİD’i Samarra’da durdurdu ve Bağdat’ı kurtarmış oldu. O günlerde oluşturulan Şii milis gücü Haşd el Şabi, İran’dan doğrudan destek ve eğitim alıyor ve bugün Irak Ordusu ile birlikte güneydeki bölgelerde IŞİD’e karşı mücadelede başrol oynuyor. Dahası, IŞİD’in arkasındaki ABD ve Türkiye desteğine tepki duyan, Telafer’den kaçan Türkmenlerden Musul’dan gelen Sünnilere kadar pekçok kesimi içinde barındırıyor.
Irak’ta en tartışmalı konu ise, Musul’un IŞİD’den temizlenmesi. ABD, Türkiye ve Barzani, Musul’un Sünni aşiretler ve peşmerge tarafından kurtarılması gerektiğini savunuyor. Irak ordusu ise, bu savaşı doğrudan yürütmek istiyor. Musul, işgal öncesinde Sünnilerin elinde olan ancak Kürtlerin hak iddia ettiği bir bölge. Şimdi işgalden kim kurtarırsa onun elinde kalacak. Ve salt bu nedenle, Musul operasyonu ertelendikçe erteleniyor.
Aslında Türkiye, tam da bu nedenle Musul’daki Başika kampına, Barzani ve ABD ile anlaşarak asker göndermişti. Yakında gerçekleşeceğini umduğu Musul operasyonuna doğrudan katılmak, sonrasında bir biçimde buradan hak iddia edebilmek için. Ve yine aynı nedenle, Irak merkezi hükümeti Musul’da Türkiye’nin varlığına çok keskin bir biçimde karşı çıktı ve Türkiye’yi Başika’dan uzaklaştırmayı başardı.
Savaşın seyri değişiyor
ABD’nin Ortadoğu’da kaybettiği savaşın seyrini değiştirmek üzere üretilen IŞİD, artık miadını doldurdu. Hem uluslararası kamuoyu nezdinde teşhir oldu, hem de gerçekleştirdiği katliamlar ve baskılar nedeniyle, başlangıçta kendisini destekleyen Sünni aşiretlerin desteğini de kaybetti. Gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de her geçen gün toprak ve güç kaybediyor, kaybetmeye de devam edecek.
Emperyalistler açısından asıl soru, IŞİD’den sonra nasıl bir düzen kurulacağı ve bu düzenin kimin hegemonyasında gerçekleşeceği.
Suriye’de işler Rusya’nın kontrolü altında ilerliyor. Artık ne “Esad’sız” planlar yapılıyor, ne de “muhalif” adı verilen cihatçı çetelere açıktan destek veriliyor.
Irak’ta ise kargaşa daha büyük. Gelişmeler, Irak hükümetinin giderek ABD’den uzaklaştığını, ABD’nin burada kontrol kurmasının daha da zorlaştığını gösteriyor. Bu koşullarda ABD’nin, 2007 yılında gündeme getirdiği, ama sonrasında daha kötü sonuçları olacağını görerek ertelediği “Irak’ın üçe bölünmesi” formülüne döneceği görülüyor. Bugüne kadar Irak’ta bütün askeri yardımı merkezi hükümet üzerinden gerçekleştirirken, artık Kürdistan bölgesine doğrudan yardım yapma kararı alması buna bir örnek. Keza Musul harekatını Türkiye ve Kürdistan ile birlikte gerçekleştirmeyi dayatması da.
Ancak Irak’ın bölünmesi o kadar kolay bir adım değil, ABD de buna henüz tam hazır değil. Zaten bu nedenle, Irak hükümetinin baskısı sonucu Türkiye’nin Başika’dan çekilmesini istedi. Yine de, merkezi otoritenin fiilen daha da zayıflayacağı adımları da atıyor.
ABD’nin bu hamleleri, Irak hükümetinin Rusya’ya yakınlaşmasına ve “IŞİD’e karşı mücadele” adına Rus askeri varlığının Irak’a yerleşmesine neden olabilir. İran ile zaten doğrudan ilişkisi olan, askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri alenen sürdüren Irak, ülkenin bölünmesi riski ortaya çıktığında, buna engel olmak için İran, Rusya ve Çin’den, doğrudan yardımlar isteyecek ve alacaktır.
Kürt hareketi ise, oldukça önemli bir rol oynuyor. Hangi emperyalistle nasıl bir ilişki kuracakları, savaşın seyri üzerinde de belirleyici olacak. Ortaklaştıkları nokta, Kürt hareketinin birlikte olması, savaş içinde aynı noktada konumlanması. Ancak birincisi bu konumlanmanın hangi Kürt önderliği altında olacağı, ikincisi hangi emperyalistin safında toplanılacağı, bir çözümsüzlük içinde. Barzani ve Öcalan, kaderlerini tümüyle ABD emperyalizmine bağlamış durumda. PYD ve PKK ise, savaşın seyri içinde ABD ile doğrudan işbirliği içindeler, ancak Rusya ile de ilişkilerini giderek artırıyorlar.
Demirtaş’ın 25 Aralık’ta, tam da Türkiye’nin uçak düşürmesi nedeniyle Rusya ile ilişkilerinin koptuğu dönemde gerçekleşen Rusya ziyareti, oldukça önemli mesajlar içeriyordu. Bu ziyaret, hem içeride Kürt halkı üzerinde dizginsiz bir katliam yürüten Türkiye’ye, hem de bu saldırılara göz yuman-izin veren ABD’ye bir meydan okuma anlamına geliyordu.
Rusya zaten bugüne kadar PYD’yi karşısına alan bir tutum izlemedi. Tersine, Suriye’nin geleceğinde Kürt hareketinin önemli bir yeri olacağını, üstelik IŞİD’e ve IŞİD destekçilerine karşı yürüttüğü mücadelede PYD’yi destekleyeceğini ortaya koydu. Bu açıklık, hem PKK hem de PYD açısından önem taşıyor.
Bu koşullar altında, Ortadoğu’daki savaşın geleceği daha karmaşık bir hal alıyor.
Kesin olan unsur ise şu: Rusya’nın doğrudan savaşa girmesi, “vekalet savaşı”nın geride kaldığını ve emperyalistlerin açıktan birbirlerinin karşısına çıktığını gösteriyor. Ve herbiri, kendi saflarını netleştirmeye, kendi işbirlikçilerini daha kesin tutum almaya zorluyor. Herbiri kamuoyu desteğini arkasına alabilmek için, meşruiyet zeminleri oluşturmaya çalışıyor. Akdeniz’deki savaş gemileri, Ortadoğu’daki askeri üsleri vb. ile bölgedeki savaş güçlerini artırıyorlar. Rusya’nın 13, ABD’nin 9 savaş gemisi, Doğu Akdeniz’e boşuna gelmedi.
Tablo, savaşın önümüzdeki süreçte gerilemek bir yana, giderek hız kazanacağını ve yayılacağını gösteriyor. Rusya ve Çin’in bölgede artan ağırlığı karşısında sürekli mevzi kaybeden ABD’nin, yeni hamleler ve yeni politikalarla savaşı tırmandırmaktan başka çaresi yok.
AKP hükümeti, bugüne kadar Ortadoğu’da attığı her adımda hata yaptı, hem bölge ülkelerinin hem de dünya kamuoyunun gözünde teşhir oldu. Ancak bölgedeki hegemonya hayallerinden vazgeçmeye niyeti yok. Bu nedenle yeni kapılar, yeni hamleler üreterek savaşta kendisini daha fazla göstermeye çalışacaktır.
Ve savaş karşıtı kitle hareketi buna engel olmazsa, savaş ülkemizi daha fazla içine alarak büyüyecektir.