Cenazelerle birlikte çürüyen insanlık…

sur-nobeti

‘Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” diyor yazar Albert Camus. Kürdistan’da yaşananlara bakınca, bu söz bile yetersiz kalıyor. Çünkü sadece “nasıl öldükleri” değil, öldükten sonra bile nasıl bir muamele gördükleri, yaşanan vahşeti anlatmaya yetmiyor. Nazi Almanyası’nda görülecek türden bir vahşetle karşı karşıyayız.

Günlerdir Cizre’de bir evin bodrumunda, aralarında yaralıların da olduğu 30 kişinin birer birer ve sonunda hep beraber katledilişlerini izliyoruz. Bir türlü onlara ulaşamayan ambulansları, sağlık ekiplerini duyuyoruz. Sağlık Bakanlığı’nın, en eskisinin 3 yaşında olmasıyla övündüğü 5 bine ulaşan ambulans filosundan bir tanesi bile, ne hikmetse o binaya ulaşamıyor! Bakan, basın toplantısında, binanın kilometrelerce uzağında bekleyen sağlık ekibine telefonla bağlanıp naklen yayın yapıyor. Telefondaki, hemşire olduğu söylenen kadın, binaya her yaklaşma girişimlerinin havan topu ile engellendiğini söylüyor. Bakan da, “bak görüyorsunuz, içerden ateş açıldığı için ambulanslar gidemiyor” diyor, herkesin gözünün içine bakarak. Yalan ve demagojide, yüzsüzce çarpıtmakta sınır yok!

Binadakilerle sürekli irtibat halinde olan HDP Şırnak milletvekili Faysal Sarıyıldız, ambulansların yaklaşmasına polisin ateş açarak izin vermediğini her defasında anlatmasına rağmen, bu yalanları temcit pilavı gibi önümüze sürüyorlar. Sarıyıldız, Seyit Rıza’nın idama giderken söylediği gibi “ben bunların yalanlarıyla baş edemedim” diyor.

“Geçtik ambulansı, sağlık ekiplerini, ailelerine izin versinler, onlar sırtlarına alıp çıkarır çocularını” diyorlar, onlara da izin verilmiyor. Ellerinde bir sopanın üzerine bağladıkları beyaz bir bezle binaya ulaşmak isteyen ailelere yine kurşun yağdırılıyor. Daha önce sokakta bırakılan cenazeleri almak için aralarında Faysal Sarıyıldız’ın da bulunduğu kitleye ateş açıldığı gibi…

Milletvekilleri, İçişleri Bakanlığı binasında açlık grevi yapıyor. Avukatlar AHİM’e başvuruyor. Hepsi kör ve sağır! Demokrasi ve insan hakları şampiyonu Avrupa’dan tık yok! Utanmadan “yeterince delil olmadığı”nı söylüyorlar. Cenazeler orta yerde dururken, bir binada 30 kişi günlerce ambulans beklerken “delil” isteniyor!..

Ve bekleyişin 8. gününde, son telefon görüşmeleri, çığlıklarla kesiliyor. O günden sonra bir daha haber alınamıyor. Günlerdir binanın etrafını kuşatan zebaniler, belli ki içeri girip kurşun yağdırıyorlar.

AKP’si, ABD’si, AB’si, emperyalistler ve işbirlikçileri hep birlikte gerçekleştiriyorlar bu katliamı. Kürt il ve ilçelerinin sokaklarında cenazelerle birlikte insanlık çürüyor…

 

Kirli ve kuralsız savaş

Savaşın da bir hukuku, bir ahlakı vardır. Ülkeler arasında savaşlarda cenazeye saygı gösterilir. Örneğin Çanakkale Savaşı’nda cenazelerin kaldırılıp gömülmesi için, savaşa gün içinde ara verildiği, taa Avusturalya’dan gelen aileye cenazesini vermek için nasıl bir çaba içine girildiği övgüyle anlatılır.

Ama “kirli savaş”ta diğer savaşların kuralları da uygulanmaz. O, kirli ve kuralsız bir savaştır.

Amerika’nın Vietnam işgali sırasında halka karşı yapılan vahşi uygulamalar, “kirli savaş” olarak nitelendirildi. O günden bu yana işgal güçlerinin ezilen halklara karşı yürüttüğü savaş bu şekilde anılıyor. Türk egemenlerinin Kürt halkına karşı vahşi saldırıları da ‘90’lı yıllardan beri “kirli savaş” olarak adlandırılıyor.

Bugün yine kirli savaşın en vahşi uygulamaları ile karşı karşıyayız. ‘90’lı yılları aşan bir şekilde aylarca sokağa çıkma yasakları, tank ve toplarla sokakların zaptedilmesi, bomba ve kurşunlarla evlerin taranması, insanların “keskin nişancılar” tarafından hedef alınarak öldürülmesi, cenazelerin günlerce sokaklarda bırakılıp yakınlarına verilmemesi… 2016 Türkiyesi’nin tablosu budur.

Cenazelerini alabilmek için ailelerin açlık grevi yaptığı belki de ilk ülkeyiz. Diyarbakır’da aileler günlerce açlık grevi yaptılar. Cenazelerini almak için vali ve savcıyla görüştüler. Diyarbakır Valisi, “yapabileceğim tek şey, cenazeyi alacaklara güvenlik güçlerinin ateş etmeyeceğini söylemektir” oldu. Savcı ise, ailelerin içinden ölümlerin olması durumunda devletin sorumlu olmadığına dair bir kağıt imzalatmaya kalktı.

Yani devletin valisi, savcısı, ailelerin can güvenliğini garanti edemiyorlar. Aileler, ölümü göze alarak cenazelerini almaya gittiklerinde, güvenlik timinin başındaki kişinin “Valilik kararı bizi bağlamaz” yanıtıyla karşılaştılar ve cenazelerini alamadılar.

Sadece Diyarbakır’daki aileler değil, sokağa çıkma yasaklarının konduğu her yerde bu sözleri duydular. Cizre’de abluka altındaki binaya ulaşmak isteyen sağlıkçılar da “Bakanlık bizi bağlamaz” duvarıyla karşılaştı. Bu vahşi savaşı yürütenler, kendilerini yasaların ve her tür mevki sahibinin üzerinde gördüklerini ve emirleri onlardan değil, başka yerlerden aldıklarını net biçimde ortaya koyuyorlar. Bu durum, yürütülen savaşın ne denli kirli ve kuralsız olduğunu çok somut biçimde gösteriyor.

 

“Kürde ölmek de yasak”

Diğer yandan fiili duruma yasal kılıflar hazırlama işi de hükümete, bürokratlara düşüyor. Adli Tıp Kurumu Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nde yapılan ani bir değişiklikle, “ailelerin can güvenlikleri olmadığı için morgdan alamadığı cenazelerin, kimsesizler mezarlığına gömülmesi” gibi, son derece insanlıkdışı bir karar çıkartıldı. Yeni yönetmelik maddesine göre, “kimliği tespit edilmiş olsa bile yakınlarının üç gün içinde almadığı cenazeler, belediye veya devlet makamlarına teslim edilip gömülecek”! Sanki aileler cenazelerini kendi istekleriyle almıyormuş gibi…

Cenazesini alamayan bir babanın söylediği gibi “Kürde ölmek de yasak”! Direnen Kürt halkının cenazesinden de korkuyorlar! O cenazenin yüzbinler tarafından sahiplenip törenlerle gömülmesinden büyük bir rahatsızlık duyuyorlar! Yapılacak otopsilerle nasıl öldürüldüklerinin açığa çıkmasından çekiniyorlar!

Ama ne uyguladıkları vahşet, ne yasakları ve yasaları, direnerek şehit düşenleri unutturabilir. 12 Eylül yıllarında olduğu gibi alel-acele “kimsesizler mezarlığı”na gömseler de, aslında halkın kalbine gömüldükleri gerçeğini değiştirebilir. Onlar halkların kurtuluş savaşında yaşarken, onları katleden cellatlar asla affedilmezler! Kalan ömürlerini hep bu korkuyla geçirirler. “Vietnam sendromu” adı verilen bir hastalığın pençesinde kıvranıp dururlar.

 

Ölümü göze alanları kimse yenemez!

Aylardır süren faşist ablukada resmi rakamlara göre, bugüne dek yaklaşık bin kişi öldü. Bunların 59’u çocuk! Ama egemenler kana doymuyor.

Bu vahşi savaşı başlatmadan önce yaptıkları toplantıda 10-15 bin civarında ölü, bir o kadar yaralı olacağı, 200 bin insanın göçeceği belirlenmiş zaten. Adına “çökertme operasyonu” dedikleri bu saldırıyı bir yıl önce MGK toplantısında planlamışlar!

En iyi bildikleri şeyi, öldürmeyi yapıyorlar bir kez daha. Fakat yine kazanamayacakları bir savaşı sürdürüyorlar. Çünkü o hendeklerin ve barikatların arkasındaki gençler, ölümü göze almış durumdalar. Tarih, ölümü yenenleri kimsenin yenemediğini gösteren sayısız örneklerle dolu. Ona bir yenisi daha ekleniyor.

Demokratik Toplum Kongresi DTK’nın eşbaşkanlığını yapan Hatip Dicle, 16 Ocak 2016 tarihinde Hürriyet gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyor: “Ben hendeğin arkasındakilerle görüşen, İmralı Heyeti’nden biriyim… Cizre’deki o gençlerle görüştüğümüzde bize şunu anlattılar: ‘KCK operasyonlarından bu yana Cizre’de genç bırakılmadı. Bizi birkaç yıl cezaevinde tuttular. Çıktık, her şey aynı. Her gün operasyon, yine tutuklama. Biz artık burada öleceğiz, biz artık cezaevine girmek istemiyoruz. Çünkü yaşananların acısını çeken biziz.”

Bu gençlerden bir olan 21 yaşındaki İsa Oran, 9 Eylül Üniversitesi’nde okuyordu. Üniversitede stand açtığı için defalarca gözaltına alındı, hakkında dosyalar açıldı. Üniversiteden ayrıldı ve Diyarbakır’a döndü. Aylarca sokağa çıkma yasağı uygulanan Sur’da ölümüne savaştı. Tıpkı kendisiyle birlikte şehit düşen Mesut ve Ramazan gibi…

Geçtiğimiz aylarda cesedi bir polis aracının arkasında sürüklenen Hacı Birlik gibi, çoğu 90’lı yıllarda çocuktular. Köyleri yakıldı, toprakları hayvanları ellerinden alındı, başka il ve ilçelere göç ettirildiler. Başlarını sokabildikleri bir evin içinde tıkış tıkış yaşamak zorunda bırakıldılar. Çoğu işçi oldu çocuk yaşta. Ya mevsimlik işçi ya da inşaat işçisi olarak en ağır işlerde karın tokluğuna çalıştılar. Burada da ölüm yakalarını bırakmadı. Kimi zaman kamyon kasalarında yollara savruldular, kimi zaman lüks sitelerin, AVM’lerin inşaatlarında düşüp öldüler, sakat kaldılar.

Üstelik bir de devletin yerel idarelerinin baskısı, şoven grupların saldırılarıyla karşı karşıya kaldılar. Kürt ve yoksul oldukları için horlandılar. Buna itiraz ettikleri zaman, polis copuyla, gazıyla karşılaştılar, gözaltına alındılar, tutuklandılar.

İçlerinden daha “şanslı” olan çok az bir kısmı, okuma olanağını da buldu. Tıpkı İsa Oran gibi. Fakat haksızlığa karşı çıktıkları her yerde olduğu gibi, üniversitelerde de baskıyla karşılaştılar. Yaşadıkları sorunların nedenlerini araştırdılar, okudular, tartıştılar. Halkların ayaklanmalarıyla coştular, en çok da Rojava’daki gelişmeler, onları umutlandırdı, kendilerine ve halkına güvenlerini arttırdı.

Şimdi bu gençler savaşıyor hendek başlarında, barikat arkalarında…‘90’lı yılların “taş atan çocukları”dır, elde silah savaşan ve ölenler… Gittikleri yerlerde uğradıkları sömürü ve baskıya başkaldırıdır bu. Yıllar yılı içlerinde biriken öfke ve kinin patlamasıdır. “Biz burada öleceğiz” dedirten kararlılık, bunun eseridir.

Rüzgar eken fırtına biçer! Bugün top ve kurşun sesleri arasında büyüyen çocuklar da, yarın karşılarına birer gerilla olarak dikilecektir. Hacı gibi, İsa gibi…

Böyle gençlere sahip bir halkı “çökertmek” mümkün mü?

Tersten sorarsak; cenazelerden bile korkan, onlara zulmeden, ailelerine küfür ve kurşun yağdıran bir güruhun ve onların arkasındaki kesimin, bu savaşı kazanma şansı var mı?

* * *

Hatip Dicle sözkonusu röportajta Sur’dan duyduğu top seslerini kastederek “O top sesleri gelirken uyumaya utanıyorum” diyor. Sadece Kürt halkının mücadelesinin yanında olanlar değil, insani değerlerini yitirmemiş herkes yaşananlar karşısında gülmeye, yemeye, uyumaya utanıyor! Bu vahşeti durdurmak için birşeyler yapmaya çalışıyor.

Çünkü biliyor ki, bunları görüp de susan, tepki göstermeyen, çürümeye mahkumdur. Sokaklarda çürüyen cesetler değil, insani değerlerdir.

Bir ulusu ezen bir ulus, nasıl özgür olamaz ise; ezilen halklara uygulanan şiddet karşısında susan, görmezden gelen bir halk da çürür ve felakete sürüklenir. Ayşe öğretmeniyle, akademisyenleriyle, işçisi-memuruyla kirli savaşa karşı sessiz kalmayacağını gösteren bu halk, buna izin vermeyecektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Adana’nın Yoldaşcan’ı” METİN AYDIN (1956-1980)

11 Aralık 1980… Metin Aydın, belinde silahı, yanında bir yoldaşı, çalıntı bir araba ile Adana-Kozan …

İEB asgari ücret için eylem yaptı

Asgari ücret için göstermelik toplantıların başladığı 10 Aralık günü, İşçi Emekçi Birliği İstanbul-Tophane’deki Çalışma Müdürlüğü …

Suriye düştü; şimdi yeni bir Ortadoğu

27 Kasım günü HTŞ’nin Halep saldırısı ile başlayan süreç, 10. gününde tamamlandı. 7 Aralık günü …