HDP’nin 2. Olağan Kongresi, 24 Ocak’ta Ankara’da yapıldı. Kongre “olağan”dı fakat olağanüstü günlerin yaşandığı bir dönemde gerçekleşiyordu. Öyle ki, Kongre’yi yönetecek divan başkanı da dahil olmak üzere yüzlerce yöneticisi tutuklanmış, milletvekilleri hakkında soruşturma açılmıştı; dahası partinin kapatılması yeniden gündemdeydi. Kongrenin başladığı saatlerde bile, il binalarına baskınlar ve gözaltılar yaşanıyordu.
Ama hepsinden önemlisi, Kürdistan’da aylardır faşist abluka ve katliamların sürüyor olmasıydı. Kongre, Cizre’de içinde yaralıların da olduğu 30 kadar kişinin bir binada ölüme terk edilmesinin ağırlığı altında toplanmıştı. Cenazelerini almak için annelerin açlık grevi yaptığı, milletvekillerinin bakanlık kapılarında bekletildiği, AHİM’e başvurulardan red cevabı alındığı bir dönemde gerçekleşiyordu.
Bu yüzden bir buçuk yıl önceki 1. Kongre’de yaşanan sevinç ve coşkudan eser yoktu. 2. Kongre’yi izleyenlerin ortak görüşü; coşkunun yerini üzüntünün, umudun yerini kaygının aldığı şeklindeydi. Hatta bunu “karamsarlığa varan bir umut kırılması” olarak tanımlayanlar bile vardı.
Kongre’de yeniden eşbaşkanlığa seçilen Demirtaş’ın bir “travma” olarak nitelediği bu durum ve “bu travmanın bir savrulmaya götürebileceği” uyarısı, Kongre’nin yapılış amacının nedenini de ortaya koyuyordu. Keza konuşmasının sonunda Ahmet Arif’in “öyle yıkma kendini / öyle mahzun, öyle garip” dizeleriyle başlayan şiiri okuması, varolan tabloyu yansıttığı gibi, onu değiştirme çabasını da taşıyordu. Zaten şiirin “yürü üstüne celladın / fırsatçının, işbirlikçi hainin” dizesinin, salonda en fazla alkış alan ve Kongre’yi coşturan tek an olması da, bunu gösteriyordu.
Kongre salonunun girişinde “Halkların buluşmasına hoş geldiniz” pankartı, içine ise “Demokratik siyaset, demokratik özerklik, demokratik cumhuriyet”, “Katıl, harekete geç, değiştir”, “Zindanlar boşalsın, siyasi tutsaklara özgürlük”, “Sosyal güvence, sendika ve grev her emekçinin hakkıdır” ve “Jin jiyan azadi” yazılı pankartlar asılıydı. Paris’te ve Silopi’de katledilen kadınların resimleri başta olmak üzere son dönemde katledilen direnişçilerin resimleri bulunuyordu. Tabii her zaman olduğu gibi Öcalan’ın fotoğrafı ekrana yansıtıldığında alkış koptu. Dünyadan, yaklaşık 40 ülkeden temsilciler gelmişti. Rojava’dan gelmesi beklenen PYD temsilcisi ise, İçişleri Bakanlığı’nın engeliyle katılamadı. Türkiye’den ise ilerici-demokrat birçok kurumun temsilcisi oradaydı.
Son dönemde katledilenler için saygı duruşu ile başlayan kongrede, HDP eşbaşkanları birer konuşma yaptılar. Ardından parti organlarının faaliyet ve mali raporları okundu ve seçimlere geçildi. Eşbaşkanlık için yeni adayların olmadığı kongrede, Demirtaş ve Yüksekdağ yeniden eşbaşkan seçildiler. Fakat Parti Meclisi yüzde 70 oranında değiştirildi. Bu durum, parti tabanının yönetimden duyduğu rahatsızlığı ortaya koyan önemli bir göstergeydi. Zaten bunun emareleri, kongre öncesi yapılan toplantılarda açıkça ortaya konmuştu.
Kongre öncesi hazırlık toplantıları ve itiraflar
Kongre öncesi il ve ilçelerde, semtlerde toplantılar gerçekleşti. Türkiye genelinde 200’e yakın konferansın yapıldığı söyleniyor. Bu konferanslarda tabanın görüş, eleştiri ve önerileri dinlendi. Bunlardan sonuncusu, kongreden bir hafta önce toplanan “genel konferans” oldu. Kongre’deki zaman sorununu aşmayı da amaçlayan genel konferans, tüm HDP’lilere açıktı. Burada ortaklaştırılan noktalar kongreye sunulmak üzere maddeleştirildi. Bunların içinden bazıları şöyle:
“- 7 Haziran sonrası süreci okuyamadık. Rehavete kapıldık ve Kürt illerinde yaşananlar konusunda çıkış yapamadık.
– Barış koşullarına göre hazırlık yapıldığı için bu sert süreci götüremedik, şaşkınlık yaşandı.
– Savaş ve çatışma ortamı siyaset alanını daralttı, HDP buna ayak uyduramadı…
– Halka elimiz yeterince değmiyor. Kitleselleşmeye daha açık bir örgütsel modele ihtiyaç var.
– Eşit temsilde ciddi bir aşınma var. Kadınların etkinliklerine yeterince bütçe ayrılmıyor.
– Özyönetim hem parti tabanına hem batı kamuoyuna yeterince ve zamanında anlatılamadı.
– Kent halkı için mücadele edilen yerlerle yeterince bağ kurulamadı.
– Hükümetin Doğu ve Güneydoğu’daki imha girişimine yeterince karşı konulamadı.
– Parti içi demokrasi tam anlamıyla sağlanmalı. Milletvekillerinden parti için organlardaki her kademeye kadar seçimlerde halkın söz sahibi olması sağlanmalı.
– Sert bir sürece giriliyor. Bu süreci karşılayacak, sorunlara yanıt verecek yeni insanlarla bu süreç götürülmeli.
– MYK ve PM’nin köklü bir yenilenmeye ihtiyacı var. Daha çok koşturan bir PM ve MYK yaratılmalı.” (Ayşe Yıldırım-Cumhuriyet, 21.1.2016)
Bunlar sadece konferansları izleyenlerin ulaştığı sonuçlar değildir. HDP yönetiminde yeralanlar tarafından da benzer tespitler yapılıyor. Örneğin HDP PM içinde yeralan ve HDP’nin Samsun’dan milletvekili adayı olan Alp Altınörs (ki kendisi ESP’li olarak HDP bileşenleri arasındadır) şunları söylüyor: “1 Kasım’da yaşadığımız oy kayıplarının en önemli nedeni, bu saldırı konseptine hazırlıksız yakalanmamızdı; mitinglerimizi iptal ettik, aktif çalışma sahamızı daralttık, sahaya inemedik…. Olağan, barışçıl koşullarda demokratik siyaset yapmaya koşullanmış parti yapımız bu yeni koşulları kaldıramadı.” (Özgür Gündem, 13.1.2016, abç)
7 Haziran seçimleri sonrasında ayakları yerden kesilip “devrim” çığlıkları atanların geldiği noktayı gösteren, itiraf niteliğinde sözlerdir bunlar. HDP’nin misyonunu ortaya koyduğu gibi, devletin bu sorunu çözeceğine kendilerini ne kadar kaptırmış olduklarının göstergesidir.
Bu yöndeki eleştiri ve uyarılara büyük bir şiddetle saldıranlar, şimdi “yeni Amerika keşfetmiş” gibi tespitler yapıyorlar! Ve sanki Suruç katliamı ve sonrası gerçekleşen “saldırı konsepti” 7 Haziran’dan yıllar sonra gerçekleşmiş gibi davranıyorlar! Oysa bir buçuk ay gibi kısa bir süreden bahsediyoruz. Ama öylesine bir başdönmesi ve hayal dünyası içindeler ki, ne devlet, ne faşizm, ne emperyalist savaş… Onlar “barışçıl koşullarda demokratik siyaset yapmaya koşullanmış”lar!
Sadece kendilerini değil, asıl olarak halkları kandırdılar! Düzene, düzenin kurumlarına yeniden bağlanmalarını, umut ve beklentiye girmelerini sağladılar. Türkiye tarihinde en yüksek katılımlı seçimleri, HDP’nin parti olarak katıldığı 7 Haziran ve 1 Kasım’da gerçekleşti. HDP’nin barajı aşmasını “AKP’nin sonu” “demokrasinin zaferi” hatta “devrim” olarak nitelediler! Onların bu çığlıkları ortalığı kaplamışken, Suruç’ta, Ankara’da bombalar patladı, savaş uçakları Kandil’e bomba yağdırdı, Kürt illerine tanklarla, toplarla girildi… Kısacası bu başdönmesi ile yaratılan rehavetin bedelini, başta Kürt halkı olmak üzere tüm halkımız çok ağır ödedi, ödüyor. Ama bunun ezikliğini bile yaşamıyorlar. Dürüstçe bir özeleştiri yerine yine bilgiççe ahkam kesmeye devam ediyorlar.
Başından itibaren HDP’nin Türkiye devrimci hareketini parlamentarizm batağına çekip, düzen-içi hale getirme projesi olduğunu söyledik. Şimdi bu itiraflar HDP’lilerden geliyor. Özgür Gündem yazarlarından Ömer Ağın, HDP’nin beklentileri karşılamamasını “parlamentarizm bataklığına batmış olması”na bağlıyor. “Değişik tonlarda da olsa DEHAP ve HADEP’ten beri legal Kürt siyasi hareketine bir biçimiyle bulaşmış olan parlamentarizm ‘hastalığı’nın HDP’ye de bulaşmış olması ve bunun yarattığı grupçu davranışların partinin bünyesinde gedik açması”nı önemli bir eksiklik olarak belirtiyor. “AKP uygulamaları karşısında gerekli olan devrimci tutumu geliştirmedeki hantallığı”nı da “asla parlamentarizmin ‘batağına’ saplanmayan bir tutum takınması zorunlu”ydu şeklinde açıklıyor. (Özgür Gündem 21.1.2016)
Elbette “eksiklik” olarak sıraladıkları başka maddeler de var. Örneğin; “legal siyasi alanda çalışan ve Kürt Özgürlük Hareketiyle “ilişkilendirilen” kimi kadroların yetersiz, tecrübesiz ve “denetimsiz” davranmaları da yasal partilerin güdük kalmasına neden olmuştur. Özverili, sorumlu, birikimli kişilerin önünü açma yerine, daha “emireri”, yeterli birikimlere sahip olmayan, inisiyatif koyamayan kimi bireylerin yönetime getirilmiş olması” gibi. (agy, abç) Zaten Parti Meclisi’nin üçte iki oranında değiştirilmesi, bu rahatsızlığın tabanın genelini yansıttığını gösteriyor. Ancak anlayış değişmeden, kişilerin değişmesiyle yakındıkları “rehavet” ve “hantal”lıktan ve onun kaynağı olan “parlamenter bataklık”tan çıkıp, “devrimci tutum” almaları ne kadar mümkündür? Bunun mümkün olmadığını görmek için daha ne gerekecektir, yaşayarak göreceğiz.
Kesin olan; savaşın keskinleşmesi ile HDP’nin gerçek durumunun ortaya çıkmasıdır. Ancak sorun yapısaldır. Kürt hareketinin içine çekildiği uzlaşmacı çizgidir. Bu değişmeden legal kurumların değişmesi mümkün olmaz. Hatta belki de en zor değişecek olan “parlamentarizm bataklığı”na batmış bir partinin oradan çıkabilmesidir. Bunun için biçimsel rötuşlar değil, köklü vuruşlar gerekir.
Kongrelerin ana konusu
“özyönetim” ve “yeniden müzakere”
HDP Kongresi’nden önce Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) Genel Kurulu yapıldı. Ardından Halkların Demokratik Kongresi de (HDK) 1. Olağan Konferansı’nı gerçekleştirdi. Yani bir ay içerisinde üç konferans-kongre yapılmış oldu.
Sonuçlarına baktığımızda asıl belirleyici olanın DTK olduğunu, orada alınan kararların hem HDK, hem de HDP kongrelerinde yinelendiğini görüyoruz. Sözde HDP, DTK ve HDK’nın da üstünde, hepsini kapsayan bir “cephe partisi”! Keza HDK tüm ülkeyi kapsarken, DTK ona bağlı çalışan “bölge meclisi”! Tıpkı DBP’nin HDP’nin bölgedeki bileşeni olduğu gibi… Ama gerçekte DTK ve DBP, politikaları belirlemede ve kitle üzerindeki hakimiyette, belirleyici konumdalar. Çünkü her ikisi de “bölge”nin asli unsuru. HDK ve HDP gibi asıl olarak “Batı”yı etkilemek için kurulmuş ve adeta vitrin olarak kullanılan kişi ve kurumlardan oluşmuyor.
Böyle olunca HDK ve HDP Kongrelerini, DTK’ya bakarak değerlendirmek hiç de yanlış olmuyor. Bu tabiyete, HDP bileşenleri içinden, akademisyenlerden kimi itirazlar yükselse de, varolan durumu değiştirmiyor.
Esasında Kürt hareketinde yaşanan kurumsal enflasyon ve kargaşa, uzun bir süredir rahatsızlık konusudur. Özellikle DBP’nin HDP’den bağımsız duruşu ve daha güçlü hale gelmesi, HDP içindeki liberal kesimlerin eleştirilerinin başında yer alıyor. Keza HDP ile birlikte HDK’nın işlevsizleştiğine dair de çok şey söylendi. Fakat Kürt hareketi her bir kuruma verdiği misyonun halen geçerli olduğunu düşünüyor olmalı ki, bunları tutmaya devam ediyor. Örneğin EMEP gibi HDP içinde yeralmayıp da HDK içinde kalmayı sürdüren kurumların olması, HDK ile daha geniş kesimleri kucaklama çabası, bunların varlığını sürdürmesinin bir nedenidir.
Buna karşın hem HDK hem de HDP için “yeniden yapılandırma” sözü, daha sık edilmeye başlandı ve son kongrelerin temel taleplerinden biri oldu. “Yeniden yapılandırma”dan her kesim farklı şeyler anlasa da, bu yönde bir “değişim” isteği hepsinin ortak paydası durumunda. Fakat bunun nasıl ve ne kadar gerçekleşeceği belirsizliğini koruyor.
Sadece “yeniden yapılandırma” değil, kongre öncesi tespit edilen eksikliklerin ne kadar aşılabileceği ve “öneri” olarak sunulanların ne kadar karşılanacağı da meçhuldür. “Demokratik siyaseti halka taşıyacak, halkı bu işin içine katacak devrimci demokratik bir yapılanma”, “Milletvekillerinden parti içi organlardaki her kademeye kadar seçimlerde halkın söz sahibi olması”, “Parti içi demokrasinin tam anlamıyla sağlanması”, “Gençliğin daha dinamik hale getirilmesini sağlayacak bir örgütlenme” gibi…
HDP dahil, son bir ay içinde yapılan toplantı, konferans ve kongrelere damgasını vuran, Kürt bölgesinde devam eden savaş ve direniştir. Ve DTK’nın “sonuç bildirgesi”nde “ayrı bir devlet” olarak yorumlanmaması özellikle belirtilen “özyönetim”in onaylanmasıdır. DTK Genel Kurulu, hem HDK’ya, hem de HDP’ye bu dönemde savunacakları programı net biçimde ortaya koyduğu için, onlara bunu yinelemekten ve selamlamaktan başka bir şey kalmamıştır.
16 Ocak’ta Ankara’da toplanan HDK Konferansı’nın sonuç bildirgesinde şunlar söyleniyor: “HDK Konferansı, HDK’nin bölgesel meclisi olan DTK’nın 26-27 Aralık günlerinde Diyarbakır’da gerçekleştirdiği Olağanüstü Genel Kurul’da açıkladığı ‘Özyönetim Deklarasyonu’nu Türkiye’nin bir demokratik cumhuriyete dönüşümü ve Kürt sorununun barışçı çözümü doğrultusunda çok önemli ve yol açıcı bir teklif olarak selamlar ve sahiplenir.”
HDP Kongresi’ndeki ana tema da “özyönetim”di. Kongre’nin son konuşması, “özyönetim direnişinin devam ettiği kentlere bir kez daha selam gönderiyoruz” diyerek noktalandı. Elbette “hedef kitlesi”ne göre üslup farkı sözkonusuydu. Demirtaş kongrede yaptığı konuşmada, “özyönetim”i sahiplenirken, hendeklerin ve barikatların “normal” ve “doğal” olmadığını söyledikten sonra, bunların yanına “orantısız devlet şiddetini” eklemiştir. Bunları aynı düzlemde değerlendirmesi, “Türkiye partisi” hedefini halen koruduklarını gösterme ve HDP içindeki liberalleri kaçırmama çabasıdır.
Hem HDK, hem HDP Kongrelerinde “bir demokrasi cephesi yaratmak”, “barış için seferber olmak”, “demokratik anayasa hareketi oluşturmak” gibi hedefler de ifade edilmiştir. Ancak DTK’dan başlamak üzere son bir ay içinde yapılan tüm toplantılarda, konferans ve kongrelerde “özyönetim” ile birlikte “diyalog ve müzakerelerin başlaması” ısrarla vurgulanan temel konudur.
Sonuç olarak
Başta HDP olmak üzere Kürt hareketinin legal kurumları, tam da savaşın en şiddetli yaşandığı günlerde kongre ve konferanslarını yaptılar. Burada asıl amacın, bir yandan “özyönetim”e selam göndererek direnişin yanında olduğunu göstermek, bir yandan da devlete halen uzlaşmadan yana oldukları mesajını vermek olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla tabanın beklediği “değişim” isteği, en çok da HDP’nin AKP’ye karşı ciddi bir muhalefet odağı haline gelmesi, pek mümkün görünmüyor.
HDP Kongresi öncesi yapılan toplantı ve konferanslarda ortaya çıkan bir diğer gerçek ise; Kürt illerinde süren katliamlara karşı HDP’nin üzerine düşeni yapmadığıdır. “Batı’dan ses çıkmıyor”, “Batı tepki göstermiyor” gibi argümanlarla bunun sorumluluğunu üstünden atmaya ve durumu örtbas etmeye çalışan HDP, tabanı tarafından uyarılmıştır. Fakat bizzat yöneticilerinin de itiraf ettikleri gibi “barışçıl siyaset yapmaya koşullanmış” kitleleri başta parlamento olmak üzere düzen-içi kurumlara bağlamayı görev edinmiş bir partiden farklı bir tutum beklemek de, gerçekçi değildir.
Çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde kurum ve kişilerin gerçek nitelikleri daha net biçimde ortaya çıkar. Şu anda böyle bir dönemden geçilmektedir. HDP’ye farklı beklentilerle girenler (devrimcilerden liberallere) aradıklarını bulamadıkları için hüsrana uğramıştır. Ne var ki mücadele gerçek eksenine oturmadığı ve devrimci bir önderlik altında gelişmediği sürece, ne toplumsal ne ulusal kurtuluş gerçekleşir. Çok büyük acılar çekilse de, nice kahramanlıklar, direnişler yaşansa da yalın gerçek budur.