Her tür perdeleme çabasına rağmen EKONOMİK KRİZ DERİNLEŞİYOR

arka-logo

Davos’ta 20-23 Ocak tarihlerinde toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda, İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın hazırladığı rapor, en çok konuşulan konulardan biri oldu. Rapora göre, gelir dağılımı öylesine bozulmuş, zengin ile yoksul arasındaki uçurum öylesine büyümüştü ki, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin serveti, geri kalan nüfusun tümünün servetinin toplamına eşit hale gelmişti.

Rapor, “herkesin refahı için işleyecek bir ekonomi yerine, yalnızca yüzde 1’lik bir ekonomi yarattık” diye devam ediyordu.

“Patronlar Kulübü” sayılan Davos için hazırlanan rapordaki bu “yakınmalar”a, yakın zaman önce Ali Koç’un söylediği “gelirler arası uçurumun sürdürülemez olduğu” söylemlerini de eklemek lazım. Dahası, İngiltere prensi Charles bile, tarımda “küreselleşme”yi eleştiren sözler sarfediyor.

Ama kapitalizm, “iyi niyetli kapitalistlerin boş temennileri” ile değil, kendi kuralları ile işliyor. Ve bu kurallar sayesinde işçileri sömürmeye devam eden, bu kuralları kullanarak azami karlar vurmayı sürdüren patronların paçavra sözleri bir yana, kitlelerin yoksulluğu ve yaşam koşullarının kötüleşmesi derinleşiyor.

 

İnsani gelişimde gerileme

BM Kalkınma Programı’nın her yıl ülkeler İnsani Gelişmişlik Endeksi (İGE) raporunu yayınlıyor. Geçtiğimiz Aralık ayında yayınlanan raporda, Türkiye’de yaşanan gerileme çarpıcı biçimde kendini gösteridi. 188 ülke arasında Türkiye 72. sırada. Üstelik geçen yıla göre 3 sıra gerilemiş durumdayız.

İGE raporu hazırlanırken, ülkelerdeki yaşam uzunluğu, çocuk hakları, okur-yazar oranı, cinsiyet eşitliği, eğitim ve yaşam düzeyi gibi verilere bakılıyor. Eğitimin dinci-gericiliğe teslim edildiği, kadın cinayetlerinin iş cinayetleriyle yarıştığı, refah düzeyinin giderek düştüğü ülkemizde, “insani gelişmişlik”ten sözetmek de mümkün olmuyor.

Bu yıl raporun temel aldığı gündem, İnsani Gelişme İçin Çalışma olarak belirlenmiş. Dirençli yoksulluk, ezici eşitsizlik, iklim değişikliği, çatışmalar ve göç gibi faktörlerin, insanların “insana yakışır biçimde” çalışmasının önünde büyük engel teşkil ettiği tespit ediliyor. Ve rapor şu vurguyu yapıyor: “Bu rapor bize, çalışmayla insani gelişme arasında doğrudan bir bağlantı olmadığını hatırlatıyor.” Çocuk işçiliğin, kölelik koşullarında güvencesiz çalıştırmanın, insan kaçakçılığının bu kadar yaygın olduğu günümüzde, çok çalışmak, refah düzeyini değil, sadece sömürüyü artıran bir unsura dönüşüyor.

Türkiye koşullarında bunun sayısız örneğini görüyoruz. Soma’da madenciler her gün ölüme iniyorlar; tersaneler, lüks gökdelenlerin inşaatları, cansız bedenlerin üzerinden yükseliyor; metal işçileri mafya sendikacılığına mahkum ediliyor; üniversite mezunu genç işsizler müthiş bir geleceksizlik kaygısı içinde çırpınıyor; kadınlar daha fazla doğum yapmaya ve daha güvencesiz koşullarda çalışmaya zorlanıyor. Bu çalışma koşulları “insani gelişim” sağlamıyor doğal olarak.ekonomi1

Raporda, gelir dağılımının ne kadar adaletli olduğu da önemli bir veri olarak değerlendiriliyor. Zaten Türkiye en çok burada kaybediyor. OECD ülkeleri arasında gelirin en adaletsiz dağıtıldığı 3. ülke Türkiye. Üstelik gelir uçurumu, son 30 yılın en yüksek düzeyine çıkmış durumda.

Keza, ülke içinde bölgesel gelir dağılımındaki eşitsizlikte de rekor sözkonusu. Ülkenin genelinde zengin ile yoksul arasındaki uçurum artıyor, ancak Kürdistan’da kitleler çok daha ağır yaşam koşulları ile karşı karşıya. Bu geçmişte ekonomik ve sosyal gerilik biçiminde görünüyordu; son dönemde ise savaş koşullarının doğrudan etkisini yaşıyor Kürt halkı.

Ve bütün bunlara, habercilik yapan gazetecilerin tutuklanması, savaşa karşı çıkan aydınların hedefe çakılması, Kürt illerinde gencecik insanların vahşice katledilmesi, en küçük muhalif harekete bile pervasız devlet saldırısı gibi unsurlar eklendiğinde, ülkemizde “insani gelişim”in düzeyi, raporlara gerek bırakmayacak kadar açıklıkla görünüyor zaten.

 

TÜİK’in milli gelir hesaplamaları

Geride bıraktığımız Aralık ayında, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) 2015 yılı üçüncü çeyrek dönemine ilişkin milli gelir hesaplamasını açıkladı. AKP hükümeti, genel bir tutum olarak çeşitli unsurların hesaplama yöntemlerini değiştirerek, kendi döneminde yaşanan gerileme ve çöküntüyü gizlemeyi başarıyor. Gerçekte ekonomide, işsizlikte, enflasyonda vb. ciddi bozulmalar ve çöküşler yaşanmakla birlikte, hükümetin hesaplama sistemlerini değiştirmesi, kağıt üzerinde, durumun vehametini azaltıyor, ya da tümüyle farklı bir tablo ortaya çıkarıyor.

TÜİK’in son değerlendirmeleri de yine bu yaklaşımla hazırlanmış. TÜİK’in verilerine göre, milli gelir, 2015’in ilk ve ikinci çeyrek dönemlerde sırası ile yüzde 2.5 ve yüzde 3.8 olan büyüme, son çeyrekte yılın rekorunu kırmış. 2015’in üçüncü çeyreğinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 4 oranında büyümüş. Bu rakam, beklentileri ve tahminleri aşıyor.

Sonuçların böyle çıkması, iki unsurdan kaynaklanıyor: Birincisi, özel tüketim harcamaları ve kamu harcamalarında önemli bir artış kaydedilmiş. İkincisi ithalattaki daralma, büyümede artış olarak kendini göstermiş. Diğer taraftan, hem ihracatta yüzde 0.2’lik bir daralma, hem de yatırım harcamalarında yüzde 0.8 daralma ölçülmüş.

Bu rakamlara bakarak, seçim koşulları altında, tüketim harcamalarının pompalanmasına dayalı hormonlu bir büyüme ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

 

Üretimle değil,

tüketimle büyüme

AKP hükümetleri dönemine genel olarak baktığımızda, büyüme rakamlarının genel olarak tüketime dayalı olduğunu net biçimde görebiliriz.

1998-2002 döneminde özel tüketimin milli gelirdeki payı yüzde 68, kamu tüketimi payı ise yüzde 11.9’dur. 2010-2014 aralığına baktığımızda, özel tüketim 2,2 puan artışla yüzde 70,6’ya, kamu tüketimi de benzer bir artışla 14,7’ye yükselmiştir. Toplam tüketim 1998-2002 döneminde 80,3 puan iken, 2010-2014 döneminde 85,3’tür. Yani toplam tüketim, 5 puan artmıştır.

Aynı dönemleri karşılaştırdığımızda, sermaye birikimi 19 puandan, 20,3’e yükselmiş, yani sadece 1 puan artmıştır. (rakamlar, Korkut Boratav, 18.12.2015) Aşağıdaki tabloda bu durum daha net olarak görülmektedir.

“Sermaye birikimi”, bize yatırım oranlarını göstermektedir. AKP öncesi döneme bakmak, bu farkı daha net ortaya koyacaktır. 1987-1997 döneminde, sermaye birikimi ortalaması yüzde 24,5’tir. 1998-2014 döneminin ortalaması ise yüzde 19.7’de kalmaktadır.

ekonomi-tablo

Bu tablo, son 16 yılda yatırımların düşmekte olduğunu göstermektedir. Yatırımların düşmesi, ortalama büyüme hızını da düşürmektedir. Ancak aynı dönemde, özel ve kamusal tüketim giderek artmaktadır. Dahası, tüketim ile sermaye birikiminin toplamı, milli geliri aşmaktadır. Bunun nedeni açıktır: Ekonomi, ürettiğinden fazla harcamaktaysa, fark dış kaynak girişleriyle kapatılır.

AKP hükümetleri dönemi, yoğun dış kaynak girişlerinin olduğu dönemdir. Bu dış kaynak girişlerinin bir kısmı özelleştirilen kamu işletmelerini yağmalama hedefindeki dış sermaye, bir kısmı da sıcak paradır. Ve bu dış kaynak girişleri, yeni yatırımlarla ekonomiyi-sanayiyi güçlendirmek amacıyla değil, genel olarak tüketim artışlarını beslemek için kullanılmıştır.

 

“Büyüme”yle maskelenen

ekonomik çöküntü

Tüketime dayalı yapay büyümenin ardında, sanayideki çarpıcı çöküş gözlerden gizlenmektedir. Oysa hem sanayi hem de tarım üretimindeki rakamlar çok önemlidir.

Sanayi ve tarımda gelişim düzeyi ne kadar geriyse, ülkenin dışa bağımlılığı o kadar yüksektir.

Tarımın milli gelirdeki payı sürekli düşüş içindedir. 1998-2002 döneminde tarımın cari fiyatlarla milli gelir içindeki payı, yüzde 10.4 iken; 2010-2014 döneminde yüzde 7,8’e düşmüştür.

Sanayideki düşüş ise, daha büyüktür. 1998-2002 döneminde cari fiyatlarla sanayinin milli gelir içindeki payı yüzde 22,9 iken, 2010-2014 döneminde yüzde 18,8’e düşmüştür.

Aynı dönemde milli gelir içindeki payı artan tek sektör, “inşaat ve gayri menkul faaliyetleri” adı verilen sektördür. Payı yüzde 12,8’den, yüzde 14,7’ye yükselmiştir.

Rakamlar, somut olarak yaşadığımız gerçeklerin soyutlanmış ifadesi durumundadır. Günlük hayatın ortaya koyduğu tablo, bunu doğrulamaktadır. Büyük kentlerde gökdelenler, lüks siteler, rezidanslar peşpeşe dikilmeye devam etmektedir.

Diğer taraftan, sanayi, tarım ve hayvancılıkta dışa bağımlılık giderek artmaktadır. Ülkemizde, hayvancılıkta maliyetin yüzde 70’i yemdir. AKP döneminde yem tarımı yerle bir edildi, yem dışarıdan ithal edilmeye başlandı. Ve Tarım ve Hayvancılık Bakanı “tonlarca et ithal edebilme kapasitemiz”le övünmektedir. AKP son 4 yılda 1 milyon 260 bin büyükbaş, 2 milyon 185 bin küçükbaş hayvan ithal etti. Bir taraftan yanlış tarım-hayvancılık politikaları, diğer taraftan hayvancılıkla uğraşan Kürt köylerinin savaş nedeniyle boşaltılması, et üretimini düşürmüş, eti temel ithal kalemlerinden biri haline getirmiştir.

Benzer bir durum, tarımın bütünü için geçerlidir. Pirinç, buğday, pamuk gibi en temel gıda ürünleri bile artık dışarıdan ithal edilmektedir. Ekmekte dışa bağımlılık, tarımdaki çöküşün son noktasıdır.

Ülkemizde 2000 yılında 21 milyon ton buğday üretiliyorken, 2014 yılında ancak 19 milyon ton üretildi. Üretim girdileri yüksek, buğday fiyatlarının düşük belirlenmesi, buğday piyasasını düzenlemekle görevli TMO’nun (Toprak Mahsulleri Ofisi) yeterli miktarda alım yapmaması, yapılan alımların ödemesinin geciktirilmesi gibi unsurlar, çiftçilerin yıkımına neden oldu. Sonuçta, AKP döneminde 31 milyon ton buğday ithal edildi.

Baklagiller ithalatı da, AKP’nin 12 yıllık döneminde 4 kat arttı. Pamuk üretimi de aynı kaderi paylaştı: AKP döneminde üretilen pamuk miktarı 9.4 milyon ton, ithal edilen pamuk miktarı ise 8 milyon tondur.

Geçmişte tarım üretiminde kendine yeterli bir ülke olan Türkiye, AKP döneminde bunu önemli ölçüde kaybetti, ithalat yapmadan karnını doyuramayacak hale geldi. Son 11 yıl içinde AKP hükümeti, çiftçilere 59 milyar lira destek verirken, ithalata 267 milyar TL ödedi. (Tarım ve hayvancılıkla ilgili rakamlar, Abdullah Aysu, 15.5.2015)

 

İhracat da düştü

Ocak ayında açıklanan veriler, ihracatın da çöküşte olduğunu gösteriyor. Bunda en önemli etken, Ortadoğu’daki savaş, onun doğrudan ve dolaylı etkileridir.ekonomi-kriz

Suriye, Irak ve Rusya, Türkiye’nin önemli ihracat noktaları arasında. Bu ülkelere gıda, içecek, yaş sebze, meyve ve tavuk ürünleri ihracatı yapılıyordu. 2010 yılından itibaren, sözkonusu ürünlerin ihracatı Irak’a yaklaşık 13.5 milyar dolar, Suriye’ye 1.3 milyar dolar, Rusya’ya ise 5 milyar dolar düzeyinde gerçekleştirilmiş.

Suriye’ye dönük ihracat, savaşın başladığı 2011 yılından bugüne giderek azaldı. Suriye hükümeti, Türkiye ile olan ilişkilerini, özellikle ekonomik ilişkilerini, AKP hükümetinin radikal İslamcılara verdiği destek nedeniyle giderek azalttı. Türkiye’nin Suriye’ye gerçekleştirdiği ihracat kalemleri arasında, radikal İslamcı çetelere giden silah ve gıda yardımları da eklenerek rakam biraz yükseltilmiş oldu.

Rusya ise, Türkiye tarafından uçağının düşürülmesinin ardından, Türkiye’den yaptığı ihracatı neredeyse durdurdu. Özellikle yaş sebze meyve ve tavuk ürünleri ihracatı, bir anda kesildi. Türkiye’nin en önemli iki dış ticaret ortağından biri olan Rusya (diğeri Almanya), artık bu ilişkiyi en alt düzeye indirmiş durumda. Türkiye’nin ihracat rakamlarının bir anda yere çakılmasını getiren unsurlardan birisi buydu.

İhracatı düşüren bir başka faktör ise, İran’a dönük ABD ambargosunun kaldırılması oldu. Öncesinde ithalat olanakları oldukça sınırlı olan İran, sınır ilişkilerini de kullanarak Türkiye ile bir çok kalemde resmi ve gayriresmi düzeyde ticaret gerçekleştiriyordu. Ambargonun kaldırılması, Türkiye’nin radikal İslamcı çeteleri destekleyen ve Suriye’deki savaşa müdahil olan tutumundan zaten rahatsız olan İran’ın, başka ülkelerle ticaret ilişkilerine girmesini kolaylaştıracaktır. Ve İran’ın da Türkiye’den ithalatı azalacaktır.

 

Artan büyüme değil, işsizliktir

İstihdam verileri, büyüme ile ilgili spekülasyonların bir başka yüzüdür. Milli gelirin yüzde 4 “büyüdüğü” üçüncü çeyrekte, sanayi istihdamı 84 bin kişi gerilemiş; yani 84 bin kişi işten atılmıştır.

TÜİK’in açıkladığı Eylül ayı işsizlik oranlarına göre, işsizlik 10.3’e yükselerek son 6 ayın en yüksek seviyesine çıktı. Eylül 2014’e göre 39 bin kişi artarak 3 milyon 103 bin kişi oldu.

DİSK-AR ise TÜİK’in rakamlarının, gerçek durumu yansıtmadığını söylüyor. DİSK-AR’ın yaptığı araştırmalar, işsizlik oranının yüzde 16,6, işsiz sayısının ise 5 milyon 389 bin kişi olduğunu ortaya koyuyor. Devlet, işsizlik rakamlarını düşürebilmek için, “Toplum Yararına Çalışma Programı” (TYÇP) adı verilen bir uygulama başlattı. Geçtiğimiz yıl bu kapsamda çalıştırılan işsiz sayısı 32 bin kişi iken, bu yıl 163 bine yükseldi. Ve bu yükseliş, toplam işsizlik rakamlarını düşürmüş oldu.

Ancak TYÇP programı, işsizlerin “çalışan” kategorisinde değerlendirilmesine neden olurken, “işçi” olmanın getirdiği en temel haklarından yoksun bırakıyor. Ve geçici bir çalışma olduğu için, sonrasında yeniden “işsiz”liğe geri dönüyorlar.

TÜİK’in işsizlik rakamlarını düşürmek için kullandığı bir diğer yöntem, “umudu olmadığı” için ya da başka nedenlerle “son 4 haftadır” iş arama kanallarını kullanmayanları “işsiz” kategorisine almaması. Oysa uzun süre boyunca işsiz kalan ve artık aramaktan vazgeçen çok geniş bir kesim var. Keza işsiz kalmaktansa kısa süreli işler yapanlar da TÜİK’in değerlendirmelerinde “işsiz” kategorisine alınmıyor. Kısa süreli işler yapmak zorunda kalanlar, gizli işsizler ve çaresizlikten iş aramaktan vazgeçenler eklendiğinde, işsiz sayısı 6 milyon 366 bine, işsizlik oranı ise yüzde 19,6’ya yükseliyor.

TÜİK rakamlarında, kadınlar için resmi işsizlik oranı yüzde 13,3 olarak açıklandı. Ancak DİSK-AR, tıpkı genel işsizlik rakamlarında olduğu gibi, TYÇP kapsamındaki kadın işçileri dahil ettiğinde kadın işsizlik oranının yüzde 13,7’den, yüzde 13,9’a, geniş tanımlı işsizlik oranının ise yüzde 24,5’e yükseldiğini açıkladı.

 

Giderek kötüleşiyor

Ekonomik veriler her cephede giderek daha fazla kötüleşiyor.

AKP hükümetleri dönemi, ekonomik açıdan tam bir perdeleme dönemiydi. Bir taraftan gerçek ekonomi yıkıma uğratılıyor, ülkenin üretim ve kalkınma gücü elinden alınarak emperyalizme bağımlılığı artırılıyordu. Diğer taraftan ise, kamuya ait sanayi ve üretim tesisleri dahil olmak üzere kamu varlıkları satışa çıkartılıyor, yanısıra sıcak para ülkeye çekilerek yapay-hormonlu bir büyüme tablosu oluşturuluyordu.

“Yüksek faiz- düşük kur- ithalatta artış ve tüketime dayalı büyüme” formülüyle özetlenebilecek olan bir ekonomi yönetimi sözkonusuydu. Ancak deniz bitti, bu hormonlu refah döneminin sonuna gelindi.

En başta siyasal konjonktür, bu ekonomi modelini işlemez hale getirdi. Suriye’deki savaş ve Türkiye’nin bu savaşta IŞİD’le olan ilişkisinin ortaya çıkmasının getirdiği güvensizlik ortamı, ülkeden sıcak para kaçışını hızlandırdı. Rusya uçağının düşürülmesinin ardından Rusya’nın aldığı ekonomik yaptırımlar, Ankara ve Sultanahmet gibi iki önemli noktada patlayan bombalar, güvensizliği artırdı.

Sadece bu iki unsur bile, turizm gelirlerinden yaş meyve-sebze ihracatına kadar çok geniş bir alanda, üreticiye ve genel olarak ekonomiye darbe vurdu.

Bugün Türkiye’de ekonominin daha da geriye düşmesini önleyen unsur, Arap sermaye girişinin sürüyor olmasıdır.

Başta Suudi Arabistan, Katar gibi Türkiye’nin Suriye savaşındaki müttefikleri olan ülkelerin, Türkiye ekonomisini ayakta tutmak için kayıtdışı ve resmi olarak aktardığı kaynaklar sözkonusudur. Mesela, geçtiğimiz aylarda Suudi Kralı’nın TÜRGEV’e 99 milyon dolar para verdiği ortaya çıktı. Ancak neden verdiği açıklanmadı.

Diğer yandan, Irak ve Suriye’de savaştan kaçan zenginlerin ve genel olarak Arapların, Türkiye’de emlak vb. satın alışlarında artış vardır.

Ancak bu destek de “sürdürülebilir” değildir. 2013 yılı sonu itibariyle 125 milyar dolar, 2014 yılsonu itibariyle 131 milyar dolar olan toplam sıcak para stokunun, Kasım 2015 itibariyle 95 milyar dolara düşmüş olması, AKP’nin en önemli para kaynağının azaldığını göstermektedir.

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik tablo oldukça vahimdir. Enflasyon konusunda The Economist’in verilerine göre, “gelişmiş ve gelişmekte olan” 43 ülke arasında, Kasım 2015 itibariyle en yüksek enflasyona sahip 4. ülke Türkiye’dir.

Keza, işsizlik rakamlarındaki bütün oynamalara rağmen, çift haneli işsizlik rakamlarına sahip 5 ülkeden biridir.

TÜSİAD bile, ekonominin kötüye gittiğine ilişkin olarak hükümete uyarıda bulunuyor. Ülke ekonomisinde, düşük büyüme hızına rağmen yüksek cari açık; ihracatta önemli duraklama; yurtiçinde tasarrufların gerilemesi; sanayinin GSYH içindeki payının giderek küçülmesi; düşen hammadde fiyatlarına rağmen enflasyonun inmemesi; işsizlik oranının çok yüksek olması; borçluluğun aşırı yükselmesi; yüksek gelir adaletsizliğinin yarattığı birikimler gibi başlıkları sıralayarak, ekonominin içinde bulunduğu açmazları ortaya koyuyor.

 

Yoksulluk öfkeye dönüşür

Son dönemde “gelir adaletsizliği” kavramı burjuvazinin dilinden düşmüyor. Ancak bütün rakamlar, gelir adaletsizliğini artırmak için burjuvazinin sistemli biçimde sömürmeye devam ettiğini gösteriyor.

Türkiye’nin en büyük 500 firması listesindeki özel şirketler, 2003-2014 döneminde, reel karlarını yüzde 120 artırdı. Bu şirketlerin ihracatları yüzde 160, öz sermayeleri yüzde 150, sabit sermaye stoku yüzde 100 oranında büyüdü. Bankalar karlarını yüzde 100’e yakın oranda artırdı.

Aynı dönemde reel ücret artışı yüzde 45’te kaldı. Sendikalaşma düzeyi 2002’de yüzde 9 iken, 2014’te yüzde 6’ya geriledi. Taşeron, geçici, sigortasız çalışma, giderek yaygınlaştı.

Bir başka rakam da Credit Suisse araştırmasından. Buna göre Türkiye’de 2015 yılı itibariyle Türkiye’de yaklaşık 74 bin dolar milyoneri var. Bu rakam, yetişkin nüfusun sadece binde birine denk geliyor. Serveti 1 milyar doların üzerine olan insan sayısı ise 23. Diğer taraftan, yetişkin nüfusun yüzde 73.5’inin, yani 39 milyon kişinin serveti 10 bin doların altında.

Yani milyonlarca insan son derece sınırlı bir bütçeyle, yoksullukla, işsizlikle, enflasyonla, temel ihtiyaç maddelerine ulaşamamakla karşı karşıya yaşam mücadelesi veriyor. Bir avuç zengin ise, ekonomik refah döneminde karına kar katarken, bugün olduğu gibi krizin giderek derinleştiği koşullarda, faturayı milyonlarca insanın üzerine yıkmak için uğraşıyor.

Bir taraftan “gelir adaletsizliği önemli bir tehlike” derken, diğer taraftan kıdem tazminatının gaspından asgari ücretteki artışı devletin üzerine yıkmaya, sendikal hakları budamaktan kitlelerin yaşam koşullarını daha da ağırlaştırmaya kadar her türlü sömürü ve saldırı programını devreye sokmak için tam gaz gidiyor.

AKP hükümetinin Ortadoğu savaşına giderek daha yoğun ve daha doğrudan katılma çabasının nedenlerinden biri de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumdur. Ekonomik krizin sertleşmesi, savaş koşullarını da derinleştirir.

Çünkü savaş koşulları, kitlelerin dikkatini dağıtan, savaş gündemini ekonomik krizin önüne çıkaran, siyasal (özellikle de ırkçı) söylemlerle kitleleri maniple etmeyi kolaylaştıran, bu arada ülke içinde kitleler üzerinde siyasi baskı ve terörü, işçiler üzerinde ekonomik hak gasplarını ve kölece sömürüyü kolaylaştıran bir zemin oluşturur. Yanısıra, savaş ekonomisi, ekonomik krizin en önemli “panzehir”lerinden biridir. Savaş sanayisinin güçlendirilmesi, ekonomiyi de yeniden ve daha yoğun bir işgücü sömürüsü üzerinden harekete geçirir.

Ekonomik krizin bu kadar derinleştiği ve etkilerinin yaşamın her alanında hissedildiği, Ortadoğu’da ve ülkemizde savaşın şiddetini artırdığı, ekonomik ve siyasi baskının bu kadar derinleştiği koşullarda, kitlelerin yaşam hakkını savunmak için, bu sömürü düzenine karşı mücadeleyi yükseltmekten başka çaresi bulunmuyor.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …