Kürt halkına dönük katliamlar sürüyor. Cizre ile başlayan sokağa çıkma yasakları, yeni ilçelerle devam ediyor. Kimi yerlerde fiilen sokağa çıkma yasağı uyguluyorlar. Biri bitmeden diğeri başlıyor. Cizre’de operasyonların durduğunu açıkladılar, ama sokağa çıkma yasağını sürdürdüler. Sur’da ise sokağa çıkma yasağı üçüncü ayını doldurdu. Şimdi sırada İdil, Derik ve Yüksekova var…
Önce öğretmenler “seminer” denilerek bölgeden çağrılıyor, sonra bölge halkının evini-yurdunu terketmesi isteniyor ve ardından tanklarıyla toplarıyla, keskin nişancılarıyla bölgeye giriyorlar ve istisnasız her yeri yakıp yıkıyorlar. Cizre ve Sur’un son fotoğrafları, yaşanan vahşetin en net tablosudur. Suriye’de IŞİD’in ele geçirdiği şehirlerden, İsrail’in Filistin’de bombaladığı yerlerden hiçbir farkı yok!
Sadece yakıp yıkmakla da kalmıyorlar. Cenazeleri günlerce sokak ortasına bırakmaktan, kadın direnişçileri çırılçıplak soymaya, toplu infazlardan, ölülerin bedenini parçalamaya, üzerlerini dozerlerle kapatmaya kadar vahşetin her türlüsünü gerçekleştiriyorlar. Öyle ki, günlerce Cizre’de bir bodrumda mahsur kalanların bulunduğu bina, yerle bir edindi. Binadan geriye kocaman bir beton alan kalmıştı. Hiç bir “suç delili” bırakmamak için enkazları bile iş makineleri ile kaldırmışlardı. Fakat yıkıntılar arasından hala ceset parçaları bulunuyor.
Nazi Almanyası’nı aratmayan bir vahşetle karşı karşıyayız. Günümüzün Hitler özentileri, bu vahşet üzerinden zafer naraları atıyor. “Ezdik, yok ettik, temizledik” sözlerinden geçilmiyor. Katiller ordusu ile “uzun adam” arasında karşılıklı güzellemeler yapılıyor. PÖH’ler, JÖH’lerden sonra, duvarlara “seni seviyoruz uzun adam” yazıyorlar, yüzleri kara maskeli, silahlı kişiler. Ve poz veriyorlar bu yazıların önünde. “Uzun adam” da bu “sevgi”yi karşılıksız bırakmıyor, yeni katliamları için onlara moral ve cesaret veriyor. Öylesine pervasız ve insanlıktan çıkmış haldeler.
Baharla birlikte artan korku
Resmi açıklamalara göre son üç ay içinde Cizre’de 655, Sur’da 234 kişi öldürüldü. Devlet, bunların hepsini “PKK’li terörist” olarak gösteriyor. İçlerinde ne kadar çocuk var, ne kadarı evinden başını dışarı çıkardığı için öldürüldü, bunları belirtmiyor.
Verilen sayıları gerçek saysak bile, üç ay içinde yaklaşık bin kişiyi öldürmelerine rağmen, direnişi kırabilmiş değiller. Ne kadar zafer naraları atsalar da, bu gerçeği gizleyemiyorlar. Ve bunun verdiği huzursuzlukla daha da saldırganlaşıyorlar. Geçen her gün, onların aczini ve yenilmekte olduklarını net biçimde ortaya seriyor çünkü.
Bunun için operasyonları bir an evvel bitirme telaşındalar. İçişleri Bakanı Efkan Ala, “yakında bitecek”, “yüzde 90 temizlendi” açıklamalarını yapıyor arka arkaya, ama o “yüzde 10” bir türlü tamamlanamıyor!
Hesapları bahara kadar bitirmekti. Fakat başaramadılar, başaramıyorlar… Çünkü tahmin ettiklerinden çok daha büyük bir direnişle karşılaştılar. Ve bahar kapıya dayandı…
Baharla birlikte doğada ve toplumdaki canlanış, egemenlerin en büyük korkusudur. Şairin dediği gibi, “onlar ümidin / meyve çağındaki ağacın / serpilip gelişen hayatın” düşmanıdır çünkü.
Uzunca bir süredir 8 Mart ve Newroz’la başlayıp 1 Mayıs’a kadar uzanan dönem, egemenler için kabus gibidir. Haziran direnişiyle birlikte, bu süre Haziran’a kadar uzamıştır artık.
Şimdi de takvim yaprakları bahara doğru ilerlerken, egemenleri yine korku sarmaya başladı. Suçları arttıkça, korkuları da arttıyor.
Bu kez sadece içerden değil, dışardan da sıkışmış durumdalar. Suriye’de tüm hamlelerine rağmen, yenilgilerini durduramıyorlar. Rusya’nın desteği ile Esad rejiminin ve PYD’nin artan etki gücü karşısında çaresizler. “Ey ABD”, “Ey AB” çığlıkları havada asılı kalıyor. Mülteci akını ile korkutmaya çalıştığı AB’den de; “ya bizden yanasınız, ya PYD’den” diyerek zorladığı ABD’den de beklediği karşılığı alamıyor.
Önümüzdeki günler, Erdoğan ve AKP hükümeti için hiç de parlak değil. İçerde-dışarda yaşananlar, sonlarını getirecek gelişmelere gebe. Onları korkutan ve daha da saldırganlaştıran da bu sonu görmeleridir.
Cellatlık ve papazlık
Bir yandan büyük bir saldırganlıkla katliamlar artarken, diğer yandan “master plan” adını verdikleri yeni asimilasyon planlarını açıklıyorlar. Yakıp yıktıkları yerleri TOKİ ile ihya edeceklerini söylüyorlar mesela. Karikatür başbakan Davutoğlu da “Sur’u Toledo yapmaktan” bahsediyor, bir kez daha çam devirerek… Çünkü Toledo, İspanya’da diktatör Franco’nun yerle bir ettiği bir yer!
Ve aynı Davutoğlu, katliamların ortasında Kürtlere müjde verir gibi “master planı”nı açıkladı. Şubatın ilk haftasında Mardin’e gelerek toplama bir kitleye konuşma yaptı.
“Teröre Karşı 10 Maddelik Master Plan” başlığı ile açıkladığı planın, geçmişin “islahat” planlarından hiç bir farkı yok. Şeyh Sait’ten Dersim’e kadar, patlak veren bütün isyanları bastırdıktan sonra yaptıkları gibi, bölgenin coğrafi-demografik yapısını değiştirip, çeşitli biçimlerle asimile etmeye kalkışıyorlar.
Planın birinci maddesi, “psikolojik unsur” ile başlıyor. “Millet ile devlet arasındaki farklar kalkacak” denilerek, Kemalist dönemden farklı davranıp “ümmetçiliği” öne çıkaracaklarını belirtiyorlar. Zaten milliyetçilik ile dincilik, egemenlerin kitleleri düzene bağlamak için kullandıkları en önemli ideolojik argümanlarıdır. 12 Eylül’den bu yana Kürt halkı üzerinde dinciliğe ağırlık verdiler. AKP dönemi ise bunun başat hale geldiği dönem oldu. “Müslümanlık” ulusal farklılığı geri plana itecek bir “çimento” gibi kullanıldı. Bunda belli bir başarı da elde ettiler. Kürt illerinde HDP’den sonra en fazla oyun AKP’ye çıkması, bunun göstergesidir.
Esasında bu yöntem, tüm sömürgecilerin yöntemidir. İşgal edilen bölgelere askerlerle birlikte “misyoner” adını verdikleri din adamları gönderilir. Latin Amerika’nın yerlilerinin şu sözü ünlüdür: “Onların elinde kitap (İncil), bizim elimizde ülkemiz vardı. Şimdi kitap bizim elimizde, ülkemiz onların elinde.”
Ancak dinsel birliğin ulusal farklılıkları ortadan kaldırması mümkün değildir, olmamıştır da. Ne Latin Amerika’da, ne de Ortadoğu’da…
“Master Planı”nın üzerinde en fazla durduğu noktalardan biri de, son yıllarda dillerden düşürmedikleri “kamu düzeni”dir. Bununla neyi kastettikleri de bellidir. Onların “kamu”su halk değil, devlettir. “Düzen”leri ise, her tür muhalefeti baskı ve zor ile bastırdıkları “dikensiz gül bahçesi”dir. Ama bu hayallerini gerçekleştirme şansları yoktur.
Planın 8. maddesinde “Yasal ve idari düzenlemeler” başlığında “yerel yönetimlerin yetki alanları genişletilecek, ancak aynı zamanda yetki istismarının önüne geçilecek, denetimler artırılacak” denilerek, HDP’li belediye başkanlarının üzerindeki baskıların daha da artacağı ilan ediliyor. Zaten Erdoğan da kaymakamlara yaptığı konuşmada “mevzuatı bir kenara koyun” diyerek, yasaları bile hiçe sayan bir baskı ve şiddet düzeni kurmak istediklerini açıkça söylemişti.
Planın en dikkat çeken yanı, bundan sonra Öcalan ve HDP’nin “muhatap alınmayacağı” bölgedeki “sivil toplum örgütleri” ve “kanaat önderleri” ile “istişare” yapılacağı oldu. Bu, sanayi odaları yönetimlerinde yer alan Kürt burjuvaları ve korucu şefleriyle sorunu konuşacakları demekti ki, halk nezdinde hiçbir hükmü yoktu.
Esasında bu plan, yayınlandığı günden itibaren hükümsüzdür. Çünkü sonucu, masabaşı planları değil, mücadele belirleyecektir. Önceki planlarda olduğu gibi, bu da çöp tenekesine atılacaktır.
Egemenler, yüzyıllardır kitleleri iki yöntemle yönetiyor: Papazlık ve cellatlık! Bazen birini, bazen diğerini öne çıkartarak, bazen de içiçe geçirerek, bunları uyguluyorlar. Kürt halkı üzerinde de yıllardır bunu yaptılar. O açıdan bir yenilik sözkonusu değildir.
Direnen halk yenilmez!
Devletin bugüne dek yaptığı ne baskı ve asimilasyon politikaları, ne de şiddet ve katliamları, Kürt halkının mücadelesini durdurabildi. Bugün ise eskisine göre çok daha örgütlüler, ulusal uyanış yönüyle en ileri dönemlerini yaşıyorlar. Ve bunların bir sonucu olarak, elde ettikleri oldukça önemli kazanımları var.
Ama hepsinden daha önemlisi, Rojava’da ilan ettikleri özerklikle birlikte, kendilerinin yönettikleri bir toprak parçasına sahipler. Rojava’nın varlığı, Kürt halkının kendine güvenini arttıran çok önemli bir gelişme oldu. Kürt sorununu, Türkiye’nin, hatta bölgenin bir sorunu olmaktan çıkarıp uluslararası bir sorun olarak, herkesin önüne koydu.
Türkiye’nin en büyük korkusu, Suriye’de bir Kürt özerk ya da federal bölgesinin oluşmasıdır. “Çözüm süreci” aldatmacasına son verip, Kürt halkı üzerinde terör estirmelerinin en önemli nedeni budur. Suriye’de olası bir Kürt bölgesinin, Türkiye’deki Kürtlere de örnek olacağı ve o bölgeyi kaybedeceği korkusuyla saldırıya geçtiler. ABD’nin 11 Eylül sonrası ilan ettiği “önleyici savaş konsepti” gibi, bu “tehlikeyi” önden karşılayıp bertaraf etme çabasına girdiler.
Ancak korkunun ecele faydası yok! Kaldı ki, örnek aldığı ABD’nin bu “konsept” ile geldiği durum da ortada.
Diğer yandan her ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, tarihsel, sosyal koşullar, ulusal sorunun çözümünü de farklı kılıyor. Ancak kesin olan, her halk gibi, Kürt halkının da kendi kaderini tayin etme hakkı olduğudur. Bunu ne papazlık ne de cellatlık yöntemleriyle durduramazlar artık.
Kürt halkı, direnen bir halkın yenilmeyeceğini bir kez daha gösterdi. Er ya da geç emperyalizm ve işbirlikçileri yenilecek, direnen halklar kazanacaktır!