Şehrin en merkezi yerlerinde arka arkaya patlayan bombalarla sarsıldığımız günlerdeyiz. Birçoğunun faili belli, hatta ne zaman, nerede patlayacağı bilindiği halde, önüne geçilmeyen patlamalar… Yabancı konsoloslukların, TÜRGEV gibi vakıfların haberdar olup kendi vatandaşlarını-öğrencilerini uyardığı, ama halkın göz göre göre ölüme terk edildiği zamanlar…
Ve bu şekilde yaşamaya “alışın” diyen “sahibinin sesi” yazarlar, politikacılar…
Halk sokağa çıkamaz hale geldi. Zaten amaçlanan da bu. Herkeste korku ve dehşet yaratmak! Düşünme, sorgulama, harekete geçme gücünü felç etmek!
Üstelik sanki bir “doğa felaketi”nden söz eder gibi, “terörle yaşamaya alışmalıyız” diyorlar! ’99 Marmara depreminden sonra “depremle yaşamaya alışmalıyız” nakaratını sıkça duymuştuk. Kaldı ki, bir doğa olayında bile önlemleri alarak, yaratacağı tahribatı en aza indirmek mümkündür. Değil ki, kendilerinin hazırlıkladıkları bir ortamı…
Yaşanan bu olayların, AKP hükümetinin içte ve dışta yürüttüğü politikaların sonuçları olduğunu herkes biliyor. Buna son verdiklerinde, bu bataklığın kısa sürede kuruyacağını da…
Ama AKP, hem bataklığı yaratan, hem de ondan yararlanarak ayakta kalmaya çalışan bir hükümet durumunda. Patlayan bombaları, halkın üzerinde oluşturduğu baskı ve zulmü arttırmak için kullanıyor. “Ya benden yanasınız, ya düşmandan” diyerek, kendisine muhalif olan herkesi “düşman” gördüğünü ilan ediyor ve öyle de davranıyor.
Kendi dilini, kültürünü yaşamak isteyen Kürde de “düşman”, ek zam isteyen metal işçisine de… MİT tırlarıyla cihatçılara silah taşındıklarını ifşa eden gazeteciye de “düşman”, “bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenlere de…
Kimini katlediyor, kimini gaza boğuyor, kimini tutukluyor… Bombaların ve silah seslerinin gürültüsü altında bütün buzsesleri boğmaya çalışıyor. Ve bunlara “alışmamız” isteniyor!
Hayır ALIŞMAYACAĞIZ!
Din kisvesi altında cinsel sapıklık…
Devlet terörü, baskı ve şiddet politikalarıyla, cinsel saldırılar, taciz ve tecavüz olaylarındaki artış, atbaşı gidiyor. AKP hükümeti döneminde kadın cinayetlerinin yüzde bin 400 arttığı biliniyor. Cinsel taciz ve tecavüz olaylarında ise, son bir yılda, on bini aşkın dava açıldığı söyleniyor. Ki bunlar, açığa çıkmış mahkemelere düşmüş olaylar. Daha kaç katının saklı tutulduğunu tahmin etmek zor değil.
Son günlerde açığa çıkan önemli bir gerçek ise, din kisvesi altında cinsel sapıklığın had safhaya varmasıdır. Kimi zaman bir dini vakıfta, kimi zaman bir camide, bir imam hatip okulunda, cinsel tacize veya tecavüze uğradığını söyleyenlerin sayısı bir çığ gibi arttı. Hem de çocuklara, erkek çocuklarına yönelen sapıklığın ne kadar yaygınlaştığını ortaya seren onlarca, yüzlerce vaka…
Peki şaşırtıcı mı? Hayır! Gericilik ve bağnazlık, bir yandan iki cins arasındaki doğal ilişkiyi zorla-yasakla bastırırken, bir yandan da aklı-fikri cinsellikte olan ve onu en sapık haliyle tahayyül eden kişiler yetiştiriyor. Kadınların başını örterek başlayıp, kız ve erkek çocukları ayrı sıralara oturtan, şimdi ilkokul çocuklarının bile başını kapatan zihniyetin geldiği aşamadır bu.
Yakın zaman önce Diyanet İşleri’nden, erkek çocukların annesinin dizinin yukarısını görmesinin haram olduğunu, babalar için ise, 9 yaşındaki kız çocuğuna şevhet duyabileceğini belirten fetvalar gördük. Giderek hemen her konuda Diyanet’in fetvalarıyla topluma yön veriliyor. Televizyon kanalları bu tür programlarla dolu. Bir yandan evlilik ve moda, diğer yandan cinli-perili programlarla halkın beyni yıkanıyor ve toplumsal çürüme derinleşiyor.
Durumu daha vahim kılan, bu sapıklığın korunup kollanmasıdır. Açığa çıkan haliyle 40’tan fazla çocuğa cinsel taciz ve tecavüzde bulunan öğretmenin, hükümete yakınlığı ile bilinen Ensar Vakfı’nda çalışıyor olması, bu gerçeği çok daha bariz hale getirdi. “Aileden sorumlu” türbanlı kadın bakan, “bir defadan bir şey olmaz” diyebilecek bir aymazlık sergileyebildi.
Bombalar gibi taciz ve tecavüze de alışmamız isteniyor! Eğitim için gönderilen okullarda, yurtlarda çocuklarımıza yapılan sapıklığa göz yummamız, sineye çekmemiz bekleniyor!
Bir kere daha söylüyoruz: ALIŞMAYACAĞIZ!
Önce yıkım, sonra rant
Aylardır Kürt il ve ilçeleri abluka altında. Suriye’yi aratmayan bir yıkım yaşandı. Yüzbinlerce kişi evinden-yurdundan edindi. Binlercesi katledildi, bodrumlarda yakıldı. Resmi açıklamalara göre, Temmuz ayından itibaren yapılan operasyonlarda 5 bin 359 kişinin “etkisiz hale getirildiği” (katledildiği ya da tutuklandığı) söyleniyor. Erdoğan, kolluk kuvvetlerinden 355 öldüğünü, ama onun sekiz-on katı oranında gerillanın katledildiğini övünerek bildiriyor. Ölü sayısını yarıştırarak kendince zaferini kutluyor!
Her işgalci güç gibi, yakıp yıktıktan, asıp kestikten sonra, bundan elde edecekleri siyasi ve ekonomik rantın hesabını yapıyorlar. Uzun bir süredir hedefe çaktıkları HDP’nin elinde olan belediyeleri, darbe yoluyla ele geçirme çabası içindeler. Bölgedeki ismiyle DBP’li belediye başkanları ve meclis üyelerinin PKK ile ilişkili olduğu, ona finans desteği sağladığı vb. gerekçelerle zaten bir kısmı hapse atılmış durumda.
İçişleri Bakanlığı, “vatandaşların belediyeden hizmet alamadığı için şikayet yağdırdığını” söyleyerek, bu belediyelere el koymanın yollarını döşüyor. Bunun için iki yolu devreye sokuyorlar: Birincisi, Büyükşehir Belediye Yasası’nda değişiklik yapılarak “hizmet götürmeyen belediyelerin” ödeneği kesmek; ve ikincisi, PKK’ye yardım ettikleri iddasıyla haklarında dava açılan belediyelere merkezden kayyum göndermek…
Kayyum atamanın, AKP’nin son dönemki el koyma biçimi olduğunu, medyadan biliyoruz. Şimdi sırada belediyeler var. Güya seçimleri herşeyin üstünde gören ve kendini o şekilde aklamaya kalkan AKP, seçimle gelen belediyelere kayyum atayarak, gerçekte darbe yapıyor. Keza HDP’li vekilleri meclisten atmak için “dokunulmazlıkların kaldırılması”nı istiyor. Demokrasiyi artık bir maske olarak bile kullanma gereği bile duymadan, tüm yasaları-kurumları çiğneme pahasına saldırıya geçmiş durumdalar. Gün geçmiyor ki, yeni bir hukuksuzluk ve saldırı furyası ile karşılanmasın.
Aylardır kuşatma altına yakıp yıktıkları Diyarbakır’ın Sur ilçesi için “acele kamulaştırma” kararı çıkardılar. Bunun adı el koymaktır, gasptır. Sur’da yaşayan halkın birçoğunun tapusu yok. Zaten ‘90’lı yıllarda zorla boşaltılan köylerden gelip buraya yerleşmişler. Şimdi oradan da atılıyorlar.
Başbakan Davutoğlu, daha önce açıkladığı “master planı” ile bölgeye TOKİ’nin gireceğini söylemişti. AKP döneminde en büyük emlak tekeli haline gelen TOKİ ile, bir yandan büyük bir rant vurgununa hazırlanıyorlar; bir yandan da ‘90’lardan daha büyük bir Kürt göçü yaratıp bölgenin demografik yapısını değiştirmeyi amaçlıyorlar.
Özellikle Suriye’ye sınır olan Kürt illerine Suriyeli mültecileri yerleştirerek “Arap kuşağı” oluşturma planları yapılıyor. Bu şekilde hem Rojava’da kurulacak olan Kürt federal bölgesini Arap gericileriyle kuşatmayı, hem de Türkiye’deki Kürt bölgesinin nüfus yapısını değiştirip “ulus” olmanın en önemli kriterlerinden olan “toprak bütünlüğü”nü yok etmeyi hedefliyorlar.
Ve bütün bunlara halkın boyun eğmesini istiyorlar. Kürt halkını sindirebilmek için evlerini yıktılar, çocuklarını yaktılar, cenazelerine bile ulaşamaz hale getirdiler. Üç bodrum katından 167 cenaze çıkartıldı. Kimyasal silahlarla öldürüp yaktıkları için cenazeler tanınmaz halde. Öyle ki, birçoğu aileleri tarafından bile teşhis edilemiyor. Teşhis edilenler bir torbanın içinde ailelerin eline tutuşturuluyor. Hem de polislerin sırıtan bakışları altında…
Bunlara “alışmak” mümkün mü?
Bin kere hayır!
Acılara alışılmaz!
Egemenler, sadece sömürü ve zulme değil, yaptıkları her şeye bizi alıştırmak istiyor. Önce hırsızlığa-yolsuzluğa, şimdi ise bombalara-katliamlara, tacize-tecavüze, yakıp-yıkmaya “alışın” diyorlar.
Savaşa “alışın”, faşizme “alışın” diyorlar!
Ama bu insanlık dışı rejimlere ve uygulamalara alışılamaz! Bunlara alışmak; insanlıktan çıkmak demektir. İnançlarımızı, değerlerimizi, kimliğimizi yitirmek demektir!
ALIŞMAYACAĞIZ!
Ama sadece alışmamakla da kalmayıp, UNUTMAYACAĞIZ, AFFETMEYECEĞİZ!
Çocuklarının cenazesine bile ulaşamayan aileler, bunu unutabilir mi? Molozlar arasından birkaç eşyasını bulmaya çalışan insanlar, bunu unutabilir mi? Dini eğitim verilen bir yerde öğretmenin tacize-tecavüze uğrayan çocuklar, (“bir kere” bile olsa!) bunu unutabilir mi? Ankara’da, İstanbul’da patlayan bombalarda sevdiklerini kaybedenler, bu acıyı unutabilir mi?
Ne unutulur, ne de affedilir!
Sur’u yakıp yıktıktan sonra Genelkurmay, bu operasyon “Nobel barış ödülüne layık” demiş! İspanya’da Franko faşizminin yerle bir ettiği Guernica, Picasso’nun tablosu ile ölümsüzleşmiştir. Picasso’nun resim sergisini gezen bir subay, resmin önüne gelip “çok güzel bir eser” der. Picosso’nun yanıtı çok çarpıcıdır: “O eseri siz yaptınız!”
Şimdi Türk subayları yarattıkları “eser” ile övünüyor! Yeni Guernica’lar yaratıp, bundan ödül bekleyenler unutulabilir mi?
Bir halkı kırıp geçiren, en yiğit evlatlarını vahşice katleden bir savaşa “vatan savunması” diyerek alkış tutanlar unutulabilir mi? Halkın kan ağladığı bir dönemde “en mutlu günlerimi yaşıyorum” diyenler unutabilir mi, affedebilir mi?
Bu halk, Erdoğanları da, Perinçekleri de asla unutmayacak ve asla afftemeyecek! Ve elbet birgün, er ya da geç mutlaka hesabını soracak!