“Özgürlük” mü “Güvenlik” mi?

elleri-kelepceli

Merkezi yerlerde ve doğrudan halkın içinde peşpeşe patlayan bombalar, bu soruyu tartışmaya açtı: “Güvenlik”mi, “özgürlük” mü?

Şimdi dünyanın pekçok ülkesinde, hükümetler halka bu soruyu soruyorlar. Bir taraftan da peşpeşe yeni “terörle mücadele” yasaları çıkartıyorlar, kararlar alıyorlar, güvenlik önlemlerini artırıyorlar.

Son patlayan canlı bombalardan sonra, Türkiye’de de benzer bir durum yaşanıyor. Polis kontrol noktaları artırılıyor, birkaç gün içinde 50 binden fazla insana GBT (Genel Bilgi Tarama) yapmakla övünülüyor, bu taramalarda 300’den fazla “suçlu”nun yakalandığı öne sürülüyor. Bu arada tüm eylem ve etkinlikler yasaklanıyor, yasağa rağmen etkinliği yapmak için ısrar edenlere, polis “bomba patlama ihtimali”ni hatırlatıyor ve saldırıyor. Havaalanı, AVM gibi alanlarda kontroller sıkılaştırılıyor. Sokaklardaki kamera sistemleri sayıca artırılıyor, teknik kapasiteleri güçlendiriliyor.

Yapılan tüm bu değişikliklerle, yaşantımız dört bir yandan kuşatılıyor; her alanda polis baskısı artırılıyor; eylem yapma, hakkını arama, itiraz etme hakkımız gaspediliyor ve hak gasplarının hesabı sorulamaz hale getiriliyor. 

Dahası, bu duruma itiraz eden her kesim “güvenlik mi, özgürlük mü” sorusuyla susturuluyor.

Ancak bu yanlış bir sorudur. Çünkü güvenliği sağlamanın tek yolu, özgürlüklerin kısıtlanması değildir. Son yaşanan saldırılara bakıldığında bile, “güvenlik” sorununun farklı ele alınması gerektiği açıkça görünür.

Yaşanan bombalı saldırıların ezici çoğunluğunda, devletin çeşitli kurumlarının ya eylemin yapılacağını, ya eylemi yapacak kişilerin kim olduğunu, ya da eyleme dönük hazırlığı önceden bildiği ortaya çıktı.

Ankara Kızılay’da gerçekleşen bombalı saldırıların ikisinde de, TÜRGEV üyelerine, saldırılardan birkaç saat önce, “Kızılay’a gitmeyin” mesajı gönderilmiş! Benzer biçimde, ABD’nin de bu saldırılardan haberi olduğu ve kendi vatandaşlarını uyardığı anlaşıldı.

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde yapılan bombalı saldırıdan bir gün önce, Taksim’de bulunan Alman Konsolosluğu, iki günlüğüne kapalı olacağını duyurmuştu.

Fransa’da 2013 yılında PKK’nin yönetici kadın kadrolarına dönük olarak düzenlenen suikast saldırısında MİT’in ve Fransız istihbaratının bilgisi olduğu, sonradan ortaya çıkmıştı.

Yine Fransa’da, 2015 Ocak ayında Charlie Hebdo dergisine dönük katliam ile, 2015 Kasım ayında gerçekleştirilen Paris katliamının failleri, devletin bilgisi dahilindeydi.

 

Terörizmin arkasında devletlerin desteği

Kurumların bilgisi, eylemin son aşamasıyla sınırlı değil elbette. Saldırıları gerçekleştiren örgütlerin genel durumuyla ilgili de yeterince bilgiye sahip durumdalar. Hatta kimi durumlarda, doğrudan devletler tarafından yönlendiriliyorlar.

Bugün dünyanın dört bir yanından cihatçı barındıran ve her yerde eylem yapma gücüne ulaşmış olan IŞİD’in ilk ortaya çıkışını unutmayalım: ABD tarafından organize edilen, Türkiye, İsrail, Ürdün’den devlet yetkililerinin, Irak’tan Barzani ve Sünni aşiret temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda, IŞİD’in harekete geçmesi kararlaştırılmıştı. Toplantı, 1 Haziran 2014’te yapılmış, orada alınan karar doğrultusunda, IŞİD 10 Haziran’da Musul’un işgaline başlamıştı. Bugün IŞİD’e karşı savaşıyor görünen ABD’nin, IŞİD’in arkasındaki en büyük destekçi olduğunu bilmeyen kaldı mı?

Benzer bir durum, Belçika için de geçerlidir. Belçika’da IŞİD örgütlenmesinin, adeta önü açılmış durumdadır.

Brüksel’deki bombalı saldırıyı gerçekleştiren IŞİD’linin, Türkiye’den iki defa sınır dışı edildiği öğrenildi, Belçika yetkilileri sonradan bunu doğruladı. Bu süreçte, Belçika’da radikal İslamcı teröristlere nasıl davranıldığını da öğrenmiş olduk. Belçika İçişleri Bakanı’nın açıklamasına göre, Belçika, nüfus oranı açısından Suriye’ye en fazla cihatçı gönderen Avrupa ülkeleri arasında. Suriye’de savaştıktan sonra Belçika’ya dönen 451 cihatçı, devlet tarafından biliniyor; ve bunların büyük bir bölümü tutuksuz yargılanıyor. Bir kısmı, sonradan ortadan “kayboluyor”. Mesela Suriye’ye 3 kez gitmeye çalışırken yakalanan 15 yaşındaki bir cihatçı, her seferinde serbest bırakılıyor; hapis yerine evde elektronik kelepçe cezası verilen bir başka cihatçı ise, sonra evinde bulunamıyor.

Brüksel saldırısını gerçekleştiren Bakraoui, Türkiye’den önce Temmuz 2015’te Hollanda’ya, ardından tekrar geri gelmesi üzerine Ağustos 2015’te Belçika’ya sınırdışı ediliyor ve IŞİD’çi olduğu bilinen Bakraoui konusunda ne Türkiye’de, ne Hollanda’da, ne de Belçika’da hiçbir işlem yapılmıyor.

Türkiye’deki tablo ise daha vahimdir. IŞİD’li olduğu tespit edilen kişiler Suriye’ye girmeye çalışırken ya da Suriye’den dönerken yakalandığında, hiçbir soruşturmaya tabi tutulmuyor, onlara hiçbir dava açılmıyor; sınır illerinde bulunan Geri Gönderme Merkezi’ne yerleştiriliyor. “Yabancı terörist savaşçı” olarak tanımlanan bu kişiler, başta Avrupa olmak üzere başka ülkelere gönderiliyorlar. Yani IŞİD’çiler, dünyanın dört bir yanına, “yabancı terörist savaşçı” olduğu bilinerek, gönderiliyor. Türkiye ise, IŞİD’çi transfer merkezi gibi çalışıyor.

Ancak Türkiye’nin IŞİD’le ilişkisi, salt “cihatçı ihracı” ile sınırlı değil. Bir yanıyla, Suriye’deki savaşta IŞİD’in ve diğer radikal İslamcı çetelerin en büyük destekçisinin AKP hükümeti olduğuna dair sayısız bilgi ve belge çıktı. MİT tırlarıyla cihatçılara silah ve her türden lojistik yardımın gönderilmesi; Suriye’de savaşırken yaralanan cihatçılara, İstanbul’da en lüks özel hastanelerde tedavi ve bakım sağlanması; Bolu başta olmak üzere birçok kentte cihatçılara silahlı eğitim kampları kurulması; cihatçıların temsilcilerinin Türkiye’de en lüks otellerde toplantı yaptırılması; Ağaoğlu’nun sitelerinde cihatçılar için özel katlar, bölümler tahsis edilmesi; cihatçılara yeşil kart verilmesi gibi ilk anda sayabileceğimiz pekçok haber, çeşitli tarihlerde basında yer aldı.

Yanısıra, sadece Suriye’deki savaşa dönük olarak değil, ülke içindeki IŞİD örgütlenmesi de AKP eliyle beslendi, büyütüldü. Ve burada yetişen caniler, 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamları da içinde olmak üzere, pekçok eylemin faili oldular.

Bu saldırıların herbirinde, yaptıkları telsiz konuşmalarından, kullandıkları ikiz plakalara, bombanın nerede hazırlandığından, hangi güzergahla getirildiğine dair hemen her şey, devletin kayıtlarında yer alıyor.

* * *

Bugün devletler, daha fazla güvenlik ve yaşam alanlarımızı daraltılması pahasına, halka “güvenlik” sağlayacaklarını iddia ediyorlar. Ve bu kadar baskı ve hak gaspına razı olmamızı istiyorlar.

Gerçekte ise, öyle çok özel “güvenlik” önlemlerine ihtiyaç yok. Radikal İslamcı çetelerin örgütlenmeleri ve eylemleri çok “illegal”, bilinmeyen, öngörülemeyen eylemler; bu saldırıları gerçekleştirenler ise, uzaydan gelmiş, bir anda ortaya çıkmış kişiler değil! Tam tersine, devletin çok iyi bildiği alanlarda, açıktan IŞİD tabelası, bayrağı ya da onları çağrıştıran bir sembolü olan yerlerde yaşıyor, örgütleniyor, güç kazanıyorlar.

Adıyaman’daki çay ocağı, İstanbul-Bağcılar’daki IŞİD logolu dernek, Ankara Hacıbayram’daki Kuran kursu, Antep’teki “canlı bomba yeleği” dikim atölyesi… Son derece açık ve aleni bir örgütlenmeleri, faaliyetleri var. Dahası, Türkiye’deki canlı bombaların birçoğunun ailesi, çocukları sözkonusu katliamı gerçekleştirmeden önce, çocuklarını devlete ihbar etmişler, engel olmasını istemişler, kendi bölgelerindeki IŞİD yuvasını işaret ederek kapatılmasını talep etmişler.

Yani, Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir bölgesinde; daha fazla “güvenlik”, daha fazla hak gaspı, daha fazla özgürlüklerin kısıtlanması ile radikal İslamcı çetelerin durdurulacağını iddia etmek, salt bir demagojiden ibarettir.

Kitlelerin haklarına ve yaşam standartlarına hiçbir kısıtlama getirmeden, her bir devletin, (en başta da AKP’nin) kendi ülkesindeki radikal İslamcı çetelere olan desteğini ve bağını kesmesi, bu saldırıları durdurmak için yeterlidir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …