Arama noktasına yaklaşırken, “işte başlıyoruz” dedik. Zırhlı araçlar, beton bloklarla yol daraltılmış, devlet yolu kesmiş bekliyor.
Cizre’de ablukanın kaldırıldığı ilk günlerde, devlet içeriye girişlere ve özellikle de basına dönük engelleme çabası, bu kadar boyutlu değildi. Sayısız haberci gitti, yıkımın, katliamın fotoğraflarını çekti, anlatılarını yayınladı. O dönemde böyle davranması, “demokrasi” veya “esneklik” belirtisi değil, psikolojik savaş politikalarıyla ilgili bir durumdu. Devlet vahşetin yaygın biçimde duyulmasını ve böylece genel olarak bir “korku” ve “yılgınlık” etkisi yaratmasını; Cizre’de ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde bu haberleri okuyanların dehşete kapılmasını istiyordu.
Hatta yapılan haberlerle de yetinmiyor, bazı görüntüler doğrudan JİTEM tarafından internete sızdırılıyordu. Hacı Lokman Birlik’in bedeninin sürüklendiği görüntüler, ablukadan çıkmak isteyen bir grup gencin, üzerlerinde sadece iç çamaşırlarıyla duvar dibindeki fotoğrafları, devletin yıldırma politikasının araçları olarak servis edilmişti.
Ancak bu politika tutmadı. Yaşanan vahşet, korkuyu değil, tepkiyi büyüttü. Zaman geçtikçe, katliam ve yıkım görüntüleri, hem içeride hem de dışarıda devlete karşı tepkiyi büyüttükçe, Cizre’yi görmek isteyen heyet ve basına karşı tavır da sertleşti. Artık Cizre’ye girmek son derece zor. Devlet kontrol noktalarında özel zorluklar çıkarıyor. Bu nedenle genellikle arka yollar, köylerden geçişler tercih ediliyor. Biz ise heyet olarak yola çıktığımız ve önceden basına da haber verdiğimiz için, doğrudan arama noktasına yöneldik.
Cizre’de halka saldıran katiller karşılıyor bizi. Kimlikler toplanıyor, araçlar aranıyor… Biri sürekli kaydediyor. Bir irade savaşı bu. Her noktadan engeller diziyorlar önümüze. “Gireceğiz”, “giremezsiniz” tartışmasının ardından, “girmenize izin veriyoruz, ama basın açıklaması ya da toplu yürüyüş yapmayacaksınız” diyor, kontra şefi. HDP Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, “zaten programımızda basın açıklaması yok” diyor. “Güvenliğimiz için” bizimle birlikte geleceklerini söylüyorlar. Onlar olmadığında daha güvendeyiz aslında; Cizre halkının da bizim de güvenliğimize en büyük tehdit onlar. Ardından milletvekilinin arabasına takıyorlar kancayı: Trafik cezası varmış! Arabayı alıkoymaya, Gülser Yıldırım’ın bizimle devam etmesine engel olmaya çalışıyorlar. Yapılan itirazlar sonucunda geri adım atmak zorunda kalıyor, ceza keseceklerini söyleyerek yolu açıyorlar. Ve Cizre ziyaretimiz başlıyor.
Direnişin Cizre’si
Bir gün önce, Cizre Belediye Eşbaşkanı Leyla İmret ile, Mardin’de bir görüşme yapmıştık. Mardin Belediyesi’nden destek istemek üzere gelmiş. Bölge belediyeleri, özellikle altyapı ve inşaat konularında yardım ediyorlar. Bize uzun uzun Cizre’yi anlattı. Kendisinin Türkçesi zayıf, bizim içimizde de Kürtçe bilmeyen arkadaşlar olduğu için, başlangıçta iletişim konusunda biraz sıkıntı olabileceğini ifade etmişti. Ancak direnişin dili ortak; oldukça verimli bir sohbet oldu.
Çok genç bir insan Leyla İmret; 93’te, daha çocuk yaştayken Cizre’de köyler yakılıp boşaltıldığında Avrupa’ya gitmişler. Bir şehit çocuğu ve ailede başka şehitler de var. Sonrasında geri dönüyor, belediye seçimlerinde kazanıyor ve direniş boyunca Cizre’nin mahallelerinde, halkla beraber kalıyor.
Onun hikayesi, Cizre’deki halkın hikayesi aslında. ‘90’ların başında Cizre, Kürt halkının direniş odaklarından birisi. Her evden en az bir şehit var. Köyleri boşaltılınca başka kentlere gidip yeni bir yaşam kuranlar olmuş; bir kısmı da geri dönerek burada yaşamını kurmuş. ‘93’te köylere saldıran devlet, bugün doğrudan kent merkezini hedef alıyor. Direniş odağı kent merkezlerine taşınmış durumda. O günün “taş generalleri” büyüdü, bugün kendi mahallelerini savunmak için direniyorlar. ‘90’larda her evden en az bir şehit vardı, şimdi her görüştüğümüz Cizreli 2-3 şehit anlatıyor bize.
Cizre’de ziyaret programı oldukça dolu. Önce HDP’nin kurumlarının olduğu binaya gidiyoruz. Belediye Eşbaşkanı Kadir Konur bilgilendirme yapıyor. Ardından, heyetteki parti ve kurum temsilcileri konuşuyorlar; destek ve dayanışma mesajları veriliyor bu konuşmalarda. PDD temsilcisi ise yaptığı konuşmada, Cizre’de yaşananların vahşet ve katliamdan ibaret olmadığını, aynı zamanda burada çok güçlü bir direnişin yaşandığını belirtiyor. ‘90’lı yıllarda katliamları yaşayan çocukların, savaşın içinde büyüyerek bugünlere geldiğini; bugünkü katliamlar karşısında da kendi yaşam alanını savunmak için harekete geçtiğini, kendi yaşam alanını savunmak için direndiğini ifade ediyor.
Buradaki konuşmaların ardından, Mehmet Tunç ve Abdülkadir Taşkıran’ın evlerine taziyeye gidiyoruz. Bunlar sembolik taziye ziyaretleri. Onların şahsında, tüm Cizre şehitlerini anıyoruz. Zaten her taziye evinde, yakın civardaki şehit aileleri toplanmış olarak bizi bekliyorlar. Ve hiçbirinde, cenaze evlerinin hüznü, acısı yok. Büyük bir sahiplenişle bizi karşılıyorlar. Yürekten bir “xerhatın” çıkıyor ağızlarından. Aylar süren ablukanın yorgunluğuyla değil, haklı davalarının inancıyla konuşuyorlar bizimle.
“Ölüm sıralı olmalı” denir ataların sözlerinde. Hayatın doğal akışında, evlatların ana-babalarını gömmesi beklenir; savaş zamanlarında ise onlar evlatlarını gömüyorlar. Ölüm sırayı bozuyor, önce en gençleri alıyor aramızdan. Bir kuşak, 16-30 yaş arasındaki genç kuşak, bombardımanlarda, vahşet bodrumlarında yok ediliyor.
Dahası, onu bile çok görüyorlar Kürt halkına. Kimisine bir küçük torba veriliyor “al bu senin çocuğun” diye; kimisine sadece bir kol parçası… 79 cenaze daha hala Adli Tıp’ta bekliyor, kimlik tespiti için; öylesine tanınmaz haldeler ki, DNA tespiti gerekiyor, ailenin çocuğunu bulabilmesi için… Büyük kentlerde bir günde yapılan DNA tespiti, abluka altındaki Kürt kentleri için, haftalarca süren bir işkenceye dönüştürülüyor. Yıkılan binaların molozlarının boşaltıldığı alanda kendi eşyalarını bulmaya çalışan insanlar, yanmış bir insan kemiği ya da bir organ parçası buluyor… Yaşanan katliamın acıları, cenazeleri bile bulamamanın acısıyla katmerleniyor.
Ama bütün bu acılardan daha derin, daha güçlü bir şey var taziye evlerinde bizi karşılayan insanların yüzlerinde… Evlatlarını kaybetmişler, ancak bütün bir halkı evlat edinmenin vakur duruşuyla karşılıyorlar bu acıyı. Vahşet bodrumlarında katledilen bir babanın, yeni doğan bebeğinde can buluyor bu halkın umutları. Bize rehberlik eden Cizreli grubun içinde yer alan bir “mele”, taziye duasını verdikten sonra yaptığı konuşmada “gelişiniz barışa, dönüşünüz hukuka vesile olsun” diyor derin bir inanmışlıkla…
Bir halka “intikam” saldırısı
Büyük bir katliamın, pervasız bir saldırının izleri, kentin her noktasında kendisini gösteriyor. Bütün binalarda çatışmaların izleri var. Ev ev çatışma ve yıkımın yetmediği yerlerde, Cizre’yi çevreleyen tepelerde havan atışları ile doğrudan binalar hedef alınarak yıkılmış.
Devletin saldırısı, “intikam”la yüklü… Halkla çatışıyor, halkı öldürerek yokediyor, kalanlar için ise, kenti-evleri yaşanmaz hale getirmek için uğraşıyor. Kanalizasyon ve su sisteminin tahrip edilmesi, en önemli yaşamsal ihtiyaçları darbeliyor. Yanısıra devlet, sağlam görünen bütün evlerdeki eşyaları kullanılmaz hale getirmiş durumda. Cizre’nin ağır sıcağında en önemli ihtiyaç kalemi olan klima ve buzdolapları baltalarla parçalanmış. Evlerdeki su depoları kurşunlanarak, kırılarak kullanılmaz hale getirilmiş. Televizyon, ocak, fırın gibi eşyalar kırılmış ya da baltalarla doğranmış. Yol kenarında, üstüste yığılmış beyaz eşya enkazlarını görüyoruz. Kadınlar evlerin önünde leğenlerde çamaşır yıkıyorlar. İlçede beyaz eşya namına hiçbir şey kalmamış çünkü. Ve bunlar olmadığında, yaşam daha da zorlaşmış, günlük yük ağırlaşmış.
Kirli savaşın en kirli kuralları uygulanıyor burada. Psikolojik saldırının sınırları aşılıyor. Mesela tencerelerin içine tuvaletlerini yapıp ortaya bırakmışlar. Gardıroplar açılıp, içindeki kıyafetler kurşunlanmış. Odalara prezervatifler saçılmış. Özellikle kadın iç çamaşırları kirletilerek yerlere atılmış. Bakliyat ve gıda paketleri tahrip edilmiş. 12 Eylül hapishanelerinde yaşananları hatırlatıyor bu tablo. Önce tutsakları öldüresiye dövüp, ardından tutsaklara ait tüm giysileri koğuşun ortasına toplayıp, üzerine salça, yağ, yemek, lağım suyu vb. dökerek, kendi tuvaletlerini yaparak kullanılmaz hale getirirlerdi. Şimdi bunu çok daha büyük ölçekli yapıyorlar. Metris cezaevinde yatanlar, bu saldırılardan sonra ortadaki bu pislik yığınının etrafında halay çekip marş söylediklerini, sonra temizliğe başladıklarını anlatırlar. Şimdi de Cizre halkı kolektif bir bilinçle ayağa kalkmaya çalışıyor.
Vahşet bodrumları ise, saldırının doruk noktasını temsil ediyor. Doğrudan içindeki yaralıları öldürmek amacıyla havan topu atılan binalar bunlar. Öncesinde, uzun bir süre devlet kenti boşaltmayı başaramamış. Evler bombalandıkça, insanlar komşularının evlerine geçmişler. Tabi bütün kapılar dayanışmaya açık, yemekler ortak. En son 500 kadar insan, görece daha güvenli bir sokağa sığınmış. Etraflarındaki çember giderek daralmış. Buna rağmen gitmemişler. Top sesleri, kurşun yağmurları altında günler geçmiş. Halk buradan çıkmamak için herşeyi yapmış. Bir gün devlet, kimyasal kullanacağını anons etmeye başlamış. Geride kalanlar, herşeyi bırakarak çıkmak zorunda kalmışlar. Birinci bodruma saldırı, bu aşamada gerçekleşmiş.
Bodrum saldırısında devlet havanla binayı yıktıktan sonra, hayatta kalma ihtimalini ve saldırının kanıtlarını yoketmek amacıyla bir de yakmış. Üç vahşet bodrumundan sadece birini görebildik. Bu ilk olarak gündeme gelen bodrumdu. Beş katlı bina, tek kat haline gelmiş. Öylesine yerle bir edilmiş durumda. Yanık kokusu hala duyuluyor. O sokaktaki bütün binalar ağır biçimde tahrip edilmiş. Cizre Halk Meclisi üyesi Mehmet Tunç’un, “Teslim olmayacağız! Diz çökmeyeceğiz!” haykırışının ardından şehit düştüğü bodrum burası. Zaten bodrumun içine girer girmez herkes birden sessizleşiyor. Burada gün gün yaşananlar geliyor akla. Adeta şehitlere bir saygı duruşu gibi, fazla konuşmadan fotoğraflar çekiliyor; enkazın içinde direnişin izleri aranıyor.
Diğer iki vahşet bodrumunun enkazı devlet tarafından kaldırılmış. HDP’li kurumlar, buraya anıt dikmek istediklerini, ancak devlet tarafından engellendiklerini söylüyorlar.
Devletin baskısını çeşitli biçimlerde hissetmeye, görmeye devam ediyoruz. En başta bizim tepemizden hiç ayrılmayan, çocuk fotoğraflarını çekerken müdahale etmeye çalışan, her hareketimizi kaydeden kontralar, devletin en somut hali olarak karşımızdalar. Duvarlardaki ırkçı-faşist yazılamalar, sokaklarında yürüdüğümüz kentin bir savaş bölgesi, gördüğümüz yıkımın “deprem” yada benzeri bir felaket değil, sistemli bir devlet politikası olduğunu her adımda bir kere daha yüzümüze çarpıyor. Rangerler, zırhlı araçlar, kentin dört bir yanında, halka korku salmak için dolanıyor.
Cizreliler, “Cizre’de kuş yok artık” diyorlar. Devletin vahşi saldırısı, sadece insanları değil, sokak hayvanlarını da yoketmiş. Ve bir halk, herşeyini kaybediyor; çocuklarını, evlerini, ev eşyalarını, kuş seslerini…
Geriye kalan; bunları kaybederken verdikleri direnişin coşkusu ve yeniden başlamak için umutları…
Cizre yaralarını sarıyor
80 gün süren abluka boyunca devletin terörü kentin sokaklarına sinmiş, içine işlemiş. Ancak halkın direnme ruhu da bu sokaklarda elle tutulur biçimde canlı hissediliyor. Çocuklar bizi gördükleri anda daha bir coşkun gülüşüyorlar ve eller hemen yukarı kalkıyor, zafer işaretleri donanıyor başlarının üzerinde. 20’li yaşlarının başında bir genç kadın, “beş çocuğumla birlikte girdim arka odaya oturdum, nereye gidebilirim ki” diyor; vahşete rağmen yaşam alanını terketmemek için nasıl direndiğini anlatıyor. Yoldan geçerken evlerinin dış cephesindeki mermi izlerini sıva ile kapatmakta olan insanlar görüyoruz mesela. Belediyenin evlerini tamir etmeye çalışan ailelere çimento vb. inşaat malzemesi verdiğini öğrenmiştik Eşbaşkan Leyla İmret’in konuşmasından. Rojava Yardım Derneği’nin ve belediyenin yardım dağıtımları, saldırının izlerini silmeye yeterli değil elbette, ama yaşamı kolaylaştıran bir rol oynuyor. Ve dayanışma arttıkça, hayatın düzene girmesinin mümkün olacağını gösteriyor.
“Hendek günleri”nde oluşan komün yaşam, abluka boyunca ve sonrasında da etkilerini sürdürüyor. Zaten saldırılar başlamadan önce, yaşamın birlikte örgütlenmesinden uyuşturucuya karşı mücadeleye kadar son derece önemli adımlar atılmış “hendek”lerin ardında. Kitlenin kaynaşması, sorunlarına birlikte çözüm araması, güven içinde yaşaması, yemeğini-yaşamını paylaşması; sonrasında saldırı başladığında, direnişin güçlü olmasını sağlayan unsurlardan birine dönüşmüş. Bugün de, saldırıların ağırlığına rağmen, ‘90’larda yaşananın aksine, kitlenin fazla uzaklaşmaması, sadece evine değil, burada kurulan yaşama da bağlılığın bir göstergesi.
Sokağa çıkma yasağı bahanesiyle evinden kopartılan insanlar, yakın köylere, çevre mahallelere geçmişler, akraba evlerine sığınmışlar. Kimyasal tehdidi üzerine apar topar kuşatma bölgesinden çıkanlar, ilçenin merkezine geçmiş. Bir oda bulan yerleşmiş. Bir evin içinde 40-50 kişiyle aylar süren ablukanın kalkmasını beklemişler. İş yok, okul yok, yaşamını sürdürmek için en temel ihtiyaçlar yok… Ancak beklemiş insanlar; ve abluka kalktığı anda geri dönmüşler. HDP’li temsilciler, Cizre’de halkın yüzde 80’inin geri döndüğünü söylüyor. Bu rakam, Cizre’nin gücünü, yılgınlığa düşmeden yaşamına sahip çıktığını gösteriyor.
Savaş ile en ağır terörü estirmesine rağmen direnişi ve kitlenin inancını yoketmeyi başaramayan devlet, bugün yardımları engelleyerek baskıyı derinleştiriyor. Mesela acil ihtiyaç olarak başka kentlerden gönderilen 100 tane buzdolabının, Cizre’ye girmesine izin vermiyor. Evsiz kalan aileler için, belediyenin kurumlarının yerleşime açılmasını engelliyor. Yardım faaliyetlerine katılmak üzere araçlarla topluca Cizre’ye gelen gençleri içeri almıyor. Bizim ziyaretimizin devam ettiği sırada, Rojava Yardım Derneği’nin basıldığı ve yardım faaliyetinin devlet tarafından engellendiği haberi geldi.
Cizre’de geçireceğimiz süre çok kısa olmasına rağmen, HDP’li kurumların iyi organize etmiş olmaları sayesinde ziyaret oldukça verimli geçmişti. Programın bitmesinin ardından Cizre’den ayrıldık. Kent içinde sürekli bizi gözlem altında tutmaya çalışan devlet de, çıkış noktasında ayrıldı.
Yol kıvrılınca, Cizre’ye bir tepenin üzerinden bakma olanağına kavuştuk. Kentin ismi (Cizre “ada” anlamına geliyor) böylece daha bir anlam kazandı. Ortasından geçen Dicle Nehri, tam kent merkezinde bir ada gibi kıvrılıyor. Cizre aslında son derece stratejik öneme ve 6 bin yıllık tarihi birikime sahip bir kent. İlk olarak MÖ 4000 yılında, Kumme Krallığı’nın başkenti olmuş Cizre. Sonraki tarihi boyunca, içinde yer aldığı devletlerin önemli kentleri arasında yer almış. Nuh Tufanı ile ilgili rivayetlerden biri de Cizre ile ilgilidir. Rivayete göre, Nuh’un gemisi Cudi Dağı’nın üzerinde karaya oturmuş; Nuh, Cizre kentini kurup, burada ölünceye kadar yaşamış. Mem u Zin destanının doğum yeri de Cizre’dir. Onların türbeleri Cizre kentinin içindedir.
1500 yıllık tarihi yapıları ile, son derece güzel ve önemli bir kenttir Cizre. Ve bugün devlet kenti yerle bir ederken, bu tarihi ve birikimi de yoketmektedir.
Cizre’yi geride bırakıp İdil’e doğru devam ederken, Belediye Eşbaşkanı Kadir Konur’un yaptığı konuşmayı düşünüyoruz: “Cizre ağır yaralıdır, Cizre çok büyük acılar çekmiştir. Ama kesinlikle ölüm döşeğinde yatan bir hasta değildir. Bu böyle bilinmelidir. Güçlü bir dayanışma, güçlü bir elbirliğiyle Cizre eskisinden daha güçlü ayağa kalkacaktır!”
“Cesur ve mert” İdil
İdil girişinde, yine bir kontrol noktası durduruyor bizi. Buradaki polisler Cizre’dekilerden biraz farklı. Tümü komanda kıyafetleri içinde, ellerinde ağır silahlar, başlarında ise “safari” tipi şapkalar var. Sokağa çıkma yasağı olan kentlerdeki ev operasyonlarına katılan özel harekatçılara “avcı” adı verildiğini duymuştuk. Gerçekten de, “avlanmak” amacıyla “safari”ye çıkmış gibiler. Ve bize de, bir “av” gibi bakıyorlar.
Bir ayrıntı da ellerindeki eldivenleri… Hepsi beyaz lateks eldiven (ameliyat eldiveni gibi) takmış. Bu kadar sıcak bir havada, böylesine terleten ve rahatsız eden eldivenler neden takılır? Parmakizi bırakmamak dışında bir neden olabilir mi?
Sabah Cizre’ye doğru yeni hareket ettiğimiz sırada, Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız ile yolda karşılaşmıştık. Aslında programa göre, Faysal Sarıyıldız ile Cizre’de buluşmayı planlıyorduk. Ancak birkaç gün önce, arabasında yapılan bir arama sırasında bir silah “bulunmuş”! Silahın kendisine ait olmadığını, kimin koyduğunun da belli olmadığını anlatıyor. Bununla ilgili gelişmeleri takip etmek üzere yola çıkması gerekince, yolda bizimle ayaküstü buluşup ayrılmıştı. Eldivenli özel harekatçıları görünce, bu durum farklı bir anlam kazanmış oldu.
Önce İdil Kültür Merkezi’ne gidiyoruz. Burada bizi Belediye Eşbaşkanı Mehdi Aslan karşıladı ve ilçenin durumuna ilişkin bilgi verdi.
Eşbaşkanın anlattıkları oldukça çarpıcı. İdil’de 20 gün süren sokağa çıkma yasağı kalkıp halk rahatladıktan sonra, hem operasyonların sürdüğüne, hem de asıl yıkımın ondan sonra gerçekleştiğine tanıklık etmişler. Toplamda 44 gün boyunca kent abluka altında yaşamış. Onun verdiği bilgiler doğrultusunda, yıkımın en fazla olduğu Turgut Özal Mahallesi’ne geçtik.
Mahalle, Cizre’nin sıkışık ve evlerin sırt sırta verdiği yapısından farklı. Büyük çoğunluk bahçe içinde müstakil evler. Devletin saldırısının etkili ve hızlı olmasının nedeni belki de bu. Cizre ve Sur’un, birbirine geçişlerle beslenen bina yapısının burada olmayışı, direnişin etkisini zayıflatmış olabilir.
İdil’de tahribat çok büyük. Kentin 4’te 3’ü yıkılmış. Bizim gittiğimiz mahallede ise, istisnasız bütün evler yıkılmış durumda. Bazı evler önden kısmen hasarlı olsa bile daha derli toplu görünüyor, arkasına geçtiğinde ise yerle bir olmuş bir moloz yığını çıkıyor karşımıza. Yani sokağa bakan duvar dışında sağlam hiçbir şey kalmamış. Balta ile parçalanmış eşyalar burada da her yere saçılmış.
Üstelik bütün evler yakılmış. Hepsinin pencerelerinden yükselen is dalgaları, uzaktan bile görülebiliyor. Sokaklarda halen barut ve yanık kokusu var. Çarpıcı bir bilgi veriyor Eşbaşkan Aslan; devletin evleri yakmak için özel kimyasallar kullandığını anlatıyor. Öyle ki, evlerde yangın nedeniyle buzdolabı gibi metal eşyalar tümüyle erirken, sıvalar dökülüp tavanlar çökerken halı gibi tekstil ürünleri hiç zarar görmeden kalmış. 2000’deki F Tipi saldırısı sırasında, Sağmalcılar’da bedenleri yanan, ama giysileri sağlam kalan kadın tutsakların fotoğrafları geliyor aklımıza. Herkes aynı anda bunu düşünüyor ve konuşuyor.
Mehdi Aslan, katliam sırasında sokakta çatışmalar sürerken evlerdeki tabloyu anlatıyor. Dışarıda makineli tüfek, havan topu sesleri, içeride pencerelerden uzak durmaya çalışan insanlar. Mermi sesleri altında, bitmek tükenmek bilmez günler boyunca, yaşamı sürdürmeye çalışıyorlar. Atılan her havan, bir yerde bir insanı öldürüyor, bir ev yıkılıyor, geride kalanların ise ruhlarından bir parça kopuyor. Cenazeler de ayrı bir acı yumağı. İlçede ambulans başta olmak üzere her tür olanak varken, cenazeleri traktör römorklarında taşıtıyor devlet. Cenazeye yapılan saygısızlık, yaşayanları daha da yaralıyor.
Tıpkı Cizre’de olduğu gibi burada da devlet, yaraların sarılmasına ve “yeniden inşa”ya engel olmaya çalışıyor. Eşbaşkan, dışarıdan gelen 4 tane kepçeye el konduğunu anlatıyor. Mahallelere yemek dağıtan araçlara el konuyor, yemeklere, Adana’dan ve başka illerden dayanışma amacıyla tırlarla gönderilen gıda stoklarına el konuyor. Bir de, belediyenin elindeki gıda stoklarını devlete teslim etmesi dayatmasında bulunuyor.
Halk belediyenin, hiç değilse çadır vermesini, kendi evlerinin enkazlarının yanında olmak istediklerini söylüyor. Belediye halka çadır dağıtıyor, çadıra el konuyor. Sebep “çadır kirlilik yaratıyor”muş! Kentte temiz bir yer yok ki, bütün bir kent inşaat şantiyesi, moloz yığını görünümünde…
Devlet her tür yöntemle belediye ile halk arasında bir ayrım oluşturmaya, belediyenin halka ulaşmasını engellemeye çalışıyor. Yeraltı kanalizasyon ve su borularının tümü tahrip edilmiş halde. Eşbaşkan Aslan, Kürt belediyelerinin desteği ile bir haftada tüm altyapıyı düzeltebilecek durumda olduklarını söylüyor. Ancak devlet bunu da engelliyor.
Çarpıcı olan şu: Virane haldeki evlerin çoğunun kenarlarında insanlar var. Birinde bir kadın evin bahçesinde çocuğuyla oynuyor, bir başkasında kadınlar evin önüne çamaşır asıyor, bir başkasında bir kadın bahçedeki soğanları kopartıyor, bahçede duran, ortada gezinen erkekler var… Evlerin hiçbirisi içinde kalınabilecek halde değil. Yani bu insanlar burada yaşamıyorlar. Başka bir mahallede, başka birisinin evine sığınmış durumdalar. Ama gün içinde gelip kendi evlerini, kendi yaşam alanlarını görüyor, orada birşeylerle uğraşıyorlar. Burada da göç oranının çok düşük olduğunu, saldırılar sırasında gidenlerin de önemli ölçüde geri döndüğünü öğreniyoruz.
İdil de aslında bölgenin önemli tarihi kentlerinden birisi. Binlerce yıllık tarihi geçmişi var. İpekyolu’nun üzerinde bulunması, onun stratejik önemini artırmış. Ve tarihi boyunca kimi zaman küçülen kimi zaman büyüyen, ama her dönem ayakta olan bir yerleşim yeri olmuş İdil. Onun için birçok önemli tarihi eseri barındırıyor. Anadolu’da Antakya’nın ardından ikinci Hristiyan merkezi olduğu düşünülüyor. Tarihi Meryem Ana Kilisesi ve diğer yapılar bunun göstergesi. Keza Timur’un işgali sonrasında, Anadolu’da onun ismini taşıyan tek eser olan Timur Çeşmesi de İdil sınırları içinde.
1964 yılına kadar nüfusun tamamına yakını Süryani. Ancak bu tarihten sonra, bir taraftan Süryaniler Avrupa başta olmak üzere başka alanlara göç ederken, başka bölgelerden de buraya Kürt göçü yaşanmış, nüfus önemli oranda değişmiş.
Milattan önce 800 yıllarından itibaren, kent Hazak ismiyle tanınıyor. Bugünkü Kürtçe ismi olan Hezex de, bu tarihi birikime dayanıyor. Hazak, Farsça’da “cesur ve mert” anlamına geliyor. Bugün İdil’in halkı da, tıpkı isimleri gibi cesur ve mert biçimde kendi kentlerini savunuyor, yaşamlarını yeniden kurmaya çalışıyorlar.
* * *
Vahşetin tek panzehiri direniştir. Devletin gücü ne kadar yüksek, saldırdığı araçlar ne kadar gelişkin, saldırının şiddeti ne kadar boyutlu olursa olsun, sonucu belirleyecek olan; saldırıya uğrayanın direnme gücüdür. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
12 Eylül’de, tutsaklar sadece bedenlerini ve iradelerini kullanarak, devletin saldırılarını püskürtmeyi başardılar.
Vietnam’da, son derece kısıtlı olanaklarıyla savaşan halk, ABD emperyalizmini dize getirdi.
Demirci Kawa’nın Zalim Dehak’a karşı isyanı, bir halkın ayağa kalkmasının yolunu açtı.
Bugün de Kürt halkı direniyor, en ağır koşullarda kendi yaşam hakkını, kendi değerler sistemini, kendi ulusal bilincini savunuyor.
Abluka altındaki Kürt kentlerinde, halk üzerine düşeni yapıyor. Geride kalan her bir alan ise, bu direnişi güçlendirecek, dayanışmayı büyütecek, halka olan desteğini ifade edecek adımları atmalıdır.