Her 1 Mayıs önemlidir. Her biri ayrı mesajlar verir. Ve öncesi-sonrasıyla geriye izler bırakır.
Elbette içlerinde bazıları daha fazla öne çıkar. Tarihsel bir önem kazanır. ’77 1 Mayıs’ı gibi, ’80 sonrası Taksim’in yeniden zorlandığı ’89 gibi…
2000’li yıllarda ise, 2004 Saraçhane bir dönüm noktasıdır. 2007 Taksim’e ilk adımdır. Ve 2010, Taksim’in yasal olarak da kazanılmasıdır.
Üç yıllık yasal kutlamanın sonuncusunda 1 milyonu aşkın kişi alanı doldurunca, yeniden yasaklanan Taksim, 2013 yılından itibaren zorlanmaya devam ediyor.
2013’te, çukur bahanesi ile Taksim’i kapattıklarında binlerce kişi alana girebilmek için çatıştı. Fiili sıkıyönetime, polisin vahşice saldırılarına rağmen büyük bir direniş sergilendi.
Bu direngen tutum, Haziran ayaklanmasına giden yolda önemli bir kilometre taşı oldu. Ve Taksim, 15 gün boyunca milyonlarca kişinin biraraya geldiği bir özgürlük alanına dönüştü.
1 Mayıslar, sadece o anla sınırlı olmayan, aslolarak geleceğe bıraktıkları değerlerle anlam kazanan mücadele günleridir. 2016 1 Mayısı’nı da böyle değerlendirmek gerekir.
İcazet ile irade, reformizm ile devrimin çatışması
Türkiye’de 1 Mayıslar, uzun yıllardır bu çatışma ekseninde yaşanıyor. Bir yanda reformizmin icazetçi 1 Mayıs kutlamaları, diğer yanda devrimci iradenin yasa tanımaz direnişi…
Son 1 Mayıs’ta da bu iki uzlaşmaz çizgi çatıştı. Ve bu, Taksim ile Bakırköy şeklinde somutlandı.
Hemen belirtelim, devletin icazetiyle hareket etmek, sadece “alan” ayrışmasından ibaret değildir. Bu bir bakışaçısı sorunudur. Örneğin ’77 1 Mayısı’ndan sonra, ’78 yılında 13 ilde sıkıyönetim ilan edilince, reformistler bırakalım Taksim’i, İstanbul’u terkettiler. Sıkıyönetim ilan edilmeyen şehirlere taşındılar.
O yıllarda sormuştuk; “tüm ülkede sıkıyönetim ilan edilirse, nereye gideceksiniz” diye. Yanıtını iki yıl sonra cunta geldiğinde alacaktık: Yurtdışına!
Bir kez mücadeleyi devletin çizdiği sınırlar içinde kabul edersen, kaçacak yer arar durursun! Kazanılmış mevzilerin direnişsiz terkedilmesi, hep geriye, daha geriye götürür ve en pespaye hallere düşürür.
Onun içindir ki, yaşanan sorun asla “alan” sorunu değildir, olmamıştır. Bazen aynı alanda çakışılsa bile, icazet ile irade, reformizm ile devrimcilik yine savaş halindedir. Taşınan pankartlarda, atılan sloganlarda, yapılan konuşmalarda, kortejlerin duruşunda vb. vb…
Reformistler, bilinçli bir şekilde meseleyi “alan tartışması” olarak gösteriyorlar. Yer yer işbirliğine varan uzlaşmacı çizgilerini perdelemek için, bunu özellikle yapıyorlar. Sanki “çatışmalı 1 Mayıslar”ı devletin yasakları değil de, devrimcilerin direnişi çıkarıyormuş gibi gösteriyorlar. Bu noktada işçi ve emekçileri devrimcilere karşı kışkırtmak dahil, her yöntemi mübah görüyorlar.
İcazetli 1 Mayısların sözcüsü EMEP
Bu yıl bu uğursuz rolün başını EMEP çekti. Esasında EMEP, her dönem icazetli 1 Mayısların sözcülüğünü üstlenmiştir. Fakat bu yıl, işi ifrada vardırdılar.
İcazetçi 1 Mayıs anlayışının, en tipik ve en açık örneği olduğu için EMEP’in üzerinde duruyoruz. EMEP, bir prototiptir. Diğerleri utangaçca EMEP’i izlediler. Kullandıkları argümanlar hemen hemen aynıydı.
Sendikalar başlangıçta “Taksim’de olmak istiyoruz” gibi dolambaçlı da olsa Taksim yönünde açıklamalar yaparken, EMEP aylar öncesinden Taksim karşıtı propagandayı başlattı. Hatta bunu bir kampanyaya dönüştürdü. Yönetimlerinde oldukları sendikalar aracılığıyla DİSK’in Taksim kararı almasını engellemeye çalıştı. Bulundukları her yerde, “Taksim” diyen devrimcileri hedefe çaktılar.
Henüz ortada devletin verdiği bir alan yokken ve Newroz’da olduğu gibi verilmeme ihtimali sözkonusu iken, herhangi bir alana çıkmaktan da vazgeçmiştiler. “Herkes bulunduğu yerde 1 Mayıs’ı kutlamalı” diyorlardı, “işçiler, fabrikasında, işçi havzalarında…”
1 Mayıs’ın artık yasal bir tatil günü olduğunu; dahası, bu 1 Mayıs’ın pazar gününe denk geldiğini bile unutmuşlardı! Böylesine basma-kalıp konuştular, yazdılar. 1 Mayıs, işçi ve emekçilerin “birlik, dayanışma ve mücadele” günüydü. Bunlar “mücadele”yi bir kenara attıkları gibi “birlik”i ve “dayanışma”yı da yok ediyorlardı. İşçi ve emekçileri kendi mahallelerine hapseden, küçük küçük parçalara ayıran bu çağrıyı, en doğru “1 Mayıs politikası” olarak sundular.
Sonra Bakırköy izni çıkınca, “her yer 1 Mayıs” politikası bitti! Bu kez Bakırköy borazanlığı yaptılar. Herkesi Bakırköy’e çağırdılar. Yani devlet bir alana izin verirse ne ala, vermezse “herkes bulunduğu yerde”, 1 Mayıs’ı “kendi kendine kutlasın”dı!
EMEP’in televizyon kanalı Hayat TV de bu politikanın “cazgırlığı”nı üstlendi. 1 Mayıs öncesi yaptıkları programlarda, Taksim karşıtı propagandayı işçi ve emekçilerin üzerine boca etti. O programların birinde bir kadın işçi, “ben ‘90’lardan bu yana 1 Mayıslara katılırım, bu yıl da Taksim’de olacağım” deyince, sunucu ne yapacağını şaşırdı. “Ama sendikalar Bakırköy diyor”la işçiyi Taksim’den vazgeçirtmeye çalıştı. İşçi ise, “olsun, ben yine de Taksim’e gideceğim” dedi.
Bu cevap, asıl EMEP’e, onun 1 Mayıs politikasına inen bir tokattır.
Reformizmi cesaretlendiren etkenler
Bu yıl EMEP’in böylesine cansiperane Taksim karşıtlığına soyunmasının ve sonuçta önemli bir kesimin de icazetçi 1 Mayıs’ı savunmasının kuşkusuz hem nesnel, hem de öznel nedenleri var.
Nesnellik; 2016 1 Mayısı’nın hangi koşullarda kutlandığında somutlanıyor. AKP hükümetinin başta Kürt halkı olmak üzere işçi ve emekçilere karşı en vahşi saldırılarını gerçekleştirdiği bir dönemden geçiyoruz.
Kürt kentleri bir savaş hali yaşıyor. Aylarca süren sokağa çıkma yasakları, kurşun ve bombalarla yıkılan evler, katledilen insanlar, göçe zorlanan bir onbinler var. Oraya atılan bombalar, işçilere “kiralık işçi”, “kıdem gaspı”, “taşeron sistemi” olarak yağıyor. Üstelik Temmuz ayında Suruç’la başlayan bombalı saldırılar, Ankara, İstanbul, Kilis ile devam ediyor.
Bu nesnellik, 2016 1 Mayısı’nı her açıdan etkilemiştir ve politikaların şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Elbette 1 Mayıs’ı; Kürt halkına, işçi ve emekçilere dönük pervasız saldırıyı püskürtmek, halk üzerinde oluşturulmak istenen korku ve tedirginliği yıkmak şeklinde değerlendirmek de mümkündü. Ki, komünist ve devrimcilerin 1 Mayıs politikasının amacı da buydu. Ama “devletin saldırılarını üzerimize çekmemek” adına, kitlenin acılarını-korkularını kullanarak, “dostlar alışverişte görsün” kabilinden 1 Mayıs gününü atlatmak da mümkündü. Ki, liberalinden sosyal-demokratına, bir bütün olarak reformistlerin 1 Mayıs politikası damgasını vuran da bu oldu.
Öznellik ise; komünist ve devrimcilerin kitleler içindeki zayıflığı, devletin gözaltı-tutuklama terörü, en küçük bir gösteriye bile azgınca saldırması vb. gibi faktörlerdi ki, bunlar reformistlerin mücadeleyi en geri noktaya çekmenin zemini yapıldı.
Bu noktada CHP önemli bir rol üstlendi. 1 Mayıs’tan yaklaşık bir ay önce, (henüz sendikalar bir karar açıklamamış iken) CHP İstanbul İl Başkanı “Taksim’i takıntı yapmayalım, neresi gösterilirse orada 1 milyon kişiyle buluşalım” dedi.
Başka bir durumda, CHP’yi “faşizmin can simidi” olarak tanımlayan birçok devrimci-demokrat hareket, konu “icazetli 1 Mayıs” olunca, CHP’nin açtığı yoldan yürümekte bir sakınca görmedi. Üstelik, böylesi kritik bir dönemde, CHP’nin bu açıklamasının devletten bağımsız olmayacağı ortadayken…
CHP’nin bu 1 Mayıs’ta oynadığı rol, reformistleri cesaretlendirmek olmuştur. Gerisi gelmiştir. Fakat HDP’nin de buna katkı sağladığını belirtmek gerekir. 1 Mayıs öncesi toplantılarda “biz emek örgütlerine tabiyiz, onlar nereyi belirlerse orada olacağız” derlerken; Demirtaş, bu “emek örgütleri”nin de katıldığı grup toplantısında, “bu tarihi dönemde tartışmayı Taksim oldu mu olmadı mı tartışmasına indirgememek lazım” diyerek, rotayı göstermiştir.
Böylece daha önce tabanın baskısı ile Taksim demek zorunda kalan “emek örgütleri” iyice rahatlamışlar ve bir süre sonra da Bakırköy açıklamasını yapmıştır.
Reformizmin yanılgısı
DİSK, KESK, TMOBB, TTB’den oluşan bu örgütlerin, 1 Mayıs öncesi başta valilik olmak üzere devletin çeşitli kademeleri ile görüştükleri biliniyor. 1 Mayıs’a doğru bu görüşmeler sıklaşıyor ve devletin baskısı da artıyor. Buna rağmen Bakırköy’ü kendilerinin önerdiğini, bu kararın kendilerine ait olduğunu söyleyerek, devletin üzerlerindeki baskısını ve yaptıkları işbirliğini gizlemeye çalıştılar.
Oysa Davutoğlu, 1 Mayıs’tan kısa bir süre önce, sonu teşekkürle biten bir konuşma yaptı. “Sendika temsilcileriyle bir yemekte bir araya geldik… Çok güzel görüşmeler sonrasında 1 Mayıs’la ilgili çok güzel bir uzlaşı örneğine şahit olduk. (…)güzel bir uzlaşı örneği sergileyen bütün sendikalarımıza da teşekkürü bir borç biliyorum.” Davutoğlu’nun bu sözlerine, herhangi bir karşı çıkış veya yalanlama da gelmedi.
Sendika ve kitle örgütlerinin Taksim’den geri adım atmasıyla birlikte, önceleri “Taksim” diyen birçok kurumun da onların arkasına takıldığını gördük. Bu şaşırtıcı da değildi. Çünkü Taksim’i “namus belası” savunuyorlardı. “Taksim ısrarını sürdürürsek, devleti Kadıköy’e razı edebiliriz” diyerek (Kaldıraç), Taksim’i bir “koz” olarak ileri sürenler de vardı. “Devlet hiçbir alanı vermeyecek, bari Taksim diyelim”le (ESP) Taksim savunusu yapanlar da. Bir de BDSP gibi, son ana kadar toplantılarda ısrarlı sorulara rağmen resmi görüşünü açıklamayan, sonrasında Taksim kararı almak zorunda kalanlar vardı.
Kısacası Taksim konusunda fikir açıklığına ve net bir duruşa sahip olmayanlar, en küçük bir sallantıda kolayca saf değiştirebildiler.
Fakat hesap etmedikleri bir şey oldu. Bakırköy’e asla gitmeyeceklerini ve Taksim’den vazgeçmeyeceklerini bildiren kurumlar, başlangıçta bir elin parmakları kadar sınırlıyken giderek çoğaldı. Daha önemlisi, Taksim’den geri adım atanların kendi tabanlarında gördükleri tepkiydi. Özellikle gençlerden “asla Bakırköy’e gelmeyiz” yanıtını aldılar. Kimi son anda Taksim kararı aldı, kimisi de bir grubunu Taksim’e gönderip “hem Bakırköy’de, hem Taksim’de” görüntüsü verdi.
Bu durum onları kurtarır mı? Taksim’den vazgeçme vebalini hafifletir mi? Tabi ki, hayır!
Taksim kararlılığında olanlar, 2016 1 Mayısı’nın manzarasını değiştirmiştir. Sadece kimilerini son anda dönüş yapmaya zorlayarak değil; başta DİSK olmak üzere Bakırköy’e giden kurumların, döne döne “Taksim Alanı’ndan vazgeçmiş değiliz”, “bir kereliğine mahsus buradayız” demeleri, bunun sonucudur.
Sendikalar ve EMEP gibi en pespaye reformistler, başlangıçta çok rahat biçimde Bakırköy’ü telaffuz ettiler. Titrek Taksim’ciler de onların arkasına dizilince iyice rahatladılar. Zaten iki-üç yapı dışında tüm kurumların boyuneğeceklerini düşünüyorlardı. Onlar da zaten “marjinal”di! Devlet kısa sürede bu “marjinalleri” derdest eder, hiçbir varlık gösteremezlerdi!
Ama öyle olmadı! Bir kez daha yanıldılar! Bu ülkede 1 Mayıs geleneğinin nasıl yaratıldığını unuttular! Bunun kitleler üzerinde nasıl bir etki bıraktığını hesap edemediler!
Boşa düşen argümanlar
1 Mayıs’ın Taksim’de (ve diğer yasaklı alanlarda) kutlanmasına karşı gelenlerin argümanları, üç aşağı-beş yukarı aynıdır.
Bunların başında “kitlesel 1 Mayıs” geliyor. Oysa en kitlesel 1 Mayıslar Taksim’de kutlanmıştır. “Yasaklı Taksim”lerde bile, kitlelerin Taksim’e akışı oldukça fazladır. Sadece 1 Mayıs’larda sokağa çıkanlar dahi, Taksim’de olmak isterler.
Diğer yandan “kitlesellik” tek başına bir amaç olamaz! Kitlesel ama kof 1 Mayısların işçi-emekçilere hiç bir faydası olmamıştır. Örneğin mehter marşıyla Sakarya’da, şovenizmi güçlendirmek için Çanakkale’de yapılan 1 Mayıslar, milyonları toplasa ne olur? Bu işçi-emekçilerin faydasına mı, zararına mıdır? Ya da devletin icazetine sığınarak Bakırköy’e çağırdıkları kitleye ne vermişlerdir? İşçi ve emekçiler 1 Mayıs’tan güç alarak mı ayrılmıştır oradan, yoksa moral bozukluğu ve can sıkıntısıyla mı?
Kaldı ki, o çok önemsedikleri “kitlesellik”ten eser de yoktur. “1 milyon kişi”den bahseden CHP, bin kişi getirmiş midir? Ya da sendikalar, ne kadar işçiyi taşımışlardır alana? Zaten en fazla 20 bin kişiden söz edilmektedir. İsimleri büyük, ama altları boştur bu kurumların. Daha önemlisi, kitleleri 1 Mayıs’a getirmek için özel bir çabaları da yoktur.
Bir diğer argüman; “işçi ve emekçilerin taleplerini duyurmak”tır. İşçi ve emekçiler taleplerini taşıdıkları pankart ve dövizlerle, attıkları sloganlarla, yaptıkları konuşmalarla ve hepsinden önemlisi eylemleriyle duyururlar. Amaç sadece “duyurmak” da olamaz; önemli olan ortaya bir yaptırım gücünün konulmasıdır. Bu da ancak dişe diş bir mücadele ile olur.
Fakat icazetli 1 Mayıslarda ne görüyoruz? İşçiler yine sarı ve reformist sendika başkanlarının nutuklarını dinlemek zorunda kalıyorlar. İşçilerin kürsüye çıkıp konuşma yaptığı tek alan, Taksim 1 Mayıs Alanı olmuştur! Dolayısıyla yasaklı 1 Mayıs Alanı’nın işçi ve emekçilere açılması mücadelesi, tam da onların taleplerini daha yüksek sesle duyurma ve bu talepleri elde edebilme mücadelesidir. Bugüne dek işçi-emekçi haklarının en gelişkin olduğu dönemlerle bakmak bile, bu gerçeği görmek için yeterlidir.
Bu iki temel argümana, 2016 1 Mayısı’nda biri daha eklendi: “Güvenlik!” Son dönemde arka arkaya patlayan bombalar üzerinden bu 1 Mayıs’ta “güvenlik” kaygısı önplana çıkartıldı. Sanki devletin izin vereceği alan, çok “güvenlikli” olacakmış gibi… Daha 8 ay önce devletin izin verdiği Ankara mitinginde bombalar patlamamış, yüzü aşkın insanımız katledilmemiş gibi…
Devlet, ’77 1 Mayısı dahil, birçok mitingi kana buladı. Ondan “güvenlik” beklemek, kuzuyu kurda teslim etmektir. En “güvenlikli” eylemlerin, devrimcilerin hakimiyetinde geçen eylemler olduğu ortadadır. 2013 1 Mayısı’nı alanda açtıkları “çukur”u bahane ederek yasakladılar. Bir ay sonra milyonlarca kişi o “çukur”un bulunduğu alanda toplandı. Hiç kimsenin burnu bile kanamadı.
Kısacası icazetli 1 Mayıs argümanlarının hepsi son derece çürük ve tutarsızdır. Ama bunlarla işçi ve emekçilerin bilinçleri çarpıtılmakta, burjuva ideolojisi zerkedilmektedir.
İşte son Bakırköy rezaleti! Üç ayrı yerde polis bariyerleri ile insanlar en sıkı aramadan geçiriliyor. Hoşlarına gitmeyen pankart ve dövizlere el koyuyorlar. Amedspor pankartı bile alana sokulmuyor. Buna karşı duranlar, gaza boğuluyor. Bazı kişiler yaralanıyor. Buna da “güvenlik”li 1 Mayıs diyorlar!
Devletin 1 Mayıs alanını belirlemesine boyuneğenler, pankart ve döviz sansürüne de boyuneğerler. Nitekim KP, Erdoğan çiftinin fotoğraflarının bulunduğu “İmam Hatipler Kapatılsın” yazılı pankartı alınmayınca, o kısmı keserek alana giriyor. TÖP-G, Kader Ortakaya ile ilgili dövizlerinin alana sokulmamasına razı gelebiliyor.
Bu eğik düzleme bir kez girilince, nerede duracağı bilinmez. Bunu durduracak tek şey, Taksim ısrarının sürdürülmesi ve kitlelerin bu yönde daha fazla bilinçlendirilip sokaklara çıkarılmasıdır.
Kazanan devrimci iradedir
1 Mayıs; devrim ile karşı-devrimin, işçi sınıfı ile burjuvazinin güçlerini sınadığı bir gündür. Her iki sınıf ve kamp da buna göre hazırlanmalıdır. Zaten burjuvazi, 1 Mayısları yasaklayarak, yasaklayamadığı yerde içini boşaltarak, sınıfsal baktığını göstermektedir. Burada sorun, işçi-emekçi cephesindedir. Bu noktada da karşımıza reformizm çıkmaktadır.
2016 1 Mayısı, faşizme karşı mücadelenin reformizme karşı mücadele etmeden başarılamayacağını bir kez daha göstermiştir. Faşizmin saldırıları karşısında her dönem gerileyen reformistler, faşizmin koltuk değneği olmuştur. Mücadele ile faşizmin geriletildiği, yıkıldığı dönemlerde ise, kazanımların içini boşaltmaya, kitleleri rehavete sürüklemeye çalışırlar.
“Alan fetişizmi yapılıyor” diyerek yıllarca Taksim’e karşı çıkanların, büyük bedeller ödenerek Taksim kazanıldığında, nasıl en önde koştuklarını biliyoruz. Bu alanı kazanmak için mücadele edenlerden daha fazla hak iddia ettiklerine, kortej kavgası yaptıklarına tanık olduk. Böylesine de yüzsüzdürler. Ama greve-direnişe katılmayan, hatta grev kırıcılığı yapanlara, işçilerin tutumu neyse; komünist ve devrimcilerin de reformizme karşı tutumu öyle olmalıdır.
2016 1 Mayısını geride bıraktık. Devletin tüm baskı ve şiddetine, CHP’yi devreye sokmasına, başta EMEP olmak üzere reformizmin cansiperane çabalarına rağmen, 1 Mayıs’ı istedikleri rotaya çekemediler, çekemeyecekler!..
Taksim’de ısrar eden komünist ve devrimciler, bunu kırmayı başardı ve 1 Mayıs’ta devrimci rüzgar estirdiler. Polis kuşatması altında bile “Taksim 1 Mayıs Alanıdır ENGELLENEMEZ” pankartlarını açarak, sloganlarını haykırarak, bu kuşatmayı boşa çıkarmasını bildiler.
Bir kez daha burjuva icazetine sığınanlar değil, devrimci bir iradeyi ortaya koyanlar kazandı.