Bir süredir giderek tırmanan Erdoğan-Davutoğlu çatışması, Davutoğlu’nun AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlıktan istifası edeceğini açıklaması ile sonuçlandı. Davutoğlu bir veda konuşması yaparak, AKP’nin 22 Mayıs’ta kongreye gideceğini duyurdu. Bu kongreden, yeni parti başkanı ve başbakan çıkacak.
Şimdi ortalıkta birçok adayın ismi dolaşıyor. Bunlardan biri kongrede “tek aday” olacak ve o seçilecek. Elbette bu adayı yine Erdoğan belirleyecek! Tıpkı Davutoğlu’nu belirlediği gibi…
Fakat bu kez “düşük profilli bir başbakan” istendiği açıkça ilan edildi. Cumhurbaşkanı ile “uyumlu çalışacak”, yani ona biat etmiş ve asla sözünden çıkmayacak bir başbakan! O yüzden de damat Berat Albayrak’ın ismi öne çıkıyor.
Albayrak veya başka biri, onunla da ne kadar götürebilecekleri ayrı bir sorudur. Fakat yaşananların rejim krizini daha da derinleştirdiği açıktır. Bunun da klikler arası çelişkileri keskinleştireceği ve birçok yeni gelişmeye doğuracağı şimdiden görülmektedir.
Bu noktaya nasıl gelindi?
Başdöndürücü bir hızla tırmanan gelişmeler, 4 Mayıs günü Erdoğan-Davutoğlu görüşmesi ile son buldu. “Pelikan dosyası” adıyla internete koyulan yazı, bu ikili arasındaki çelişkilerin geldiği aşamayı ortaya koyması bakımından oldukça çarpıcıydı. Nitekim birkaç gün sonra darbe indirildi.
Elbette bu noktaya birdenbire gelinmedi. Bunları en kısa haliyle şöyle özetleyebiliriz.
İlk çatlak, Davutoğlu’nun Ocak 2015’te “Şeffaflık Paketi”ni açıklamasıyla ortaya çıktı. Davutoğlu, 17-25 Aralık operasyonlarında adı geçen bakanların yargılanmasını ve aklanmasını istiyordu. Erdoğan ise, bir kere yargılama başlayınca, sıranın kendisine gelmesinden korkuyordu. Aralarındaki tartışma, kamuoyuna açık biçimde yürütüldü.
İkinci büyük kriz, 7 Haziran seçimlerinde MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın milletvekili adayı olması üzerinden patladı. Erdoğan, “sır küpüm” dediği Fidan’ı kendi yanında istiyordu, Davutoğlu ise, Fidan’ın yeni hükümette dışişleri bakanı olması için, Erdoğan’dan habersiz harekete geçmişti. Erdoğan buna çok öfkelendi ve ağırlığını koyarak Fidan’ın milletvekili olmasını engelledi.
“Başkanlık sistemi” konusu, 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan bir başka çatlaktı. Erdoğan, 7 Haziran seçimlerini adeta başkanlık için bir referandum gibi ele alırken, Davutoğlu seçim çalışmalarında bu konuyu gündeme almadı, hatta karşı olduğunu ima eden sözler sarfetti.
MİT Tırları haberini yaptığı için Erdoğan’ın tüm şiddetini üzerinde toplayan, hatta televizyonda “bunun bedelini ödeyecek” diye tehdit ettiği Can Dündar’ın ve Erdem Gül’ün tutuklu yargılanmasına Davutoğlu karşı çıktı. Aynı durum Kürt illerindeki katliamlara karşı “bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenlerin tutuklanmasında da yaşandı. Davutoğlu, akademisyenlerin tutuksuz yargılanması gerektiğini söylerken, Erdoğan akademisyenlere ateş püskürüyordu.
Bunlar göz önünde yaşanan tartışmalardır. Perde arkasında daha nelerin döndüğünü bilmiyoruz. Ama giderek çatlağın büyüdüğü görülüyordu. Davutoğlu, “Karar” adıyla bir gazete çıkararak, Erdoğan’la farkını kamuoyuna yansıtmaya başlamıştı. AKP içinde “Reisçiler” ve “Hocacılar” diye iki ayrı kampın oluşmaya başladığı duyulur oldu.
Diğer yandan Davutoğlu’nun AKP’nin “eski tüfek”leri Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi muhaliflerle dirsek temasında olduğuna dair söylentiler artmaya başladı.
Bütün bunların Erdoğan ve ekibini rahatsız etmemesi düşünülemezdi. Fakat bardağı taşıran damla, büyük ihtimalle Davutoğlu’nun Mayıs başında ABD’ye gitme ve Obama ile görüşme planı oldu.
Yaklaşık bir ay kadar önce Erdoğan, ABD ziyaretinde Obama ile görüşebilmek için epeyce uğraşmış; üstelik o görüşmede Obama, Erdoğan’ı basın özgürlüğü konusunda uyarmıştı. Bu olayın üzerinden bir ay geçmeden Davutoğlu’nun ABD’ye gitmesi ve Obama ile sorunsuz görüşmesi, tabi ki Erdoğan’ı zora sokacak, Davutoğlu’nu ise parlatacaktı.
Saray devreye girdi ve ziyaret engellendi. Yapılan resmi açıklamada, “iki tarafın zamanı çakışmadığından iptal edildiği” söylendi. Fakat ABD, kendileri tarafından bir sorun olmadığını, Türkiye’nin iptal ettiğini açıkladı.
Hemen ardından Davutoğlu’nun parti içindeki yetkileri sınırlandırıldı. Erdoğan döneminde partinin il ve ilçe başkanlarını atama yetkisi ona verilmiş iken, Davutoğlu’nun Urfa il yönetimine müdahale etmesi üzerine, yetki yeniden MKYK’ya devredildi. MKYK içindeki oylamada sadece 3 kişinin Davutoğlu lehine oy kullandığı, 47 kişinin karşısında yer aldığı görüldü.
Davutoğlu’nun suyunun artık iyice ısındığı anlaşılıyordu. Üstelik 2 Mayıs günü, (yani görevden alınmadan bir gün önce) Resmi Gazete’de AB’nin istekleri doğrultusunda “şeffaflık ve yolsuzlukla mücadele” konulu bir Başbakanlık genelgesi yayınlandı. Davutoğlu daha önce de 17-25 Aralık yolsuzluk dosyasından hakkında soruşturma açılan 4 bakanın yargılanması gerektiğini söylemişti. Erdoğan bu aşamada Davutoğlu’nun ipini çekti.
Hükümet darbesi
Bir başbakanın bu şekilde görevden alınması, ona ve onun şahsında hükümete yapılan bir darbedir. Çünkü sadece “hükümetin başı” olarak başbakan değil, birçok bakanın da değişmesi gündemdedir. AKP Kongresi’nin ardından yeni bir başbakan ile yeni bir hükümet kurulacaktır.
“Parlamenter sistem”in normal işleyişi koşullarında, hükümetler seçim ya da “gensoru” ile değişir. Bu da meclisin yetki alanı içindedir. Oysa şimdi cumhurbaşkanı, başbakanı azlediyor, yeni başbakanı ve bakanları kendisi belirliyor.
Her ne kadar Davutoğlu istifa ettiğini söylese de, gerçeklerin böyle olmadığını herkes biliyor. Zaten “veda” konuşmasında, bunun “kendisinin tercihi olmadığı”nı, “bir zaruret” doğduğunu; dahası kendi dönemini “başarılı bulduğu”nu söyleyerek, esasında istifa etmediğini, buna zorlandığını itiraf etti.
Erdoğan da Davutoğlu’nun istifa ettiğini söylüyor! İşi kitabına uydurma, “darbe” olduğunu gizleme çabasıdır bu. Fakat mızrak çuvala sığmıyor!
Başından beri “darbelere karşı olduğunu” söyleyerek puan toplayan ve kendisine karşı yürütülen her tür muhalefeti “darbe” olarak niteleyen Erdoğan, “darbeci” olmuştur. Gezi direnişinden, 17-25 Aralık’a, en son MİT Tırları haberlerini yapan Can Dündar-Erdem Gül’e kadar birçok kişi, “hükümete darbe yapmaktan” yargılandı, yargılanıyor. Oysa asıl “darbe”yi, (hem de kendi getirdiği başbakana ve bakanlara) Erdoğan yapmıştır.
“Hükümet darbesi”nden önce de, sisteme birçok kez “darbe” indirdi! 7 Haziran seçimlerini tanımayarak, Anaya Mahkemesi dahil mahkeme kararlarını hiçe sayarak, defalarca Anayasayı çiğneyerek, şu an içinde yaşadığı sarayı bile kaçak yaparak, orada topladığı kaymakamlara açıktan “mevzuatı bir tarafa itin” diyerek, vb. son yıllarda attığı her adımda, varolan sistemi ve kurallarını tanımadığını ortaya koymuş ve arka arkaya “darbe”ler yapmıştır.
Muhalefet partilerinin bilmem kaç kez “anayasa suçu işliyor” diye bağırdıklarını, fakat bunun karşısında hiçbir şey yapmadıklarını biliyoruz. Şimdi de “hükümet darbesi”, “saray darbesi” diyorlar. Ama Kılıçdaroğlu’nun son olay karşısında bile söylediği gibi, sadece “izlemekle yetiniyor”lar!
Rejim krizi
Esasında uzun bir süredir ülkede bir rejim krizi yaşanıyor. Kağıt üzerinde “parlamenter sistem”le yönetiliyor, fakat fiiliyatta bambaşka şeyler oluyor.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden itibaren bu çelişkili durum derinleşerek sürüyor. Erdoğan, “parlamenter sistemi rafa kaldırdım” bile dedi. Ona göre artık iş, anayasa değişikliği ile bunu yasal hale getirmekti. Geçen süre zarfında bunu yapmayı başaramadı. Ama parlamentoyu işlevsiz hale getirerek, varolan sistemi de tıkamış oldu. Böylece “ne kuş, ne deve” misali bir durum ortaya çıktı.
Bunun son noktası, Davutoğlu’nun Başbakanlıktan alınmasıdır. Kimileri diyor ki, “Davutoğlu’nu oraya getiren de Erdoğan’dı, götüren de o oldu; bunda şaşılacak bir şey yok” Evet ama arasında önemli bir fark var. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmasıyla boşalan AKP genel başkanlığına Davutoğlu’nu seçtirmesi başka bir şey; en son 1 Kasım seçimleri ile başbakan olmuş Davutoğlu’nu görevinden alması başka bir şeydir.
Bu sistem içinde seçimler dahil birçok kurumun göstermelik olduğunu biliyoruz. Özellikle AKP döneminde bu durum ayyuka çıktı. Fakat her sistemin kendi içinde -biçimsel de olsa- uyulması gereken zorunlu kuralları vardır. Bunlar ortadan kalkarsa, sistem de ortadan kalkar.
“Parlamenter” ya da “başkanlık” her ikisi de burjuva yönetim şeklidir. Lanse edildiği gibi biri “demokrasi”, diğeri “diktatörlük” değildir. Özü itibarıyle ikisi de burjuva diktatörlüğüdür. Fakat bu, arasında hiçbir fark olmadığı anlamına gelmez.
Şu an yaşanan ise “parlamenter sistem”in tıkandığı, ama “başkanlık”, “yarı-başkanlık” gibi farklı bir yönetim şekline de geçilemediği bir kriz dönemidir. Böyle olunca tam bir kuralsızlık, yasa tanımazlık ve keşmekeş hüküm sürmektedir. Egemen sınıfların yönetememe krizi, adeta kangrene dönüşmüştür.
Muhalefet boşluğu
Hiç kuşkusuz yaşanan rejim krizinin önemli bir ayağını “muhalefet boşluğu” oluşturuyor. AKP’nin keyfi yönetimine, dayatmalarına, düzen partilerinden ciddi bir karşı koyuş gelmiyor. Ya uzlaşmacı bir yol izliyorlar ya da olan biteni izlemekle yetiniyorlar. İtiraz ettikleri durumlarda bile, tavır geliştiremiyorlar. Öyle ki, seçimlerde aldıkları oyların arkasında duramayan, “yeniden seçim”i kabullenen ve AKP’ye yolu düzleyen bir muhalefet var.
Bu yönüyle düzen partilerinin de kriz içinde olduğunu söyleyebiliriz. Kitleleri heyecanlandıracak, onlara umut verecek bir parti ve lider çıkmıyor. Özellikle CHP, bu konudaki tüm beklentileri hüsrana uğratan bir parti konumunda. Baykal sonrası Kılıçdaroğlu’nun başa geçmesiyle bir rüzgar estirilse de, bu çok kısa sürdü. CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun “muhalefet”i, giderek düştü. Son yaşanan olaylar bu çizgiyi derinleştirdi.
Erdoğan’ın Davutoğlu’nu azletmesi konusunda da Kılıçdaroğlu’nun ilk açıklaması “izlemekle yetiniyoruz”du. Ardından “Davutoğlu’nu savunmak da bize kaldı” diyerek, Davutoğlu’nun AKP’lilere söylediği “hakkınızı helal edin” sözünden hareketle “helallik” verdi. “28 Şubat postmodern darbesi”ne gönderme yapıp, bunu “4 Mayıs darbesi” olarak niteledi, fakat bu “darbe”ye karşı da hiçbir tavır geliştirmedi.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasını “anayasaya aykırı” bulduğu halde “evet” oyu vereceklerini söyleyen de Kılıçdaroğlu’ydu. Salt HDP’yi savunur görünmemek için, bugüne dek anayasayı ihlal etmekle suçladığı AKP ile aynı noktada buluşmakta hiçbir beis görmedi.
Bütün bunların TSK’dan aldığı bir birifing sonrasında gerçekleşmesi, Kılıçdaroğlu’nun gerçekten bir “devlet memuru”dan öteye geçemediğini gösteriyor. CHP’nin de “devlet partisi” kimliğini aşamadığını… Elbette CHP içinde farklı tutumlar alan milletvekilleri var, ancak bu tabloyu değiştirecek bir çıkış, bugüne dek yapılamadı.
Sosyal-demokratlar açısından durum buyken, “dinci-milliyetçi” partilerin durumu da pek farklı değil. En başta AKP dışındaki kesimleri toplayacak, geçmişin ANAP veya DYP’sinin yerine geçecek, “merkez sağ” dedikleri bir partiyi oluşturamadılar. Bahçeli’nin MHP’si ile bu boşluğu doldurma girişimleri sonuçsuz kaldı. Bahçeli, 7 Haziran’dan bugüne, AKP’nin koltuk değneği rolünü üstlendi.
Bugün Meral Akşener parlatılarak bir rüzgar estirilmeye çalışılıyor. ‘90’lı yıllarda içişleri bakanı olarak görev yapan, bu dönemde Kürt halkına dönük katliamlar başta olmak üzere tüm saldırı ve katliamların doğrudan sorumlusu olan Akşener, bugün Erdoğan’a karşı muhalefetin odağına oturtuluyor. İşin kötü yanı, “kadın” olduğu için HDP’den, “laik” olduğu için CHP’den bile destek alabileceği düşünülüyor.
AKP içinde bir muhalefet, Erdoğan’a karşı bir odak oluşturabilmek için, bugüne kadar sayısız girişimde bulunan, Abdullah Gül’den Davutoğlu’na birçok ismin üstüne oynayan burjuva klikler, her adımda başarısız oldular. Böylece artık AKP’nin şu ya da bu kanadının çare olamayacağı görüldü. Bu koşullarda Akşener, yeni bir alternatif olarak piyasaya sürülüyor. Ne kadar tutacağını zaman gösterecek.
1 Kasım seçimlerine kadar her aşamada AKP’ye gizli ya da açık destek olan HDP de, bugün diğer muhalefet partilerinin çok ötesine geçebilmiş değil. Dokunulmazlıklar ve Kürt kentlerindeki saldırılar konusunda sınırlı bir muhalefet oluşturmakla birlikte, düzeniçi sınırları zorlayan ve kitlelere umut taşıyan bir parti olamadı.
* * *
Sistem, hükümeti ve muhalefeti ile kriz içinde. Bölgede ve ülkemizdeki savaş, bu krizi daha da derinleştiriyor. Son yaşanan “hükümet darbesi”nde, bunların faturasını Davutoğlu’na kesmek gibi bir siyasi amaç da güdülüyor. “Pelikan dosyası” adıyla sunulan bildiride, Suriye politikasına ve Dolmabahçe mutabakatına göndermeler yapılması boşuna değil!
Fakat ne yazık ki, bu krizi değerlendirecek ve onu devrimci tarzda çözecek bir önderlikten yoksunuz. Haziran ayaklanmasının yenilgisinin de asıl nedeni buydu.
Bizim odaklanmamız gereken nokta burasıdır. Önümüzdeki günlerde kitlelerin biriken öfkesi yeniden patlayabilir ve yeni ayaklanmalar yaşanabilir. Önemli olan, geçmişten alınan derslerle ona doğru bir önderlik yapabilmektir.